PAUL AUSTER (3 ŞUBAT 1947- 30 NİSAN 2024)
1947’de ABD’nin New Jersey eyaletinde, Newark’ta doğdu. Annesi Queenie Auster, babası ise hukukçu Samuel Auster'dı. South Orange, New Jersey ve Newark'da büyüdü ve Maplewood'daki Columbia Lisesi'nden mezun oldu.
Daha 12 yaşındayken, önemli bir çevirmen olan amcasının kitaplarını okuyarak edebiyata büyük bir ilgi duymaya başladı. Columbia Üniversitesi’nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl kadar Fransa’da yaşadı, Fransız yazarlardan çeviriler yaptı. 20. yüzyıl Fransız şiiri üstüne önemli bir antoloji hazırladı. İlk kez 1987’de New York Üçlemesi adlı yapıtıyla büyük ilgi gördü. Daha sonra Ay Sarayı, Kehanet Gecesi, Köşeye Kıstırmak, Son Şeyler Ülkesinde, Leviathan, Şans Mü-ziği, Timbuktu, Yanılsamalar Kitabı, Yükseklik Korkusu, Brooklyn Çılgınlıkları, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam ve Sunset Park romanları, Yalnızlığın Keşfi adlı anı-romanı, Kırmızı Defter adlı öykü kitabı ve Kış Günlüğü adlı anı kitabı birbirini izledi. Auster 2024'te New York'ta öldü.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan “Yükseklik Korkusu” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
Yükseklik Korkusu
Su üzerinde ilk yürüdüğümde on iki yaşındaydım. Bu numarayı bir gecede öğrendiğimi iddia etmeyeceğim, siyah elbiseli bir adam öğretti her şeyi. Yehudi Usta beni bulduğunda, Saint Louis sokaklarında dilencilik yapan dokuz yaşında bir öksüzdüm, marifetimi halka göstermeme izin verinceye kadar tam üç yıl benimle düzenli olarak çalıştı. Çalışmaya başladığımızda 1927 yılıydı, Babe Ruth ile Charles Lindbergh’in adları o yıl duyulmaya başlamıştı, dünyanın karanlıklara gömülmeye başlaması da o günlere rastlar. Ekim ayındaki felaketten 1 birkaç gün öncesine kadar gösterimi sürdürdüm; benim yaptığım şeyin yanında, yukarıda adı geçen iki beyefendinin yaptıkları solda sıfır kalırdı. Yaptığım şeyi benden önce hiçbir Amerikalı yapmamıştı, benden sonra da yapan çıkmadı.
Yehudi Usta’nın beni seçmesinin nedeni, çocukların içinde en ufağı, en pisi ve en sefili olmamdı. “Senin hayvandan farkın yok,” demişti bana, “tam anlamıyla bir hiçsin.” Bana söylediği ilk söz bu olmuştu; o gecenin üzerinden tam altmış sekiz yıl geçmiş olmasına karşın o sözcüklerin Usta’nın ağzından döküldüğünü bugün bile duyar gibiyim: “Senin hayvandan farkın yok. Şimdi bulunduğun yerde kalırsan kış bitmeden öbür dünyayı boylarsın. Benimle gelirsen sana uçmayı öğretirim.”
“Hiç kimsecikler uçabilemez bayım,” dedim. “Ancak kuşlar uçabilir, ben de kuş olmadığıma yüzde bin eminim.”
“Hiçbir şey bildiğin yok,” dedi Yehudi Usta. “Hiçbir şey bilmiyorsun, çünkü sen bir hiçsin. On üç yaşına geldiğinde sana uçmayı öğretememiş olursam, başımı baltayla uçurabilirsin. İstersen sana bunu yazılı olarak vereyim. Verdiğim sözü tutmayı başaramazsam hayatta kalmam ya da kalmamam senin elinde olur.”
Kasım başlarında bir cumartesi gecesiydi, Paradise Cafe’nin önünde duruyorduk, burası kentin merkezinde hoş bir bardı, zenci bir caz orkestrası çalardı orada, sigara satan kızlar da içlerini gösteren giysiler giyerlerdi. Hafta sonlarında barın çevresinden ayrılmazdım, sadaka dilenirdim, ondan ona haber taşır ya da züppe beylere taksi çevirirdim. Yehudi Usta’yı ilk gördüğümde onun sarhoş olduğunu düşünmüş, siyah smokini ve ipek silindir şapkasıyla gece vakti yalpa vura vura yürüyen içki düşkünü zenginin biri sanmıştım. Tuhaf bir şivesi vardı, bu yüzden onun başka bir kasabadan gelmiş olabileceğini de düşünmedim değil ama yanılmışım. Hani sarhoşlar ipe sapa gelmez şeyler konuşurlar ya, onun uçmak konusundaki sözlerini de bu saçmalıklardan biri sanmıştım.
“Fazla yükselirseniz,” dedim ona, “yere inerken boynunuz kırılabilir.”
“Bu işin tekniğini sonra konuşuruz,” dedi Usta. “Öğrenmesi kolay bir hüner değildir bu, ama beni dinler, söylediklerimi yaparsan sonunda ikimiz de milyoner oluruz.”
“Siz zaten milyonersiniz,” dedim. “Beni n’apacaksınız?
“Ne mi, sefil küçük serseri? Cebimde beş param bile yok benim. Senin gözüne hırsızlar kralı gibi görünmüş olabilirim ama bunun nedeni senin kuş beyinli olman. Şimdi beni iyi dinle. Sana hayatında bir tek kez karşılaşabileceğin bir fırsat veriyorum ama bu şansı ikinci bir kez tanımam. Sabah altı buçukta kalkacak olan Blue Bird özel treninde kendime yer ayırttım, şu sefil bedenini o trene atmazsan beni hayatında bir daha göremezsin.”
“Soruma hâlâ yanıt vermediniz,” dedim.
“Çünkü sen benim dualarımın karşılığısın evlat. Bu yüzden istiyorum seni. Çünkü sende bu yetenek var.”
“Yetenek mi? Yetenek metenek yok bende. Hem olsa bile siz bunu nereden bileceksiniz Bay Maymunkılık? Benimle ancak bir dakikadır konuşuyorsunuz.”
“Yine yanılıyorsun,” dedi Yehudi Usta. “Ben seni bir haftadır gözlüyorum. Dayın ile yengenin senin gitmene üzüleceklerini sanıyorsan son dört yıldır yanında oturduğun insanları hiç tanımıyorsun demektir.”
(…)
Trene bindiğimizde hava hâlâ karanlıktı. Gündoğumunun içinde batıya doğru yol aldık, ölgün kasım güneşi bulutların arasından süzülmeye çabalarken Missouri eyaletini bir baştan bir başa geçtik. Annemi toprağa verdiğimizden beri Saint Louis’in dışına çıkmamıştım; o sabah karşıma çıkan kasvetli bir dünya oldu: sıkıcı ve bomboş bir dünya, her iki yandan bizi kuşatan, sararmış mısır saplarıyla dolu, uçsuz bucaksız tarlalar. Öğleden az sonra trenimiz gürültüyle Kansas City’ye girdi, birlikte geçirdiğimiz onca saat boyunca Yehudi Usta’nın benimle üç dört sözcükten fazla bir şey konuştuğunu sanmıyorum. Çoğunlukla uyudu, suratının ortasına kadar indirdiği şapkası, uyurken öne kayıp duruyordu, ama ben öyle ürkmüştüm ki pencereden dışarı bakmaktan başka bir şey yapamıyor, kendimi nasıl bir belaya bulaştırdığımı düşünürken bir yandan da gözlerimin önünden akıp geçen manzarayı seyrediyordum.
(…)
Beni doyurdular, giydirdiler, bir de oda verdiler. Kıçıma şaplak yemedim, ne tekmelendim ne de yumruk yedim, kulaklarımı tokatlayan da olmadı; yine de, her şey benim için ne kadar rahat olursa olsun, o güne dek olmadığım kadar üzgündüm, içim acıyla, öfkeyle doluydu. İlk altı ay boyunca aklımdaki tek düşünce oradan kaçmaktı. Ben bir kent çocuğuydum, caz kanıma işlemişti, hayatının fırsatını kollayan bir sokak çocuğuydum; sokaklardaki gürültülü kalabalığı, tramvayların gıcırtısını, neon ışıklarının yanıp sönmesini, kaldırım kenarlarındaki su yollarında incecik akan kaçak viskinin kokusunu 22 seviyordum. Ayakları boogie-woogie yapmaya alışkın bir fiyakacı, diline çabuk, açıkgöz bir cüce cazcıydım; oysa şimdi burada, hiçbir şeye benzemeyen bir yerde tıkılıp kalmıştım, hemen hemen her zaman berbat olan havadan başka bir şey getirmeyen bir gökkubbenin altında yaşıyordum.
Yehudi Usta’nın malı mülkü, on beş dönümlük pis topraktan, iki katlı bir çiftlik evinden, bir tavuk kümesinden, bir domuz ağılından ve bir ahırdan oluşuyordu. Kümesteki bir düzine tavuğun dışında, ahırda iki inekle bir de doru at vardı; domuz ağılında da altı yedi domuz. Çiftlikte ne elektrik vardı ne de su tesisatı, telefon, telsiz, pikap ya da başka bir şey. Tek eğlence kaynağı, salondaki piyanoydu, ama içimizde yalnızca Aesop piyano çalabiliyordu; en basit şarkıları bile öylesine bozuyordu ki, yerine oturup parmaklarını tuşlara değdirir değdirmez ben salondan çıkıyordum. O berbat yer tam bir bok çukuruydu, “can sıkıntısı dünyası”nın merkeziydi, orada bir gün geçirmek bile canıma tak etmişti. O evde beyzboldan anlayan yoktu, çok sevdiğim Cardinal takımından söz edebileceğim kimse de yoktu, oysa o günlerde benim ilgimi çeken tek konu onlardı. Bir zaman aralığından düşmüş ve kendimi taş devrinde, dinozorların hâlâ ortalıkta dolandığı bir çağda bulmuş gibiydim. Sue Ana’ nın söylediklerine bakılırsa, Yehudi Usta bu çiftliği yedi yıl kadar önce Chicago’da adamın biriyle tutuştuğu bahis sonunda kazanmıştı. Amma da bahismiş ha, dedim. Kaybeden sonuçta kazanan oluyor, kazanansa gençliğini Amerika’nın Fıçı Deliği kasabasında tüketen budalanın teki.
O günlerde ben delidolu küçük bir budalaydım, bunu itiraf ediyorum, ama bunu mazur göstermeye çalışacak filan değilim. Ben neysem oydum, yanlarında yaşadığım insanların ve geldiğim yerlerin bir ürünüydüm, şimdi bunun için sızlanmanın hiçbir yararı yok.
Orada geçirdiğim o ilk ayları düşündüğümde, beni en çok etkileyen şey, o insanların nasıl da sabırlı olduğu, beni ne kadar da iyi anladıkları, tuhaflıklarımı nasıl da hoşgörüyle karşılamış oldukları. Orada geçirdiğim ilk kış tam dört kez evden kaçtım, bir keresinde Wichita’ya kadar gittim; her seferinde beni alıp geri getirdiler, soru filan da sormadılar. O zamanlar ben hemen hemen bir hiçtim, bir insanı oluşturan şeyin sıfırlanma noktasının bir ya da iki milim üstündeydim; Usta, benim ruhumun bir hayvanınkinden pek de yüce olmadığını düşündüğünden beni orada işe başlattı, yani ahırda, hayvanların yanında.
( Syf 9-21)
(…)
Kuşkularımın tümünden bir çırpıda sıyrıldığımı söylemek abartı olur, ama tutumumun değişmeye başladığı da yadsınmaz bir gerçekti. Kaçmanın anlamsız olduğunu anlamıştım, hoşlansam da başlanmasam da orada saplanıp kaldığıma göre bana verilenden olabildiğince yararlanmaya karar verdim. Bu kararımın belki de ölümle yüz yüze gelmiş olmamla ilgisi vardı, bilmiyorum, ama hasta yatağımdan çıkıp ayaklarımın üzerinde durur durmaz içimdeki kavgacılığın silinip gitmiş olduğunu gördüm. Yeniden sağlığıma kavuştuğuma öylesine seviniyordum ki, evrendeki toplumdışı kişilerle bir arada yaşamak artık beni rahatsız etmiyordu. Bu insanlar tuhaf, sevimsiz kişilerdi, ama durmadan homurdanmama, kötü davranmama karşın hepsi de bana sevgiyle yaklaşıyorlardı, bunu görmemek için eşek olmam gerekirdi. Belki de onlara alışıyordum. Bir insanın yüzüne uzunca bir süre bakarsanız sonunda kendinize bakar gibi olursunuz.
Bütün bunlar bir yana, hayatımın kolaylaştığını sanmayın sakın. İlk başta öncekine göre daha da zorlaştı; daha az kafa tutuyorum diye her zamankine oranla çokbilmişliğimde bir eksilme falan olmamıştı ya da eskisinden daha az kavgacı, daha az işe yaramaz biri olmamıştım.
(…)
Duygusal olmak istemiyorum, ama sözünü ettiğim şey benim çocukluğum, en eski anılanının yorganı; daha sonraki yıllarımda söz etmeye değecek pek bir dostum olmadığı düşünülürse Aesop’la olan dostluğum özellikle belirtilmeye değer. Yehudi Usta kadar o da beni öyle açılardan etkiledi ki kimliğim değişti, hayatımın yönü ve özü değişti. Demek istediğim yalnızca ön yargılarımın ya da bir insanın teninin renginin arkasında ne olduğunu asla düşünmemek konusundaki o eski inanışımın değişmesi değil, aramızda oluşan dostluk, Aesop’la aramızda gelişen bağ. Aesop benim can yoldaşım oldu, tekdüze bir gökyüzü altındaki denizde tutunduğum çıpa oldu, eğer Aesop beni desteklemek üzere orada bulunmasaydı, sonraki on iki ya da on dört ay boyunca çekeceğim işkencelere katlanmak için gereken yürekliliği asla bulamazdım. Usta, odamın karanlığında ağlamıştı, ama ben iyileşir iyileşmez bir köle tacirine dönmüş, hiçbir insanın katlanmaması gereken acılar çektirmişti bana. Şimdi durup geriye, o günlere baktığımda, nasıl olup da ölmediğime, yaşadığıma ve burada durup bunları anlattığıma şaşıyorum.
(Syf 44-46)