Paula Fox: Umutsuz Karakterler

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Paula Fox ile devam ediyor.

28 Haziran 2024 - 15:10

(22 Nisan 1923- 1 Mart 2017)

1923’te New York’ta, Kübalı bir anne ve İrlandalı bir babanın çocuğu olarak doğdu. Çocuk yetiştirmenin sorumluluklarından bunalan genç anne ve babası, kızlarını geçici olarak bir papaza ve onun yaşlı annesine teslim etti. Fox altı yaşına kadar onlarla kaldı. Daha sonra anneannesi ile birlikte yaşadı. Çocukluğu boyunca New York, California ve Küba arasında mekik dokudu ve nihayet on iki yaşlarında New York’a döndü. Columbia Üniversite’sinde edebiyat eğitimi aldı. Avrupa'da haber muhabiri olarak çalıştı.

 Çocuklar ve yetişkinler için birçok kitap yazan Fox’un ilk kitabı 1966 yılında yayımlandı. The Slave Dancer (Köle Dansçı) adlı çocuk romanı 1974’te Newbery Madalyası aldı. Çocuk edebiyatına kazandırdığı eserlerle 1978’de Hans Christian Andersen Ödülü’ne layık görüldü. 90’lı yılların sonlarına doğru yeni nesil yazarların ilgisiyle birlikte yetişkin romanları da dikkat çekmeye başladı. Umutsuz Karakterler filme de uyarlandı. 2017’de, 93 yaşındayken öldü.

Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Umutsuz Karakterler isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

UMUTSUZ KARAKTERLER

Mr. ve Mrs. Otto Bentwood sandalyelerini aynı anda geriye çekti. Otto otururken sepetteki Fransız ekmeği dilimlerini, toprak güveç kabındaki tavuk ciğeri sotesini, Sophie’nin Brooklyn Heights’taki antikacılardan birinde bulduğu mavi söğüt dalı desenli oval porselen tabaktaki söğüş domates dilimlerini ve yeşil seramik kâsedeki Milano usulü risottoyu gözden geçirdi. Tiffany abajurun dekoratif camıyla bir nebze yumuşayan parlak ışık yemeği aydınlatıyordu. Yemek masasından bir metre kadar ötede, paslanmaz çelik eviyenin tepesindeki floresan tüp lambanın ışığı mutfak kapısının önüne yere beyaz bir dikdörtgen halinde düşüyordu. Zemin katın iki odasını ayıran sürme kapılar epey zaman önce kaldırıldığından Bentwood’lar biraz dönünce abajuru beyaz bir yarımküreyi andıran lambaderin şu saatlerde hep yandığı oturma odasını boylu boyunca görebiliyor, isterlerse olgun sedir ağacından rabıtalara, başka ciltlerin yanında Goethe’nin tüm eserleriyle birlikte iki raf dolusu Fransız şaire ev sahipliği yapan kitaplığa ve Viktoria tarzı dolaplı yazı masasına bakabiliyorlardı.

Otto geniş keten peçeteyi itinayla açtı.

“Kedi yine gelmiş,” dedi Sophie.

“Şaşırdın mı?” diye sordu Otto. “Ne bekliyordun?”

 Sophie, Otto’nun omzunun arkasında kalan, arka bahçenin üstüne bir karga yuvası gibi kondurulmuş küçük ahşap sundurmaya açılan cam kapıya baktı. Hırpani, bir deri bir kemik kedi uysal bir ısrarla kapıya sürünüyordu. Ağaç küfü grisi kürkü hafif çizgiliydi. Kocaman başı sivri çeneli, ilkesiz ve grotesk bir balkabağını andırıyordu.

“Bakma şuna,” dedi Otto.  “Baştan beslememeliydin zaten.”

“Haklısın galiba.”

 “ASPCA’i1 aramamız gerekecek.”

 “Zavallıcık.”

“Kendini kollamayı bilir o. Bu kedilerin hepsi öyledir.”

“Belki benim gibi insanlara bağlıdır hayatta kalması.”

“Ciğer nefis olmuş,” dedi Otto. “Hayatta kalıp kalmamalarının ne önemi var bilemiyorum.”

Kedi gövdesini savurarak kapıya yaslandı.

“Görmezden gel şunu,” dedi Otto. “Brooklyn’in tüm vahşi kedileri yemek dilenmek için verandamızda gece nöbetine başlasın ister misin? Bahçeyi ne hale getireceklerini düşün! Geçen gün bir tanesi kuş yakaladı. Uysal pisicik değil bunlar, biliyorsun. Haydut hepsi.”

(…)

 Sophie mutfağa gider gitmez Otto kapıya döndü. O anda kedi cama tos attı. “Musibet piç!” diye mırıldandı Otto. Bir an ona bakan kedi hemen gözlerini çevirdi. Ev Otto’ya sağlam ve kuv vetli geliyordu, bu sağlamlık hissi sırtını destekleyen bir el gibiydi. Bahçenin diğer ucunda, huzursuzca kıvranan kedinin ötesinde kalan kenar mahalle sokağındaki evlerin arka pencerelerini görebiliyordu. Pencerelerden bazılarına paçavralar veya şeffaf naylon örtüler tutturulmuştu. Birinin pervazından mavi bir battaniye sarkıyordu. Ortasındaki enli yırtıktan duvarın solgun pembe tuğlaları görülüyordu. Battaniyenin lime lime olmuş kenarı Otto tam önüne dönmek üzereyken açılıveren bir kapının üst çerçevesine kadar iniyordu. Üstünde bornozuyla şişman ve yaşlı bir kadın bahçeye fırlayıp elindeki kesekâğıdını yere boşalttı, döktüğü çöpe şöyle bir bakıp içeri döndü. Fincanlar ve fincan tabaklarıyla Sophie içeri geldi.

“Yolda Bullin’le karşılaştım,” dedi Otto. “Bana oradaki evlerden ikisinin daha satıldığını söyledi.” Eliyle arka pencereleri işaret edince kedinin ona bir şey uzatılmış gibi havaya sıçradığını gördü gözucuyla. “Satılan evlerde yaşayanlara ne olacak acaba? Nereye gidecekler? Merak ediyorum hep.” “Bilemiyorum. Her yer öyle kalabalık ki.”

“Evleri kim almış?”

“Birini Wall Street’ten cesur bir girişimci, diğerini de Broadway’deki çatı katı dairesinden çıkarılan bir ressam sanırım.”

“Cesur olması gerekmiyor ki. Paralı olması gerekiyor.”

“Pilav enfesti Sophie.”

“Bak! Daracık kapı kirişine kıvrılmış oturuyor. O kadarcık yere nasıl sığabiliyor?”

“Yılan gibi de ondan.”

“Otto, birazcık süt vereceğim şuna. Baştan beslememem gerekirdi, biliyorum. Ama gelmiş bir kere. Haziranda Flynders’a gideceğiz zaten. Döndüğümüzde başka kapı bulmuş olur.”

“Neden inat ediyorsun? Kendini şımartmaktan başka bir şey değil bu yaptığın. Bir deri bir kemik halini görmediğin sürece sorun olmadığını söylüyorsun. Karşıdaki şu lanet kadın akşamki çöpünü bahçeye boşalttı. Oraya gidip doyursa ya karnını?”

“Niye yaptığım umurumda değil,” dedi Sophie. “Bir deri bir kemik olduğunu görmem yetiyor.”

“Kaçta Holstein’larda olacaktık?”

“Dokuzda,” dedi Sophie, süt koyduğu fincan tabağıyla kapıya giderken. Pervaz çıkıntısında duran küçük anahtarı aldı, uzatıp kilide soktu. Pirinç kapı kulpunu çevirdi.

Kedi haykırdı, hemen sütü yalamaya koyuldu. Diğer evlerden belli belirsiz tabak tencere tıkırtıları, televizyon ve radyo uğultuları geliyordu ama çok katmanlı sesleri birbirinden ayırt etmek zordu.

Kedinin koca kafası Meissen porseleni küçük tabağın üstünde sallanıyordu.

(…)

Kedi bıyıklarını temizlemeye koyulmuştu. Sophie eğilip yeniden sırtını okşadı, parmaklarını kuyruğun yükseldiği keskin, tüylü kıvrıma kadar götürdü. Kedinin sırtı parmaklarına yaslanmak için gerilerek havaya kalktı.  Gülümseyen Sophie kedinin şefkatli bir insan temasını ne sıklıkta hissettiğini, böyle bir teması daha önce deneyimlemiş olup olmadığını merak etti; kedi arka bacakları üstünde yükselerek elini pençelerken hâlâ gülümsüyordu, hatta dişlerini sol eline geçirip etine asılan kedinin onu devirmesine ramak kaldığı âna dek gülümsemeye devam etti ve afallayıp dehşete kapıldığı halde hâlâ Otto’nun varlığının bilincinde olduğundan elini o dikenli tel çemberinden çekip kurtarırken boğazında yükselen çığlığı bastırmayı başardı. Diğer eliyle kediyi itti, alnından boşalan tere, karıncalanıp kasılan eline rağmen kedi yemek dilenmekten başka bir şey yapmamış gibi, “Hayır, hayır, yapma!” derken, bir yandan duyduğu acıya ve korkuya rağmen sesinin o kadar sakin çıkmasına şaşırdı. Etini aniden bırakan pençeler yeni bir darbe indirecekmiş gibi geri çekildi ama sonra kedi –sanki havada– dönerek sundurmadan atladı ve gölgeli bahçede kayboldu.

“Sophie? Ne oldu?”

“Bir şey yok,” dedi. “Çayı getireyim.” Kapıyı itip kapadı, Otto’ya sırtını dönüp çabucak mutfağa gitti. Kalbi güm güm atıyordu. Kalbinin gümbürtüsünü bastırmak için derin derin nefesler almaya çalışırken, ayıplanacak bir şey yaparken yakalanmış gibi duyduğu kuvvetli utanca bir an şaşırdı.

Mutfak eviyesinin başına dikilip ellerini kenetledi, bir şey yok, dedi kendine. Başparmağının dibindeki uzun tırmık izi hafifçe kanıyordu ama asıl kedinin ısırdığı yerden kan fışkırıyordu. Suyu açtı. Ellerinin kanı çekilmiş gibiydi, kışın teninde belirmeye başlayan, çili andıran lekeler morarmıştı. Eviyeye yaslandı, bayılacağını sandı. Sarı mutfak sabunuyla ellerini yıkadı. Tenini yalayınca sabun ve kan tadı aldı, ısırık izine bir parça kâğıt havlu bastırdı. Çaylarla salona döndüğünde Otto mavi kapaklı bir dosyayı açmış bazı belgeleri inceliyordu. Başını kaldırıp baktığı zaman Sophie mümkün olduğunca sakin bir ifadeyle bakışlarına karşılık verdi ve diğer elini arkasına gizleyerek sağ eliyle çayı önüne bıraktı. Yine de ne olduğunu anlayamadığı bir ses duymuş gibi biraz şaşkın göründü Otto. Sophie hemen meyve ister mi diye sorarak olası soruların önünü aldı. Otto meyve istemediğini söyledi ve konu açılmadan kapandı.

(…)

“Bitti artık,” dedi Otto. İç geçirdi. “Sonunda halloldu.”

“Nedir hallolan?”

“Sağırlaştın Sophie. Artık beni hiç dinlemiyorsun. Charlie bugün yeni ofisine taşındı. Başka bir yer bulduğunu bu sabaha dek bana söylemedi bile. Temiz bir sayfa açmak istiyormuş. ‘Dosyalara ihtiyacım olursa sana ulaşabilir miyim?’ diye sordu. Soru sorarken bile makul davranmayacağımı ima ediyordu.”

Sophie oturdu, sol elini kucağına koydu.

“Olan biteni bana hemen hiç anlatmadın ki,” dedi.

“Anlatacak pek bir şey yoktu. Geçen yıl hiçbir konuda hemfikir olamadık, hiçbir konuda. Yağmur yağacak desem Charlie altdudağını sarkıtarak hayır yağmayacak diyordu. Dikkatle hava durumu raporlarını okuduktan sonra hava güzel ve açık olacak diye yorum yapıyordu. İnsanların karakterinin değişmeyeceğini uzun zaman önce öğrenmiş olmam gerekirdi. Elimden geldiğince uyumlu davranmaya çalıştım.”

(…)

Sophie yüzünü buruşturdu. Otto’nun kaşlarının çatıldığını fark edince, söylediklerinden hoşlanmadığını sandığı için böyle yaptığını anladı. Ne olduğunu ona anlatacaktı artık, gizlemek için bir nedeni yoktu. Kediyle olanlar aptalcaydı. Olaya yarım saat mesafe aldıktan sonra, ısırıldığında hissettiği dehşet ve utanca şaşıyordu şimdi.

“Kedi beni tırmaladı,” dedi. Hemen ayağa kalkan Otto masanın çevresinden dolaşıp yanına geldi.

“Göster bakayım.”

Sophie elini kaldırdı. Canı yanıyordu. Otto yüzünde kaygılı bir ifadeyle eline nazikçe dokundu. Sophie böyle anlayışlı davranmasının kedi hakkındaki uyarısında haklı çıkmasından kaynaklandığını düşündü bir an.

“Yıkadın mı? Bir şey sürdün mü?”

“Evet, evet,” diye karşılık verdi sabırsızlıkla, kâğıda yayılan kana bakıp kanama bir dursa her şeyin sona ereceğini düşünürken.

“Üzgünüm canım. Ama kediyi beslemek iyi bir fikir değildi.”

“Evet, değildi.”

“Acıyor mu?”

“Biraz. Böcek ısırığı gibi.”

“Bir süre dinlen. Gazete oku.” Otto masayı topladı, tabakları bulaşık makinesine yerleştirdi, kalan ciğeri bir kâseye koyup güveç kabına su doldurdu. Bunları yaparken kucağında gazeteyle dimdik oturan Sophie’yi görüyordu arada bir. Tuhaftı ama alışılmadık hareketsizliğini dokunaklı buluyordu. Sophie bir şeylere kulak kesilmiş bekler gibi görünüyordu.

 Salonda oturmuş gazetenin ilk sayfasına bakıyordu Sophie. Eli zonklamaya başlamıştı. Sorunun yalnızca elinde olduğunu söyledi kendine, ama bedeninin geri kalanı da anlayamadığı bir biçimde dahil olmuştu olanlara. Sanki ölümcül bir yara almıştı.

Oturma odasına dönen Otto, “Ne giyeceksin?” diye sordu neşeli bir tavırla.

“Şu Pucci elbisemi,” dedi Sophie, “gerçi onu giymek için biraz fazla kilo aldım ama.” Ayağa kalktı. “Otto, neden ısırdı beni? Okşuyordum onu.”

“Tırmaladı dememiş miydin?”

“Ne yaptıysa yaptı... ama neden öyle saldırdı bana?”

Merdivenlere doğru yürüdüler. Tavandan sarkan kabarcıklı Viktoria tarzı cam kürenin yumuşak sarı ışığında maun ağacı tırabzan parlıyordu. O ve Otto, tırabzandaki eski siyah boya katmanını temizlemek için bir hafta uğraşmışlardı. Eviz satın aldıktan sonra ilk iş bunu yapmışlardı.

“Çünkü vahşi,” dedi Otto. “Çünkü senden tek istediği yiyecekti.”

(Syf 9-17)

“Hayatımız değişecek ama sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar.”

“Hayatınız değişmeyecek,” dedi Mike, biraz tahammülsüz. “Belki planlarınız değişir ama hayatınız değişmeyecek”

(Syf 30)

Etiketler; Paula Fox

ARŞİV