PEARL S. BUCK ( 26 Haziran 1892- 6 Mart 1973)
Pearl Sydenstricker Buck, Nobel edebiyat ödülünü alan ilk Amerikalı kadındır. 26 Haziran 1892'de Batı Virginia, Hillsboro'da dünyaya geldi. Pearl'ün ebeveynleri, 1880'den beri Çin'de Presbiteryen misyonerleriydi ve o doğduğunda izinli olarak evdeydiler. Pearl'ün doğumundan beş ay sonra Çin'e döndüler. Hayatının büyük bir bölümü Çin’de geçti. 1910'da Amerika Birleşik Devletleri'ne döndü ve Lynchburg, Virginia'daki Randolph-Macon Kadın Koleji'ne kaydoldu. 1914'te felsefe alanında lisans derecesi aldı ve üniversitede psikoloji öğretmesi için davet edildi. Bir dönem sonra hasta annesine bakmak için Çin'e döndü.
1917 yılında John L. Buck'la evlendi daha sonra boşanarak 1935 yılında Richard Walsh ile ikinci evliliğini yaptı. Bir çocuk sahibi olan Pearl S. Buck yaşamı boyunca dokuz çocuğu evlat edindi. Hayatını önce öğretmenlik daha sonra da yazarlıkla kazanan Pearl S. Buck, 1931 yılında The Good Earth (İyi Dünya) adlı yapıtıyla Pulitzer Ödülü'nü kazandı. 1938 yılında kazandığı Nobel Ödülü’nün ardından National Institute of Arts and Letters (Ulusal Sanat ve Edebiyat Entitüsü) üyeliğine layık görüldü.
Başlıca kitapları sırayla; Akrabalar, Ana, Büyük Dalga, Çin Sarayında Bir Bakire, Edebi Mucize, Şakayık sayılabilir.
Yazarın Kafka Kitap tarafından okurla buluşturulan Ebedi Mucize isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
EBEDİ MUCİZE
Uykudan uyandı. Farkı bilmiyordu çünkü bilmek, henüz varlığının bir parçası değildi. Artık özel denizinde değildi ama sıcaktı ve sarmalanmıştı. Her ne kadar kendinin olmasa da o hareketinin farkındaydı. Sadece, sıvı yerine havada hareket ediyor; yaptığını bilmese de sürekli nefes alıyordu. İçgüdü onu nefes almaya itti. İçgüdü onu, özel denizinde yaptığı gibi bacaklarını ve kollarını hareket ettirmeye itti. Sonra aniden, o an başına gelene her şey gibi aniden, ne yumuşak ne de sert bir yüzeye yatırıldığını hissetti. Kendisinin başka bir sıcaklığın yakınında tutulduğunu, ağzının başka bir sıcaklığa büründüğünü hissetti. Hâlâ bilmese de içgüdü harekete geçti. Ağzını açtı; küçük, sıcak bir yumuşaklığın hafifçe ağzına itildiğini hissetti, tatlımsı bir sıvı diline dokundu, içgüdüsel zevk tüm vücudunu ele geçirdi, tamamen yeni ve beklenmedik bir ihtiyaç hissetti. Emmeye, yutmaya başladı ve kendini tamamen bu yeni içgüdüye kaptırdı. Tüm varlığını kaplamış bu zevk daha önce hiç yaşamadığı bir şeydi. Şu anda acıyı hissettiği kadar kuvvetli bir biçimde zevki de hissediyordu. Bu onun ilk bilgisi, acısı ve zevkiydi. Ne olduklarını bilmese de aralarındaki farkı biliyordu; acıdan nefret ettiğini ve zevki sevdiğini biliyordu. Bu bilgi, içgüdünün bir parçası olmasına rağmen, içgüdüden daha fazlasıydı. İçgüdüsel olarak zevk duygusunu, içgüdüsel olarak acı hissini biliyordu. Acı hissettiğinde içgüdüsel olarak ağzını açtı, yüksek sesle ve hatta öfkeyle ağladı. Bunu yaptığında, ona acı veren şeyin durduğunu öğrendi ve bunun bilgisi oldu.
(…)
İlk başta sadece kendisinin, kendi zevkinin, kendi acısının farkındaydı. Sonra bazı kişileri zevkiyle ve acısıyla ilişkilendirmeye başladı. Tüm bu kişiler içinde ilişkilendirdiği ilk kişi annesiydi. Onu ilk önce sadece içgüdüsel olarak ve zevkle tanıyordu. Göğüslerinden beslendi ve bu onun başlıca zevkiydi. Emerken, içgüdüsel olarak annesinin, hatları zevk sürecinin bir parçası olana dek yüzüne baktı. Zevk duyduğu zaman gülümsemeyi öğrendiğinde, içgüdüsel olarak önce ona gülümsedi.
Sonra bir gün bu zevkli, zevk veren şeyin acı da verebileceğini keşfetmek onu şok etti, hatta korkuttu. Çenesini bir şeyin üzerine kapamak için içgüdüsel bir ihtiyaç duyuyordu çünkü ağrıyor ve yanıyordu.
(…)
Bundan sonra neredeyse her gün değiştiğini hissetti. Yapması gereken şeyi yapmak zorunda hissediyordu. Beşiğindeyken yüzüstü yuvarlanıp başını kaldırması tamamen doğal bir hal aldı. Sonra kendini yukarı itti ve dünyası büyüdü. Beşiğin dışını görebiliyordu. Birkaç gün içinde, kaç gündü bilmiyordu çünkü hala içgüdüsü tarafından yönetiliyordu, vücudunu dizlerine kaldırabileceğini de gördü. Elleri ve dizleri üstünde ileri geri sallandı, hareketi vücudunun her yerinde hissetti. Zevkliydi ve bunu tekrar tekrar yaptı. Bundan sonra günler hızla ilerledi. İçgüdü gittikçe daha hızlı bir biçimde bilgiye dönüştü. Artık ellerinin ve dizlerinin üstünde durmak alışkanlık meselesiydi. Nasıl yapılacağını biliyordu ve artık bu yeterli değildi. İçgüdü onu ilerlemeye, bir elini diğerinin önüne koymaya, dizleri ellerini takip etmeye ve sonra beşiğin, ya da Yaratığın onu gündüzleri koyduğu yerin sınırlarına ulaştığında, daha ileri gidemediği için tahta çıtaları kavrayıp kendini yukarı çekmeye ikna etti.
Artık gerçekten çok yüksekteydi. Böyle bir yükseklikte her şey, , tüm dünya farklı görünüyordu. Artık altta değildi. Yukarıdaydı. Dünyanın tepesindeydi ve sevinçle güldü.
(...)
Bilmeyi öğreniyordu. Son zamanlarda öğrenmeye içgüdüsel hareketlerden daha fazla zaman harcıyordu. Etrafı bir şeylerle çevriliydi. Bunların her birini elinde nasıl hissettiğinin, tutamayacak kadar büyük olup olmadıklarının, sonra da dokunmanın öğrenilmesi gerekiyordu.
(Syf 20-23)
Zaman hakkında hiçbir şey bilmiyordu ama kendi bedeninin ve ihtiyaçlarının her zaman bilincindeydi; bu şekilde zamanın bilincine vardı. Karnındaki bir şey, neredeyse acı veren ama tam da acı olmayan bir boşluk, sadece yiyecekle doldurulabilecek bir rahatsızlıktı. Bu gereklilik günü zamana böldü. Karanlık çöktü ve uykusu geldi. Gözleri kapandı ve anne Yaratık onu ılık suya soktu, ılık ve yumuşak giysilere sardı. Süt içti, rahatlatıcı yiyecekler yedi, sonra yatağında oyuncak bir Yaratıkla oynamaya çalıştı ama gözleri kapandı. Oda karanlıktı ama gözlerini tekrar açtığında aydınlıktı. Ayağa kalkıp annesine bağırdı, annesi yüzünde gülücükle gelip onu yataktan kaldırdı, tekrar yıkanıp beslendi; sonra her şeyi tekrar tekrar araştırdığı ve yeni bir şey gördüğünde duraksadığı, odada yalnızsa annesi odadayken hep, “Hayır- hayır,” dediği şeyleri araştırmakla geçen o günkü işlerine koyuldu. Şahsen, bu bilme işinde sınır tanımadı. Öğrenmesi gerekiyordu.
(…)
Her geçen gün yeni kelimeler öğreniyordu. Kelimeleri bu kadar erken öğrenmenin alışılmadık olduğunu bilmiyordu. Sadece ebeveynleri sık sık güldüğü ve ellerini çırptığı için mutluydu.
İkinci doğum günü geldiğinde saymayı öğrenmişti bile. Bir sayının ardından diğerinin ve bir başkasının geldiğini ve her birinin bir adı olduğunu biliyordu. Bu isimleri bir gün tesadüfen kalıplarla öğrendi. Kalıplarla dolu bir kutudan yere bir kalıp koydu.
(…)
Para, elbette, tarladaki ağaçlardan ve papatyalardan farklıydı. Üç yaşına geldiğinde, istediğinin karşılığında para verilmesi gerektiğini biliyordu. Annesiyle caddenin ilerisindeki markete yürüdü; annesinin ekmek, süt, et, sebze ve meyve karşılığında metal ve kağıt parçalar verdiğini gördü.
İlk seferden sonra eve döndüğünde, “Bu ne?” diye sordu. Annesinin bozuk para çantasını bulmuş, açıp içindeki çeşitli bozuk paraları mutfak masasında sıraya koymuştu.
Annesi ona her birinin adını söyledi, o da her birini tekrarladı. Bir kez öğrendikten sonra hiçbir şeyi unutmadı. Sonu gelmeyen sorular sordu ve cevapları hep hatırladı. Ama hatırlamaktan fazlasını yaptı. Prensibi anladı. Para sadece paraydı. İstenilen karşılığında verilmediği sürece hiçbir şey değildi. Bu onun değeriydi, bu onun anlamıydı.
O gün, madeni paraların isimlerini mükemmel bir şekilde tekrarlamasının ardından annesi ona tuhaf tuhaf bakmıştı.
“Hiçbir şeyi unutmuyorsun, değil mi, Rannie?” demişti.
“Hayır,” diye cevaplamıştı. “Hatırlamam gerekebilir, bu yüzden unutmamalıyım”
(Syf 27-30)
Altı yaşındayken okula başladı. Yeni bir hayatın başladığı soğuk bir sonbahar sabahıydı. Annesi ona bir hafta önce lacivert bir takım elbise almış, babası da saçlarını kestirmek için berbere götürmüştü.
(…)
Bu sessiz üniversite kasabasında, yürüyerek gidebilmesi sadece üç sokak ötede bulunan okula giderken günün ciddiyetini düşündü.
Her şeyi öğreneceğim, diye geçirdi aklından. Bana motor yapmayı öğretecekler. Bana tohumların neden büyüdüğünü söyleyecekler. Tanrı’nın ne olduğunu öğrenmeme izin verecekler.
Sabahın huzuru onu neşe ve mutlulukla sarmaladı. Okul her şeyi öğrenebileceği bir yerdi. Bütün soruları cevaplanacaktı. Bir öğretmeni olacaktı. Okul bahçesine vardığında, orada yaşıtları kız ve erkek çocuklar oynuyorlardı. Bazılarının anneleri yanlarındaydı çünkü bu, okuldaki ilk günleriydi. Kendi annesi, “Belki ilk gün seninle gelsem iyi olur, Rannie,” demişti.
“Neden?” diye sormuştu.
Babası gülmüştü. “Neden gerçekten de! Haklı o kendi kendini idare edebilir.”
(…)
Öte yandan, gün genel olarak hayal kırıklığı yarattı. Okumayı zaten bildiği için yeni bir şey öğrenmedi. Bayan Downes karatahtadaki harfleri ve seslerini açıklarken o, okuma kitabından ilk okumasını yaptı. Yarım saatlik pastel boya çalışmasından keyif aldı, evinin arkasındaki yarım dönümlük araziden geçen küçük derede inşa ettiği bir baraja yerleştirmeyi düşündüğü tekerlek çekişli motoru tasarladı.
Bayan Downes çalışmasını gözlüklerinin altından inceleyerek “Bu ne?” diye sordu.
“Bu, suyla çalışan bir motor,” diye cevap verdi. “Henüz bitirmedim”
“Ne işe yarıyor?” diye sordu.
“Balıkları üst taraftaki havuzda tutacak. Balıklar aşağı doğru yüzdüklerinde bu kanat onları durduracak.”
“Ya yukarı yüzerlerse?” diye sordu öğretmeni.
“Kanat onlara yardım edecek.”
Ona dirayetli ve şefkatli gözlerle baktı. “Sen buraya ait değilsin, “ dedi.
“Nereye aidim?” diye sordu.
Öğretmeni neredeyse hüzünlü bir ifadeyle, “Bilmiyorum” dedi. “Herhangi birinin bildiğinden de şüpheliyim”
(Syf 38-41)
Rannie üniversiteye giriş sınavlarına hazır olduğunda on iki yaşındaydı ve sınavları kolaylıkla verdi.
Babası, “Artık,” dedi, “dünyayı kendin görmeye hazırsın. Yıllardır bugün için para biriktirdim. Annen, sen ve ben uzun, upuzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Birkaç yıl buralardan uzak kalacağız. Belki on altı yaşına geldiğinde üniversiteye gidersin. Bilmiyorum. Belki de gitmek istemeyebilirsin.”
Rannie’nin babası ve annesiyle yapacağı o upuzun yolculuk ne yazık ki asla gerçekleşmeyecekti. Babası bunun yine tamamen farklı bir yolculuğa, ölüme yalnız bir yolculuğa çıktı.
(Syf 53)