PENELOPE FITZGERALD (17 Aralık 1916 - 28 Nisan 2000)
1916 yılında İngiltere’nin Lincoln kentinde doğdu. 1938’de Oxford Üniversitesi’nin ilk kadın mezunu oldu. 58 yaşında roman yazmaya başlayan Fitzgerald, ‘Offshore’ yapıtıyla Booker Ödülü’nü kazanan bir romancı, şair, deneme ve biyografi yazarı olarak öne çıktı ve The Times gazetesi tarafından “1945’ten bu yana gelmiş geçmiş 50 büyük İngiliz yazarı” listesine alındı, Observer gazetesi ise son romanı ‘Mavi Çiçek’e “en iyi on tarihsel roman” arasında yer verdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında BBC’de görev yaptı. 1942’de Oxford’dan arkadaşı hukukçu Desmond Fitzgerald’la evlendi. 1950’lerde World Review adlı bir derginin kurucularından ve yazarlarından olan Penelope Fitzgerald ailesini geçindirmek için 1960’larda öğretmenlik yaptı ve 70 yaşına kadar bu mesleği sürdürdü. 2000 yılında ölen yazara İngiliz PEN Kuruluşu 1999 yılında “Altın PEN” ödülünü verdi. Yazdığı romanlarda genellikle insan doğasının karmaşıklıklarını, toplumsal normları ve bireylerin içsel çatışmalarını işleyen yazar çok sayıda denemeye de imza attı.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Baharın Başlangıcı isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
BAHARIN BAŞLANGICI
1913’te Varşova aktarmalı Moskova - Charing Cross yolculuğu on dört pound, altı şilin, üç penny tutuyor, iki buçuk gün sürüyordu. Mart 1913’te Frank Reid’in karısı Nellie, üç çocuğu da –isimleri Dolly, Ben ve Annuşka’ydı– yanına alarak Khamovniki semtindeki Lipka Sokağı 22 numaradan bu yolculuğa çıktı. Annuşka (ya da Annie) üç ay sonra üç yaşına basacaktı ve diğerlerinden de büyük bir bela olacağa benziyordu. Fakat Lipka Sokağı 22 numarada çocuklara bakan dadı Dunyaşa onlarla gitmemişti.
Dunyaşa herhalde neler döndüğünden haberdardı ama Frank Reid öyle değildi. Matbaadan evine döndüğünde olanları ilk önce bir mektuptan öğrendi. Hizmetkâr Toma, mektubu bir ulağın getirdiğini söylemişti.
“Ulak nerede?” diye sordu Frank, mektubu eline alırken.
Nellie’nin yazısıydı bu.
“Mektubu bırakıp gitti. Ulaklar Loncası’na üye, bir yerde mola vermesi yasak.”
Frank doğruca evin arka sağ köşesine, mutfağa gitti ve ulağı orada kırmızı kasketini önüne koymuş, aşçı ve yardımcısıyla çay içerken buldu.
(…)
Frank mektubu elinden geldiğince yavaş okudu ama Nellie’nin gittiğini bildiren sadece birkaç satır vardı. Moskova’ya geri dönmekten bahsedilmiyordu; Frank onun esas sorunun ne olduğunu söylemek istemediğine karar verdi, özellikle de sayfanın en altına asla sitem etmediğini ve Frank’in de mektubu böyle görmesini istediğini yazdığı için. Kendine iyi bakmakla ilgili bir şey de vardı.
Herkes durmuş, sessizce Frank’i izliyordu. Onları hayal kırıklığına uğratmak istemeyen Frank sayfayı özenle katladı ve tekrar zarfa koydu. Dışarıya, gölgeler içindeki avluya baktı; kışlık yakacak odun yığını azalmış, dörtte bire inmişti. Arkadaki çitin ötesinde, orada burada komşuların gaz lambaları parlıyordu. Frank, Moskova Elektrik Şirketi’yle anlaşarak kendi yirmi beş vatlık aydınlatma tesisatını kurmuştu.
“Elena Karlovna gitmiş,” dedi, “üç çocuğu da yanına almış. Ne kadarlığına gittiğini bilmiyorum. Ne zaman döneceğini de söylememiş.”
Kadınlar ağlamaya başladı. Nellie’ye bavulları hazırlamasına yardım etmiş olmalılardı ve herhalde bavula girmeyecek kışlık kıyafetler onlara verilmişti; yine de bu gözyaşları gerçek, acı içtendi.
(…)
Frank’in babası 1870’lerde Moskova’da şirketi kurduğunda matbaa makineleri ithal ediyor ve kuruyordu. Ek uğraş olarak küçük bir basım şirketi edinmişti. Şimdilerde Frank’in elinde neredeyse sadece bu iş kalmıştı. Artık montaj atölyesiyle bir şey yapmak mümkün değildi, Alman ve doğrudan ithalat rekabeti çok güçlüydü. Ama Reid Matbaası iyi iş yapıyordu ve şirketin yönetim muhasebecisi de son derece aklı başında biriydi. Gerçi Selwyn söz konusu olduğunda “aklı başında” pek doğru bir tabir sayılmazdı. Evli değildi ve görünüşe göre bu durumdan yakınmıyordu, Tolstoy’un takipçisiydi, Tolstoy öldüğünden beri daha da sıkı bir takipçisi olmuştu ve Rusça şiirler yazıyordu. Frank, Rusça şiirin huş ağaçları ve karla ilgili olmasını beklerdi, nitekim Selwyn’in ona okuduğu son mısralarda hem huş ağaçları hem de kar sık sık geçiyordu.
Frank telefonun yanına gitti, kolu iki kere çekerek Reid Matbaası’nı istedi, bu isteğini birkaç kez tekrarladı. (…)
Telefon bağlandı ve Selwyn’in nazik, hülyalı sesi Rusça yanıtladı: “Sesin geliyor.”
“Bak, bu öğleden sonra seni rahatsız etmek istemezdim ama hiç beklenmedik bir şey oldu.”
“Pek kendinde değil gibisin Frank. Söylesene, sebebi neşe mi üzüntü mü?
“Daha çok şok demeliyim. İkisinden biri olacaksa da üzüntü.”
Toma bir anlığına hole çıktı, yapılacak değişikliklerle ilgili bir şeyler söyleyip ardından mutfağa çekildi. Frank konuşmayı sürdürdü: “Selwyn, mesele Nellie. İngiltere’ye geri döndü sanırım, çocukları da yanına almış.”
“Üçünü de mi?”
“Evet.”
“Peki şeyi görmek istemiş olamaz mı...” Selwyn duraksadı, sanki sıradan insan ilişkileri için sözcükleri bulmakta zorlanıyordu, “İnsan annesini görmek isteyemez mi?”
“Bu konuda tek kelime etmedi. Zaten annesi ben onunla tanışmadan önce ölmüştü.”
(…)
Selwyn sağduyulu biriydi; sağduyusu çalışırken ve beklenmedik zamanlarda, adeta umut tükendiğinde kendini gösterirdi. “
(…)
“İşimiz bittiğinde akşam yemeği yiyelim mi Frank? Seni boş bir koltuğa oturmuş, gözleri dalıp gitmiş halde düşünmek hoşuma gitmiyor. Bir restoranın ruhsuz ortamında değil, benim evde ve çok sade bir yemek olabilir.”
“Sağ ol ama olmaz. Yarın işte olacağım, her zamanki saatte, sekiz civarında.”
Frank telefon ağızlığını som pirinç çengeline geri astı ve evi dolaşmaya koyuldu, mutfaktan gelen alçalıp yükselen uzak sesler dışında ev sessizdi, hıçkırık patlamalarına benzeyen bu sesler iyi giden bir partinin tanıdık sesini andırıyordu.
Ön kapıda biri vardı; Toma, Selwyn Crane’i içeri almıştı. Frank onu neredeyse her gün matbaada görmesine rağmen, ancak farklı bir ortamda gördüğünde bir İngiliz iş insanına göre ne kadar sıra dışı göründüğünü hatırlıyordu.
(…)
“İşte geldim sevgili dostum. Bu haberlerden sonra seni kendi başına bırakamazdım.”
“Ama ben onu tercih ederdim,” dedi Frank. “Açıkça söylüyorum diye kusura bakma. Kendi başıma kalsam daha iyi olurdu.”
“24 numaralı tramvayla geldim,” dedi Selwyn. “Şansım yaver gitti, hemen birini yakaladım. Merak etme, fazla kalmayacağım. Masamda oturuyordum ki birden aklıma bir şey geldi ve bir teselli olabilir diye düşündüm. Hemen kalkıp tramvay durağına gittim. Böyle şeyler telefonda konuşulmamalı Frank.”
Onun karşısında oturan Frank başını ellerinin arasına aldı. Israrla düşünülmekten başka her şeye katlanabilirdi. Öte yandan Selwyn yüreklendirilmiş gibiydi.
“Pişman olmuş gibi davranıyorsun Frank. Gerek yok buna. Hepimiz günahkârız. Düşüncem suçlulukla değil kayıpla ilgiliydi, kaybı da bir tür mahrumiyet olarak düşünüyoruz herhalde. Mahrumiyet –ya da herkes ona ne diyorsa– pişmanlık değil sevinç sebebidir.”
“Hayır Selwyn, değildir,” dedi Frank.
“Lev Nikolayeviç sahip olduğu her şeyi dağıtmaya çalıştı.”
“O köylüleri zenginleştirmek içindi, kendisini yoksullaştırmak için değil.” Tolstoy’un Moskova’daki mülkü, Lipka Sokağı’ndan sadece birkaç kilometre uzaktaydı. Vasiyetinde mülkünü köylülere miras bırakmıştı, köylüler de o gün bugündür peşin para uğruna ağaçları kesiyordu. Geceleyin bile çalışıyor, ağaçları gazyağı ışığında deviriyorlardı.
Selwyn öne doğru eğildi, iri ela gözleri iyice odaklanmış, sevgi dolu bir merak ve iyi niyetle parlıyordu.
“Frank, yaz geldiğinde beraber gezelim. Seni iyi tanırım ama açık havada, kırlarda, ormanlarda hiç kuşkusuz daha iyi tanıyabilirim. Cesaretin var Frank ama bence hayal gücün yok.”
“Bu akşam ruhumu okumanı istemiyorum Selwyn. Açıkçası pek havamda değilim” (Syf 9-17)
Saat yediye çeyrek kala, telefon küçük yazı masasının yukarısına sabitlenmiş iki bakır zili çınlatarak çaldı.
Alexandervokzal'dan istasyon şefi arıyordu. Frank onu çok iyi tanırdı.
“Frank Albertoviç bir yanlışlık oldu. Hemen gelip almalı ya da mesuliyetli, güvenilir birini göndermelisiniz.”
“Neyi alacağım?”
İstasyon şefi üç çocuğun, Berlin'den gelen gece trenine bindikleri Mozhaysk'tan döndükten sonra onun istasyonuna emanet edildiğini açıkladı.
“Yanlarında bir giysi küfesi var”
“Peki yalnızlar mı?”
“Evet yalnızlar. Ama karım istasyon büfesinde onlarla ilgileniyor.”
Frank paltosunu giymişti bile. (Syf 17-18)
Nellie'nin bu ani kararları... Ama Frank sadece birini hatırlayabiliyordu; Longfellow Yolu'ndaki yatak odasında, hafif bir esintinin olduğu o sıcak öğleden sonrasında Frank storları indirdikten sonra, stor ipinin ucundaki püskül cama hafif hafif vuruyordu. Ve Nellie o zaman hissettikleri için Frank'i sorumlu tutmuştu. Annuşka doğduğundan beri geçen iki yıl içinde Nellie tuhaflaşmış mıydı?
Önce Frank, Nellie'nin geri döndüğünü düşünmüş, Mozhaysk ile Berlin arasındaki tüm tren istasyonlarına telgraf çekmişti. Sonra altı saatte bir Charlie'ye telgraf çekmişti. Üç günün ardından Charlie telgrafa yanıt vermişti: "Nellie burada değil ama emin ellerde ve iyi." Ardından sanki çok iyi bir telafi önerir gibi eklemişti: "Çok yakında Moskova'da olacağım." Yerini hızla tekdüzeliğe bırakan kaybın kafa karışıklığında bir şeylerin değişmesi ya da değiştirilmesi gerektiğinde elde sabit bir noktanın olması iyiydi; bu sadece Charlie'nin gelişi olsa bile. Onun gelmesini istemekle aynı şey değildi bu, Frank'in ayarlamalar yapması ve talimatlar vermek zorunda kalması demekti; zamana çekidüzen vermenin iki yolu.
Nellie onlarsız, dördü olmadan nasıl emin ellerde ve iyi olabilirdi? Frank her gün sabah postasıyla ona yazıyordu.
Uygun zarflar ve kâğıt arıyorsan masamın sağ çekmecesinde," dedi Dolly'ye.
“Biliyorum.”
“Çekmece kilitli ama bana söylemen yeterli.”
“Biliyorum.”
“Anneye yazmak istersen.”
“Yani ona neden gittiğini ya da ne zaman döneceğini mi soracağım?”
“İkisini de sorman gerekmiyor.”
“Kâğıda ihtiyacım yok,” dedi Dolly, “çünkü yazmam gerektiğini düşünmüyorum. Zaten ancak Rusça düzgün yazabilirim.”
“Nedenmiş Dolly? Onun yanlış bir şey yaptığını düşünmüyorsun değil mi?”
“Yaptı mı yapmadı mı bilmem. Onun başlıca hatası evlenmekti herhalde.”
“Mektubuna bunu mu yazacaksın?”
“Yazmasam daha iyi olur dedim ya.” (Syf 56-57)