Peride Celal: Koşucu

Peride Celal'den son baskısı h2o kitap tarafından Ocak 2020’da yayımlanan "Mektup" adlı kitabında yer alan “Koşucu” öyküsünden kısa bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz

05 Mart 2020 - 12:57

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve bu yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

PERİDE CELAL (10 HAZİRAN 1916 - 15 HAZİRAN 2013)

Gerçek adı Emine Peride Yonsel olan yazar, İstanbul’da doğdu. Haydarpaşa İlkokulu’nda ve Saint Pulcherie Fransız Okulu’nda okudu ama bu eğitimi üvey babasının zorunlu Anadolu görevi nedeniyle yarım kaldı. Yazı hayatına Yedi Gün dergisinde yayınladığı “Ak Kız’ın Hikâyesi” adlı öyküsüyle başladı (27 Kasım1935). Yazarlığını ilerletebilmek için İstanbul’a anneannesinin yanına taşındı. Geçinebilmek için her gün öykü yazdı ve İstanbul Elektrik Şirketi’nin Neşriyat Bölümü’nde işe girdi. Son Posta, Cumhuriyet, Tan, Milliyet gazetelerindeki öykü, röportaj ve romanları yayınlandı. İlk romanı Sönen Alev 1935 yılında Son Posta gazetesinde tefrika edildi, 1938’de basıldı. Ardından bir macera kurgusu içinde kentli kadınları esas alan aşk romanları yazdı. Bunlar arasında Yaz Yağmuru (1940), Ana Kız (1941), Kızıl Vazo (1941), Ben Vurmadım (1942), Atmaca (1944), Dar Yol (1949) vardır. Nazım Hikmet ile dostluğu dolayısıyla siyasal baskılara uğradı ve 1944 yılında İsviçre’ye gitti. 1954 yılından itibaren roman anlayışı değişti, daha gerçekçi ve toplumcu eserler yazdı. Üç Kadının Romanı (1954) Kırkıncı Oda (1958), Gecenin Ucunda (1963), Üç Yirmi Dört Saat (1971), Jaguar (1978, öykü),Pay Davası (1985, öykü), Kurtlar (1991), Mektup (1994, öykü), Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı (1999), Deli Aşk (2002). Bunlardan bir kaçıdır.

Peride Celal, Üç Yirmi Dört Saat adlı romanıyla “1977 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü, Kurtlar adlı romanıyla da “1991 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. 15. İstanbul Kitap Fuarı’nda TÜYAP’ın “Onur Yazarı” seçildi.

Usta yazarın son baskısı h2o kitap tarafından Ocak 2020’da yayımlanan Mektup adlı kitabında yer alan “Koşucu” öyküsünden kısa bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz. h2o kitap, “Edebiyat Belleğimiz” adını verdikleri kitap dizisi ile İrfan Yalçın, Peride Celal, Mehmed Kemal, İlhan Tarus, Tektaş Ağaoğlu, Naim Tirali, gibi usta yazarları tefrikaları dâhil bütün eserleri eşliğinde yeniden okurla buluşturuyor.

KOŞUCU

Douanier Rousseau’nun hangi sergiden, ne zaman aldığımı bilmediğim bir posteri var. Odamda, dolaba yapışmış duruyor. Zaman zaman o yana dönüp uyumayı yeğlerim. Okumaktan yorulduğumda gözlerim postere, top oynayan adamlara takılır. Dört adam, ressamın dantel gibi işlediği orman yolunda, ellerinde kırmızı bir top, koşarak üstüme doğru gelirler. Kapanan gözkapaklarımın arasından uykularıma girerler. 1908’lerde eşofman olmadığı için üzerlerinde akla mavi çizgili donları, uzun kollu fanilaları vardır. Kara saçlı, kara kıvrık bıyıklı, sevinç dolu gülüşleriyle bu dört adam, bir süre sonra kaybolup giderler beni karanlıklarımda yalnız bırakıp. Nasıl oldu bilmiyorum, bir gece resme bakarken bakarken adamlardan birinin boyu uzadı, yüzü esmerleşti, bıyıkları kırlaştı, kurşun rengi eşofmanıyla rüyamın içine atlayıverdi.

“Abla haydi uyu, ben yanındayım,” dedi.

“Senin eşofmanın mavi değil miydi Abdülrahman?” dedim.

Kır bıyıklarının altında ince dudakları her zamanki gizemli gülümseyişle gerildi, yanıt vermedi.

“Ne çabuk kocadın sen!” dedim.

İnce adamdır Abdülrahman. Gülümsemesi derinleşti, “Ya sen!” gibilerden baktı yüzüme.

“Eh ben artık gidim,” dedi. “Daha birkaç kilometre koşacam eve kadar.”

Kalktı usulca.

Ben elimi uzattım, o elimi öptü. Karanlıkta yok oluverdi.

Ertesi sabah uyandığımda yatağın kenarına oturdum. Postere, top oynayan adamlara baktım. Hiçbirinde Abdülrahman’la benzerlik bulamadım. Abdülrahman, gençliğinde hiç top oynamamıştı. Buna zamanı yoktu. Resimdeki Fransız çapkınları gibi, öylesine gülebildiğini de sanmıyorum. Koşmaya kırkına yaklaşırken başladı.

Abdülrahman, annemin, korumasına aldığı, bizlerden sonra çok sevdiği çocuğu gibiydi.

Moda’ya yeni taşınmıştım. Annem yakın olmamız için Mühürdar’da bir yer tutmuştu. Onun yeni evine yerleşmesine yardım ediyordum.

Güzel bir bahar günüydü. Moda Parkı’ndan geçip Moda Çarşısı’nda biraz alışveriş yaptıktan sonra annemin evine yollandım. Telâşlı, gülerek açtı kapıyı. Beni her görüşünde heyecanlanırdı. Her zaman yaptığı gibi üstüme atılmak istedi. Ben de her zaman yaptığım gibi geriye çektim kendimi. Annemi severdim ama duygulu gösterilerden hoşlanmazdım.

“Sana üzümlü kek getirdim,” dedim.

“Ah ne güzel! Beraber çay içeriz,” dedi ve durakladı.

“Ne oldu?” dedim.

“Biliyor musun, bir şey var,” dedi.

“Nasıl bir şey?”

“Gene şekeri çıktı kesin, kim bilir neler atıştırdı!” diye kızdım içimden. Oysa perhizine dikkat ettiğini bilirdim.

“Bu evin bütün prizleri bozuk, elektrik düğmelerine dokundun mu cereyan çarpıyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Dün gece mum ışığında yemek yedim,” dedi annem.

“Akşam olmadan birini bulmalıyız,” dedim.

“Ama nerede? Bu mahalleye yabancıyım, kimseleri tanımıyorum.”

“Sen bana bırak,” dedim. “Çay suyunu koy, ben bir elektrikçi bulur, gelirim.”

Karşı çıkacağını bildiğim için çantamı kaptım, kapıya yöneldim.

“Ah sana ne kadar yük oluyorum!” diye bağırdığını duydum arkamdan. Hep öyle söylerdi ama penceresine vuran daldan bile “Hırsız mı geldi?” diye korkar, gece yarıları telefona sarıldığı olurdu. Oradan oraya dönen kocamın homurtularını duymuş olsa, “Gene mi annen!” diye.

Mühürdar’dan caddeye çıkıp ara yollara daldım. Elektrikçi dükkânı aramaya koyuldum. İskeleye inen yokuşlardan birinin başında aradığımı buldum. Kirli atletli, şişman bir adam, kaldırıma çıkardığı eski bir buzdolabının içine dalmış, bir şeyler yapıyordu. Yanına yaklaşıp evdeki durumu anlatmaya çalıştım. Benimle gelip gelemeyeceğini sordum. Yüzünü çevirmeden eliyle dükkânı işaret etti.

“Onu götür,” dedi. “Ben bu işi bitirmeliyim, akşama gelip alacaklar.”

Başımı çevirdim, baktım, dükkânın kapısının önünde esmer, sıska bir oğlan duruyordu.

“Çocuk bu!” dedim.

Canım sıkılmıştı.

“Başka nerede tesisatçı var buralarda?” diye sordum öfkeli.

Şişman adam, başı hep öyle dolabın içinde, “Beni dinle, sen al onu git,” diye söylendi.

Sonra doğruldu. Kan ter içindeydi. O da benim kadar öfkeli görünüyordu. Oğlana seslendi:

“Haydi ne duruyorsun! Benim alet çantasını al, hanımın peşine düş.”

Oğlan çantayı aldı, peşime düştü.

Kirli lastik pabuçlar, mavi bez pantolon, rengi yıkanmaktan solmuş çizgili pembe mintan.

Arkamda kalması sinirime dokunuyor, yavaşlıyordum yanıma gelmesi için. O da yavaşlıyor, birkaç adım geriden yürümesini sürdürüyordu.

Kapıdan girdiğimizde annem oğlana şaşırmışçasına bakarak, “Ayol bu daha çocuk!” dedi.

“İşten anlarmış,” dedim. “Anlarsın değil mi?” diye sordum.

Yanıt vermeden başını salladı. Abdülrahman’ın dudaklarındaki küçük, gizemli gülüşü ilk o gün gördüm. Üstelik adı da Abdülrahman değildi.

Oradan oraya işe sürerken “Buraya bak Abdülrahman… Burada kopuk teller var Abdülrahman,” diye söylenip duruyordum. O, konuşmadan başını sallıyor, küçük esmer elleriyle kopuk telleri, prizleri, elektrik düğmelerini şaşılası bir beceriyle onarıyor, ben tepesine dikilmiş, ustalığını şaşkınlıkla seyrediyordum.

Çayı kotardığında annem yanımıza geldi.

“Haydi çaya çocuklar,” dedi. Kulağıma eğildi. “Abdülrahman deyip durma, onun adı Abdullah,” dedi.

“Öyle mi Abdülrahman?” dedim.

“Hay Allah! Gene Abdülrahman diyorsun,” diye kızdı annem.

Oğlan o garip, küçük gülüşüyle baktı anneme.

“Bırak, abla öyle desin,” dedi.

İşini bitirince çabucak aletlerini toplayıp çantasına tıktı. Parayı alırken kapının önünde, annemle küçük bir çekişme oldu aralarında.

“Öyleyse yarın gelir, ocağına da bakarım anne,” dediğini duydum.

“Ondan da anlar mısın?” dedi annem gülerek.

“Bir bakarız,” dedi oğlan. Kapıdan çıkarken ekledi: “İşten çıkar, gelirim.”

O gittikten sonra anneme:

“Sana ‘anne,’ bana ‘abla,’ ne çabuk yüzgöz olursun insanlarla!” dedim.

“Ne çocuk!” dedi annem. “Gördün mü, parayı çok buldu. Neredeyse yarısını geri verecekti. Üstelik işini biliyor, becerikli.”

“Yarın gene çay içersiniz beraber,” diye alay edip soluk yanaklarından öptüm. Moda Koyu’na bakan balkonumda, çiçeklerim, kuşlarım arasında içkimi içmek için evimin yolunu tuttum.

Elektrik işini kolayca hallettiğim için keyfim yerindeydi. Annem evine yerleşmiş sayılırdı. Bir zaman koşturmama gerek kalmayacaktı. Saçma gevezeliklerini de dinlemekten kurtulacaktım. O zamanlar annem yaşıyordu ve ne zaman istersem onu görebilirdim. Elimin altındaydı. Kocamışlığını, beni severek, beni bekleyerek geçiren bir yaşlı kadın!

Annem şimdi Zincirlikuyu Mezarlığı’nda yatıyor. Mezarının tam orta yerinde bir elma ağacı boy verdi birdenbire. Önceleri küçük bir daldı. Kısa zamanda büyüdü, çiçek açmaya başladı. Buna mezarlıktakiler de şaşıyor. Pencere önünde beni beklerken gergefine işlediği, kuşlarla dolu ağaçlara benziyor, annemin mezarının ortasında gittikçe kalınlaşıp büyüyen elma ağacı.

Abdülrahman oraya benden daha sık gidiyor. Ağacın kuru dallarını buduyor, çimlerin arasına karışan yaban otlarını temizliyor, duasını okuyor. Gelip bana anlatmıyor ama ben biliyorum.


ARŞİV