FERNANDO PESSOA (13 HAZİRAN 1888- 30 KASIM 1935)
Portekiz edebiyatının önemli isimlerinden şair, yazar, düşünür ve edebiyat eleştirmeni olan Fernando António Nogueira Pessoa 1888'de Lizbon'da doğdu. Beş yaşında babasını kaybetti. Yedi yaşından sonra, üvey babasının konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Durban kentinde yetişti. Pessoa 17 yaşına geldiğinde Lizbon’a döndü. Yaklaşık iki yıl üniversitede edebiyat öğrenimi gördükten sonra üniversiteyi bıraktı. Memur olarak hayatına devam eden Pessoa, İngilizce ve Fransızca mektuplar yazarak geçimini sağladı.
Portekiz modernizminin öncülerinden olan Pessoa, Milton, Shelley, Keats, Poe, Byron, Whitman, Baudelaire'den etkilendi ve ilk şiirlerini, İngilizce olarak 1905’te yazdı. 1912'de, ilk şiirleri yayımlandı. Daha sonra düzyazı metinler, eleştiri ve denemeler yazdı. İlk kez 1913’te bir bölümü yayımlanan başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı’nın çeşitli bölümleri 1929’da yayımlandı. 30 Kasım 1935'te, 47 yaşında, Lizbon'da karaciğer hastalığı nedeniyle hayatını kaybetti. Pessoa sağlığında yayınlanan birkaç eseri olsa bile asıl olarak ölümünden sonra ün kazandı ve eserleri yayımlandı.
Yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan Huzursuzluğun Kitabı isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
HUZURSUZLUĞUN KİTABI
-1-
Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece, dünyaların cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahî olana ilgisiz, insanı hor gören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna, beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikürosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.
Bilimin yalnızca temel ilkesini, yani her şeyin, bağımsız olarak tepki veremeyeceğimiz katı yasaların hükmünde olduğunu aklımızda tuttuk, ki tepki versek bile bu da ister istemez bu yasaların çerçevesinde gerçekleşirdi ve bunun, varlıkların ilahî bir yazgısının olduğunu söyleyen daha eski ilkeyle harfiyen uyuştuğunu fark ettik; böylece çabalamaktan, didinmekten vazgeçtik, tıpkı çelimsizlerin atletlerle aynı tempoda çalışmaktan vazgeçmesi gibi; ve hissedilenlerin yazıldığı kitaba eğilerek ona, yaşanmış derin bilginin tedirginliğini kattık.
Hiçbir şeyi ciddiye almaksızın, duygularımız dışında hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımızı aklımızdan çıkarmaksızın, bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklar gibi yokladık duyguları, içlerinde bir sığınak aradık. Yalnızca estetiğin titiz seyircisi olmakla yetinmeyip seyrettiklerimizin hallerini ve sonuçlarını ifade etmek için çabaladık gerçi, ama kimselerin aklını çelmeye ya da iradesini etkilemeye niyetlenmeden kaleme aldığımız yazılar ya da dizeler, alt tarafı yüksek sesle, kendi kendimize okuduğumuz yazılar olarak görülebilir, amacımız okumanın verdiği öznel zevki tam olarak nesnel hale getirebilmekti.
Her yapıt kusurlu olmaya mahkûmdur, bunu çok iyi biliyoruz ve estetik açıdan, en az kendi yazdıklarımızı gönül rahatlığıyla seyredebiliriz. Ne var ki her şey kusurludur ve en güzel günbatımının daha güzeli, bize uykuyu getiren hafif yelin daha huzurlusu hep vardır. Dolayısıyla, dağları ve heykelleri aynı dinginlikle seyredeceğiz; geçen günlerin ve kitapların tadını çıkaracak, en önemlisi de her şeyi düşleyerek, hepsini en mahrem özümüzün bir parçası haline getirmeye çalışacağız. Bir yandan da tasvirler ve tahliller yapacağız; daha gerçekleştikleri anda bize yabancılaşacaklar; böylece, sanki günbatımının bize bir armağanıymış gibi keyif alabileceğiz onlardan.
(Syf 27-28)
-24-
Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de yönetilen o dünyanın kendisidir.
(Syf 50)
-33-
Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız: Güneşli, güzel bir gün, küçük bir semt lokantasının bir köşesinde, kırların kapılarını ardına kadar açar önümüzde; kırlara düşen geçici bir gölge bizi içimize çekilmeye zorlar ve kapısız, basit bir ev olan kendi özümüze sığınırız; günlük koşturmacaların üstüne de gelse bir şafak, tıpkı ağır ağır açılan bir yelpaze gibi, dinlenmeye duyduğumuz mahrem ihtiyacı adım adım bilince çıkarır.
(Syf 61)
-42-
Bedenimizi nasıl yıkıyorsak, yazgımızı da öyle yıkayabilmeli, çamaşır değiştirir gibi hayat değiştirebilmeliydik – yemek yediğimizde ya da uyuduğumuzda olduğu gibi varlığımızı sürdürmek için değil, tam olarak temizlik adı verilen, bizden doğup ayrılmış olan saygılı davranış bunu gerektirdiği için.
Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.
(Syf 72)
- 53-
Romantizmin bütün kötülüğü, bize gerekli olan şey ile arzuladığımız şeyi birbirine karıştırmasıdır. Hepimiz hayatta, hayatın korunması ve sürdürülmesi için kaçınılmaz olan şeylere gerek duyarız; öte yandan hepimiz daha iyi bir hayat, eksiksiz mutluluk, hayallerimizin gerçekleşmesini vb. isteriz.
İhtiyaç duyduğumuz şeyleri istememiz insanca bir davranıştır, yalnızca gerekli olanı değil, arzulanır bulduğumuz şeyleri istemek de insancadır. Hastalıklı olan, gerekli olan ile arzulanır olanı aynı şiddetle arzu etmek, kusursuzluk özlemi yüzünden, ekmeksiz kalmış gibi acı çekmektir. Romantizm hastalığı budur işte: sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi Ay’a göz dikmek.
“Para yoksa ekmek de yok.”
(Syf 86)
-99-
Bazen her şey yorar insanı, dinlendirici olanlar bile. Yorucu olduğu için yoranlar; bir de dinlendirmesi gerekirken, sırf bunun için düşünmek bile yorucu olduğu için yoranlar. Her türlü bunalımın, her türlü acının daha altına yuvarlanan ruhsal bitkinlikler vardır; bunlardan sadece insana özgü bunalımlardan ve acılardan kendilerini gizleyebilenlerin haberi olmaz, kendilerine karşı, sıkıntıyı bile başlarından ustaca savacak kadar diplomatça davranmayı bilenlerdir bunlar.
(Syf 148)
-114-
Hayat, hayatın dile getirilmesine engel olur. Büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım.
(Syf 163)
-145-
Bir insan ne kadar yükseğe çıkarsa, ister istemez o kadar şeyden de mahrum kalır. Zirvede bir tek ona yer vardır. Ne kadar mükemmelse bütünlüğü o kadar korumuş demektir; ve bütünlüğünü ne kadar koruduysa, kendinden başka biri olma ihtimali de o kadar azdır.
(Syf 197)
-146-
Kimilerinin hayatta büyük düşleri vardır ve ona ihanet ederler. Kimilerinin hayatında ufacık bir düşe yer yoktur- gene de ihanet ederler ona.
(Syf 198)
-160-
Doğru hisseden, dürüst düşünen bir insan, dünyadaki kötülük ve adaletsizlikten rahatsızsa, gayet doğal olarak bunun önce kendine dokunan kısmını düzeltmeye çalışmalı, yani kendini. Bu zaten bir ömür boyu sürer.
Bütün mesela dünyayı kavrayışımızdan kaynaklanıyor. Dolayısıyla dünyayı kavrayışımızı değiştirirsek dünyayı da kendimiz için değiştirmiş oluruz, çünkü o durumda dünya bizim açımızdan, şu an olduğu gibi kalmamış olacaktır.
(Syf 216)
-169-
Hepimiz hırsla bir şeylerin peşinden koşarız, ama ya hırsımızı gideremeyip yoksullaşırız ya da giderdiğimizi sanır, bu sefer de zengin deliler olup çıkarız.
(Syf 226)
-193-
Kimileri, umutsuz yaşanmaz, der; kimine göreyse esas umut varken hayat bomboş kalırmış. Bugün ne umut besleyen, ne de umutları kırılan biri olarak bana göre hayat, benim de dahil olduğum basit bir çerçevedir, sırf göz zevkine hitap eden, belli bir konusu olmayan bir gösteri gibi izlerim onu – hep yarım kalan bir baledir o ya da rüzgârla kımıldayan yapraklar, gün ışığının sürekli renk değiştirdiği bulutlar, şehrin birbirine benzemez mahallelerinde rastgele çizilmiş eski sokaklardaki keşmekeş.
(Syf 253)
-196-
En fazla ıstırap veren duygular, en can yakan heyecanlar, aynı zamanda en saçma olanlardır: imkânsız şeylere karşı, sırf imkânsızlığın yarattığı istek, hiç var olmamış olana duyulan özlem, geçmişte olabilecek olana duyulan arzu, farklı olmamanın acısı, dünyanın var olduğunu görmenin verdiği tatminsizlik duygusu. Bilincin bu yarım tonları içimizde acı verici bir manzara, varlığımızın sonsuza dek süren gurubunu çizer. O an kendimize karşı, giderek karanlığa gömülen ıssız kırların uyandırdığı duygulara kapılırız; uzak kıyılar arasında kapkara sularıyla, olanca berraklığıyla akan, gemilerin geçmediği bir nehrin kıyısındaki kamışların hüznüdür bu.
(Syf 256)
-207-
Doğru ya da kesin gözüyle baktığımız nice şeyler düşlerimizin artıklarıdır sadece, anlama yetisinden yoksun olduğumuz için içine gömüldüğümüz uyurgezerliğin ürünleri! Neyin doğru ya da kesin olduğunu gerçekten biliyor muyuz? Güzel dediklerimiz arasında aslında sadece bir dönemin alışkanlığını, mekânın ve zamanın kurgusunu yansıtanlar hangileri? Gerçekten bize ait olduğunu sandığımız, oysa yaradılışımızdan ötürü derin doğasını kavrayamayarak, sadece mükemmel bir aynası olduğumuz, üzerini şeffaf bir örtü gibi örttüğümüz neler var kim bilir!
(Syf 270)
-234-
Derdimiz gönül eğlendirmekse, hata etmiş olacağız. Tek yaptığımız sevmekse, ölebiliriz.
(Syf 298)
-239-
İnsan her şeyden bıkar, anlamak hariç. Bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.
Bir sonuca varmak için düşünmek insanı yorar, çünkü ne kadar düşünür, tahlil eder, görürsek, sonuca o kadar zor varırız.
O zaman insan öyle bir eylemsizliğe düşer ki, o haldeyken göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz, bir estet tavrıdır bu, çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz, anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız; sadece anladıklarımızın içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl bir güzellik statüsü kazandığına bakarız.
İnsan düşünmekten, kendine özgü görüşlere sahip olmaktan, eylemek için düşünmeyi istemekten yorulur. Ama geçici olarak da olsa, başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız. İçimizde uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez, sırf üzerimizdeki etkilerini görmek amacıyla yaparız bunu.
(Syf 304-305)
-275-
Dünyayı yönetmeye insan kendinden başlamalı. Dünyayı yönetenler ne samimidir ne de samimiyetsiz. Yönetenler, birtakım oyunlar yaparak, otomatik süreçleri harekete geçirerek, kendi içlerinde sapına kadar gerçek bir samimiyet üretirler; güçlerini bundan alırlar, ötekilerin o kadar yapay olmayan samimiyetinin karşısında güneş gibi parlayan budur. Politikacıların en önemli özelliği, kendilerini gerçekten kandırabilmeleridir. Sadece şairlerle felsefeciler gerçekçi bir gözle bakarlar dünyaya, çünkü yanılsamaya uzak olan yalnız onlardır. Berrak bir şekilde görebilmenin yolu hiç eylemde bulunmamaktan geçer.
(Syf 348)
-357-
Hayatın kurallarını herkesle birlikte öğrenebiliriz, öğrenmek zorundayız. Şarlatanlardan ve haydutlardan kapabileceğimiz gayet ciddi şeyler var; aptalların vazettiği felsefeler, rastlantı sonucu karşımıza çıkan insanların verdiği dürüstlük ve metanet dersleri var. Her şey her şeyin içindedir.
(Syf 429)
-375-
Hayat, bir ünlemle bir soru arasındaki tereddüttür. Şüphenin içinde bir son nokta vardır.
(Syf 446)