Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Peyami Safa ile devam ediyor.
PEYAMİ SAFA (2 Nisan 1899- 15 Haziran 1961)
Server Bedi ismini de kullanan gazeteci, hikâye ve roman yazarı Peyami Safa İstanbul’da doğdu. İki yaşındayken Servet-i Fünun şairlerinden olan babası İsmail Safa, II. Abdülhamid tarafından Sivas’a sürgün gönderildi ve orada hayatını kaybetti. Kendisi de sağlık sorunları yaşayan yazar, düzenli bir eğitim göremedi. Geçim sıkıntısı nedeniyle Vefa Lisesi’ni yarıda bırakmak zorunda kaldı. Posta ve Telgraf Nezareti’nde çalıştı, Rehber-i İttihat Mektebi’nde öğretmenlik yaptı.
1918 yılında ağabeyi İlhami Safa ile birlikte çıkardıkları Yirminci Asır gazetesinde Asrın Hikâyeleri adlı öykülerini yayınlayarak gazetecilik ve yazı hayatına başladı. Daha sonraları Son Telgraf, Tasvir-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman gazetelerinde çalıştı. Kültür Haftası ve Türk Düşüncesi dergilerini yayımladı.
Cingöz Recai isimli polisiye dizi romanları, felsefe ve mistik dünya görüşüne yönelen bir gencin öyküsünü anlatan Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanı ve genç bir hastanın psikolojisini yansıtan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu en tanınan eserleridir.
15 Haziran 1961 tarihinde öldüğünde Son Havadis gazetesinin baş yazarıydı. Peyami Safa’nın Tefrika Yayınları tarafından okurla buluşturulan “50 Muhteşem Kısa Hikâye” isimli kitapta yer alan “Unutmadın Değil mi?” öyküsünü okurlarımızla paylaşıyoruz.
Unutmadın Değil mi?
Şaziye genç bir yüzbaşı ile evlendi. İzdivacının tam on beşinci günü, kocası telaşla eve geldi ve bulunduğu fırkanın Şam’a sevk edilmek üzere olduğunu haber verdi.
“Sevk” gelmesi Şadiye’nin kalbine bir çivi gibi battı, ela gözlerinde endişe bulutları dolaştı, harbin en alevli zamanlarıydı. Gidenler nadir olarak geriye dönüyorlardı. Hele sağlam kalmak pek güçtü. Kâmil karısının, yüzündeki tabii çizgileri değiştiren düşüncesini hissetti ve biraz teselli etmek lüzumunu duydu. Fırkanın doğru Şam’a gidip orada kalacağını ve şimdilik harbe iştirak için bir karar olmadığını, bir iki ay sonra yolunu bulup mezuniyetle İstanbul’a dönebileceğini söyledi. İzdivaçlarının ilk günlerinde, memleketinin kendisini vazifeye davet etmesinin bir bakıma hayırlı olduğunu anlattı:
-Herhalde, sen de benim burada işsiz ve durgun bir hayat içinde kalmama razı olmazsın! dedi. Bir hafta sürmedi, Anadolu şimendiferi Kâmil’i Şaziye’den ayırdı.
Genç kadın, yalnız kaldığı ilk günlerde, bütün saatlerini kocasının fotoğrafları karşısında geçirdi, gece gündüz bu aciz eli kâğıtlardaki hareketsiz gölgelerle konuştu. Birçok geceler perdeden şafağın mavi ziyası süzülünceye kadar uyumadı. Sabahlara kadar sessiz sessiz ağladı.
Yeni evlendiği adamın, böyle üç hafta içinde kan ve ateşe doğru giderek evinden, yuvasından ayrılmasını meşûm talihinin bir tokadı addetti. Bir daha ne zaman dönecekti? Buna bir türlü cevap bulamadı. İhtimal ki bir ay, belki bir sene sonra… Ve belki de hiç! Aradan bir ay geçti, gelmedi, yalnız mektupları geldi. İki ay geçti, gelmedi, yalnız mektupları geldi. Bu mektuplarda fırkanın Filistin’e sevki ihtimalinden bahsediyordu. Üç ay sonra, genç yüzbaşıdan, “şimdi şarapneller ve gülleler arasındayız!” diye başlayan mektup aldılar. Ve işte hepsi bu kadar. Onu takip eden aylarda ne bir mektup, ne bir telgraf, ne bir haber!
Şaziye, bütün hayatında, yüzünü bir aydan fazla görmediği kocasını, uzak bir hatıra gibi hayalinin bir köşesine gömdü, onu artık ölmüş ve yok bildi. O günden sonra ruhunda bir dul kadın öksüzlüğü duydu.
Uzun müddet bu matemi taşıdı. Yemedi, içmedi bir kere bile kahkaha ile gülmedi. Hayatın her şeyin bir heyula, mevcudiyetine insanlar tarafından itibar edilen esassız bir varlık nazarıyla baktı. Kimseye ve hiçbir şeye itimadı kalmadı: Ne dostlarına, ne kendisini pek seven annesiyle babasına, ne de talihe. Yalnız için için ağlamakta pâyânsız bir teselli buldu.
Kâmil’den hiçbir haber gelmeden üç ay daha geçti. Artık herkes öldüğüne hükmetti. Evin içinde damadın bahsi kapandı, Şadiye’nin büyükannesi iki defa ruhuna Yasin bile okudu. Şadiye… Onun da kalbinde taşıdığı bu acı hatıra yavaş yavaş silindi.
Bir müddet sonra evde onu tamamıyla unuttu. Şimdi ruhda talihinden intikam almak arzusu vardı. Gülmek, gezmek, eğlenmek, bu uğursuz gecelerin sabaha kavuşmak istiyordu.
İki yeni çarşaf ve kostüm yaptırdı. Öğle vakitleri evden çıktı, hava kararıncaya kadar gezmeye, sinemaya, tiyatroya koştu. Adalar’da gezdi. Hain ve müstehzi talihinden intikam almak için her şeyi yaptı. Hakkı… Komşu olduğu genç bir mühendis mekteb-i şakirdiyle muaşaka etti, ona iltifatlı mektuplar gönderdi ve imzasını atmaktan çekinmedi. Rıfkı, Şaziye’nin evine de geliyor, birlikte çalgı çalıyorlardı, Şaziye’nin talihsizliğine acıdıkları için buna ne ailesi, ne de komşuları itiraz etmedi. Eğlensin hakkı vardır diyenler oldu. Zaten Rıfkı’nın ailesiyle de münasebet vardı. Her iki taraf, yüzbaşının vefatını iyice tahkik ettikten sonra iki gencin düğününü yapmaya karar verdi.
Artık herkes, Rıfkı’ya Kâmil’in halefi nazarıyla bakıyordu. Hiç kimse Şadiye ile Rıfkı’nın saatlerce bir odada yalnız kalmalarını, birlikte gezmeye çıkmalarını, teklifsiz bir arkadaş gibi görüşmelerini fevkalade bulmadı. Fakat günün birinde, harbiye nezaretinden alınan bir haber, evin içinde son derece büyük bir şaşkınlık husule getirdi:
Kâmil sağdı ve birkaç güne kadar mecruh olarak geliyordu! Kâmil sağ! Geliyor! Bu haber karbonatı köpürten bir limon damlası gibi Şaziye’nin ruhunu alt üst etti.
Demek ki kocası, o arkasından aylarca ılık gözyaşları döktüğü kocası, Kâmil yaşıyordu, ölmemişti. Peki, niçin şimdiye kadar bir mektup, bir telgraf bile göndermedi?
Niçin hicranlar içinde gece gündüz ağlayan öksüz zevcesini hayatından haberdar etmedi? Şaziye bu sualleri kendi kendisine çok sordu. Ya Rıfkı? Onunla olan münasebeti neye varacaktı?.. Öyle bir münasebet ki son noktasına çoktan vasıl olmuştu. Ayrılmak? Şaziye buna karşı kalbinde şiddetli bir isyan duydu.
Hiçbir şeye karar verememişti, iki gün sonra Kâmil’den şu telgrafı aldı: “Beyrut’tayız. Mecruhum. İstanbul’a müteveccihen hareket ettim.”
Bir gün sabahleyin Şaziye yatak odasındaydı, kapının çıngırağının üst üste, şiddetli çaldığını duydu, arkasından bir vaveyla koptu. Annesi, babası sevinçle haykırışıyorlardı. Fakat bu sesler çok kısa sürdü ve birdenbire kesildi.
Kendisini çağıran da yoktu. Şaziye hemen fırladı, merdivenleri indi ve kapının yanındaki yemek odasına koştu.
Kocası oradaydı.
Herkes, sakin ve mebhût (şaşkın) ona bakıyordu. Kâmil, diye bağırarak kocasının boynuna atlamak istedi, fakat kolları kırılmış bir dal gibi yanlarına düştü: Kâmil’in iki gözleri de yoktu, bu gözlerin yerinde cılk bir yaraya benzeyen kırmızımsı siyah iki çukur, iki konç delik vardı. Boğuk bir sesle bir daha: “Kâmil…” diyebildi ve dili ağzının içinde düğümlendi kaldı.
Kocası hiç kımıldamıyordu. Uzun boyu, geniş omuzları ve dik vücuduyla balmumundan heykel gibi duruyordu. Çehresinin bütün çizgileri sakin ve müsterih idi. Yalnız o iki siyah çukurun etrafındaki etler, Şaziye’yi görmek ister gibi titriyor, büzülüyor ve açılıyordu.
Âlîlin (hastalıklı) solgun dudakları kımıldadı ve odanın havasında ağır titrek bir ses dalgalandı:
-Niçin kucaklamıyorsun. Bak işte sana vaat ettiğim gibi tekrar geldim. Harp ederken seni bir dakika unutmadım. O hain mermi gözlerimin arkasındaki sinirleri parçalarken de hayalimde sen vardın. Hiç şüphe etmem ki sen de beni unutmadın. Öyle değil mi? Şaziye, unutmadın değil mi?