PIERRE BOURDIEU (1 Ağustos 1930- 23 Ocak 2002)
Fransız sosyolog Pierre Felix Bourdieu, 1 Ağustos 1930 tarihinde Fransa’da küçük bir kasabada çiftçi bir dedenin torunu, postacı bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Orta öğrenimini Paris’in ünlü Louis Le Grand lisesinde tamamladı. Yükseköğretimini Fransa’nın en saygın eğitim kurumlarından birisi olan École Normale Supérieure’de felsefe bölümünde 1954 yılında tamamladı.
Felsefe üzerine çalışmalar yapmaya başlayan Bourdieu, Marksist düşüncede bir felsefeci olan Louis Althusser ile birlikte çalıştı. Epistemoloji ve bilim tarihi üzerine yoğunlaştı. Kısa süre içerisinde bilimsel bağlamda adından söz ettirmeyi başardı ve sosyal bilimler alanında çalışmaya başladı.
Askerliğini yapmak üzere gittiği Cezayir’de Fransız sömürgeciliğini yakından tanıma fırsatı bulan düşünür, bu deneyiminin de etkisiyle felsefi yaklaşımını sosyolojik ve antropolojik açılımlarla pekiştirdi. 1959 ve 1962 yıllarında Sorbonne’da felsefe dersleri verdikten sonra, École des Hautes Études en Sciences Sociales’in müdürlüğüne getirildi; ayrıca Avrupa Sosyolojisi’nin de yöneticiliğinde bulundu. 1982’de, Collège de France’ta, sosyoloji kürsüsüne seçilen Bourdieu, aynı dönemde Actes de la Recherche en Sciences Sociales dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Eğitimden başlayarak çeşitli kültürel alanlardaki üretim, yeniden üretim, ayrışım mekanizmalarını inceleyen ve pek çok önemli çalışması bulunan Pierre Bourdieu, 23 Ocak 2002 tarihinde Paris’te öldü.
Yazarın Bağlam Yayıncılık tarafından yayımlanan Eril Tahakküm kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ERİL TAHAKKÜM
Erkek veya kadın olarak, kavramaya çalıştığımız nesnenin içinde yer alarak, eril düzenin tarihsel yapılarını algılama ve değerlendirmenin bilinçsiz şemaları biçiminde bünyemize katmış durumdayız; bu nedenle de, eril tahakkümü düşünürken, kendileri de tahakkümün ürünü olan düşünme biçimlerine başvurma riskini taşıyoruz. Bu döngüden kurtulmayı umut edebilmemizin tek koşulu, bilimsel nesnelleştirme konusunu nesnelleştirmek için pratik bir strateji geliştirebilmek.
(…)
Eril düzenin gücü, kendi haklılığını ispat etmeye yeltenmemesinde görülür: erkek merkezli görüş kendini yansız gibi dayatır ve onu meşrulaştıracak söylemlerde dile getirilmeye ihtiyaç duymaz. Toplumsal düzen, amacı, üzerine temellendiği eril tahakkümü tasdik etmek olan devasa bir sembolik makine gibi işler: o, işgücünün cinsiyetçi bölünümüdür (faaliyetlerin, yerleri, zamanları ve araçları ile iki cinsin her birine çok katı bir şekilde pay edilmesiyle); o, mekânın yapısıdır (erkeklere ayrılmış olan toplanma ve pazar yerleriyle kadınlara ayrılmış ev arasındaki ayrımla, veya, ev içinde, eril kısım olan salon ile dişil kısım olan ahır, su ve bitkiler arasındaki ayrımla); o, zamanın yapısıdır, tarımsal gün veya yıl, ya da yaşam döngüsüdür (eril olan kırılma anları ve dişil olan uzun gebelik dönemleriyle).
Toplumsal dünya, bedeni cinsiyetlendirilmiş bir gerçeklik ve cinsiyetlendirici görüş ve bölünme esaslarının taşıyıcısı olarak inşa eder. Algının bu bedenselleşmiş toplumsal programı, dünyadaki her şeye, en başta da bedenin kendisine, onun biyolojik gerçekliğine uygulanır: erkeklerin kadınların üzerindeki keyfi tahakküm ilişkisine kök salmış mitsel bir dünya görüşünün esaslarına uygun olarak biyolojik cinsler arasındaki farklılıkları inşa eden bu programdır ve bu tahakküm ilişkisinin kendisi de, işbölümü vasıtasıyla toplumsal düzenin gerçekliğine kazınmış durumdadır.
(Syf 17-23)
Toplumsal düzeni oluşturan bölünmeler, veya daha kesin olarak, cinsiyetler arasında kurulmuş olan toplumsal tahakküm ve sömürü bağları böylelikle iki farklı habitus sınıfına peyderpey nakşedilir: zıt ve tamamlayıcı bedensel hexis’lerin yanısıra, dünyadaki her şeyi ve tüm pratikleri eril ve dişil karşıtlığına indirgeyebilen ayrımlar düzleminde sınıflandırmaya yol açan görünüm ve bölünüm esasları şeklinde olur bu nakşetme. Erkekler dış tarafta, resmi, kamusal, sağ, kuru, yüksek ve süreğen olmayan taraftadır; öküzün boğazlanması gibi, saban kullanma veya hasat kaldırma gibi (öldürme ve savaşa hiç değinmeyelim bile), kısa, tehlikeli ve gösterişli olan, hayatın olağan akışında kopuşlara işaret eden işler onlara aittir. Buna karşılık kadınlar iç tarafta yer alır, nemli, alçak, eğik ve süreğen tarafta; onlara evsel işler tahsis edilmiştir, yani özel ve saklı, hatta görünmez ve utanç verici olanlar (çocukların veya hayvanların bakımı gibi); bir de mitlere dayalı sebeplerle bazı dışarı işlerinden sorumludurlar, yani suyla, otla, yeşille (çapa ve bahçe işleri), sütle ve odunla ilgili olanlardan, bilhassa da en pis, en biteviye ve en bayağı işlerden. İçine tıkıştırıldıkları sınırlı dünyanın (köy mekânı, ev, dil, araçlar) tamamında düzene yönelik aynı sessiz çağrılar tekrarlanmaktadır. Kadınlar, mitsel akıl kadınların ne olduğunu söylüyorsa ancak ona dönüşebilirler, böylelikle, herkesten önce kendi gözlerinde şunu tasdik etmiş olurlar: onlar, doğal olarak, alçak, bükük, değersiz, beyhude ve bayağı olanlara aittirler. Kendilerine toplumsal olarak atfedilen alçaltılmış kimliğin doğal bir temeli olduğu görünümünü vermeye mecburdurlar her an: erkeklerin uzun bir sırık yahut balta yardımıyla yere döktükleri zeytinleri ya da ağaç dallarını yerden toplama işi, bu uzun, nankör ve bezdirici iş kadınlara düşer; ev ekonomisinin gündelik idaresi içinde kaba görevlerden kadınlar sorumludur ve saygın erkeklerin tenezzül etmemesi gereken borç ya da faiz gibi küçük hesap işlerinden keyif alıyor gibi görünürler.
(Syf 45-46)
Kadınların yaptığı işler, öncelikle erkeklerin gözünde olmak üzere, iki defa yok sayılmaya mahkûmdurlar: tanıdık, süreğen, tekrarlayan ve biteviye, şairimizin dediği gibi “mütevazı ve basit”tirler ; gözden ırak bir şekilde, evin karanlık mekânlarında veya tarım yılının ölü zamanlarında gerçekleştirirler.
(…)
Kadınlar, insan varlığının genellikle en ciddi olarak kabul edilen oyunlarının -örneğin şeref oyunlarının- oynandığı her türlü kamusal alandan (toplanma yahut pazar yeri) dışlanmıştır.
(Syf 64-66)
Erkeklerin, toplumsal olarak aşağı şeklinde tanımlanan kimi görevleri alçalmadan yerine getirmeye tenezzül etmelerinin mümkün olmaması bir yana (zira bir erkeğin bunları yapması kabul edilemez), aynı işler bir erkek tarafından gerçekleştirildiğinde asil ve meşakkatli addedilirken, kadınlar tarafından gerçekleştirildiğinde basit ve değersiz olurlar. Şef ile aşçı ve modacı ile terziyi birbirinden ayıran fark da bunu ispatlar; kadınsı olarak nam salmış işlerin erkekler tarafından sahiplenilmesi ve özel alan dışında icra edilmesi, bu işlerin soylu ve yüce olarak görülmesi için yeterlidir: “İş”, der Margaret Maruani, “erkek ya da kadın tarafından yapılmasına göre her zaman farklılaşır”. İstatistikler nitelikli işlerin hep erkeklere aitken, kadınların payına düşenin daima “kalitesiz” işler olduğunu gösterir, ancak bunun ardında yatan, herhangi bir mesleğin erkekler tarafından icra edilmesi onun kaliteli olarak nitelendirilmesini sağlamasıdır (bu manada erkekler de, tanım gereği, tümüyle, kalitelidir)
Olumlu ya da olumsuz olsun, “kolektif beklentiler”, dayattıkları öznel beklentiler aracılığıyla bedenlere kalıcı yatkınlıklar biçiminde kazınmaya meyleder. Bundan dolayı, umutların fırsatlara, isteklerin de imkânlara uyarlanmasına ilişkin evrensel yasa nedeniyle, baştan sona cinsiyete dayalı olarak şekillenmiş olan dünyadaki uzun süreli ve görünmez biçimde kısıtlanmış her deneyim, kadınlardan beklenmeyen -ama aslında yasak da olmayan- edimlerin gerçekleştirilmesine yönelik eğilimlerin dahi cesaretini kırarak zayıflatır. Cinsiyet değişikliğini takiben yatkınlıkların da nasıl değiştiğine ilişkin şu tanıklık, “öğrenilmiş çaresizliğin” nasıl da pekiştirildiğini gösteriyor: “Bana bir kadın gibi muamele edildikçe, ben de daha fazla kadına dönüşüyordum. Buna ister istemez uyum sağlıyordum. Geri viteste araba sürmeyi ya da şişe açmayı beceremeyeceğim farzedildiğinde, tuhaf biçimde beceremez hale geliyordum. Bir bavulun benim için fazla ağır olduğu düşünüldüğünde, açıklanamayacak bir şekilde, ben de öyle düşünüyordum.” Bir tür ters-çevrilmiş ya da negatif Pygmalion etkisini hatırlatan bu anlatı, kıyaslamaya dayandığı için mümkün olmuştur; kadınlar içinse bu etki öyle erken ve öyle aralıksız uygulamaya konur ki, neredeyse hiç farkına bile varılmaz (Anne babaların, öğretmenlerin ya da arkadaşların kız çocuklarının başta teknik ve bilimsel olanlar olmak üzere bazı branşlara yönlenmekteki cesaretini kırmaları -daha doğrusu cesaretlendirmemeleri- aklıma geliyor örneğin: “Öğretmenler sürekli olarak daha hassas olduğumuzu söylüyor, ... biz de sonunda inanıyoruz”, “Tüm zamanımızı bilimsel mesleklerin oğlan çocuklarına daha uygun olduğunu dinlemekle geçiriyoruz.
(Syf 80-82)
Kadınların aksine, erkekler, toplum tarafından onlara atfedilen her türlü oyuna çocuklar gibi kapılıp gitmeye toplumsal olarak daha hazırlıklı ve donanımlıdırlar, savaş ise bu oyunların en mükemmel biçimidir.
(Syf 98)
Cinsiyet bölünümünün yeniden üretilmesine etki eden etmenleri sıralamayı tamamına erdirmek için, devletin rolünü kayda almak elzemdir, zira, özel ataerkinin koyduğu buyruk ve yasakları, kamusal ataerkinin (ev’cil birimin gündelik varoluşunu yönetmek ve düzenlemekten sorumlu tüm kurumlara kazınmış olan) koyduklarıyla onaylayan ve katmerlendiren devlettir. Erkeklerin kadınlar, yetişkinlerinse çocuklar üzerindeki mutlak üstünlüğü, ayrıca da ahlaksallığın kuvvet, cesaret ve -baştan çıkmanın ve arzuların yuvası niteliğindeki- beden üzerindeki denetimle özdeşleştirilmesi üzerine kurulu olan ataerkil aileyi ahlaki düzen olarak kabul edip toplumsal düzenin temeli ve modeli yapan, patemalist, otoriter devletlerin (Petain Fransası ya da Franco yönetimindeki İspanya gibi) aşırılıklarına vardırmaksızın, modern devletler erkekmerkezli bakış açısının tüm temel ilkelerini aile hukuku içine ve özellikle de yurttaşların medeni durumunu tarif eden kurallar içerisine kaydetmişlerdir. Devletin esas ikircimi, büyük ölçüde, kendi yapısının ta içinde eril ve dişil arasındaki (finans bakanlıkları ile savurgan bakanlıklar arasındaki; patemalist, aileci, koruyucu sağ eli ile toplumsal olana doğru çevrilmiş olan sol eli arasındaki) arketipsel bölünümü yeniden üretmesinde yatmaktadır; kadınlar ağırlıklı olarak sosyal devlet ile ilişkilenmiştir, hem onda sorumluluk almaları, hem de onun sağladığı fayda ve hizmetlerin birincil alıcıları olmaları hasebiyle.
(Syf 111-112)
Toplumsal dünya (alanlar uyarınca farklı derecelerde olmak üzere), eril bakış açısınca yönlendirilen bir sembolik mallar piyasası gibi işler: kadınlar sözkonusu olduğunda, varolmak, daha önce gördüğümüz gibi, farkedilmek anlamını taşır, eril göz tarafından veya eril kategorileri takınmış bir göz tarafından farkedilmek; adlı adınca dile getirmekten aciz olsak da, bir kadının eserini “kadınsı” ya da tam tersine “hiç kadınsı değil” şeklinde övdüğümüz zaman bu kategorileri devreye sokarız. “Kadınsı” olmak, esas itibarıyla, erilliğin işaretleri gibi işlev görebilecek her türlü özellik ve pratikten kaçınmak anlamına gelir ve iktidar sahibi bir kadına “çok kadınsı” olduğunun söylenmesi, bilhassa eril bir hassa olan iktidar hakkının kadına tanınmamasının çok incelikli bir yöntemidir.
(Syf 125)