Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Pınar Kür ile devam ediyor.
PINAR KÜR (15 Nisan 1943- 15 Temmuz 2025)
1943’te Bursa’da doğan Pınar Kür, Türk edebiyatında hem diliyle hem düşünsel cesaretiyle derin izler bırakan yazarlardandır. Annesi, çocuk ve gençlik edebiyatının önemli ismi İsmet Kür, babası ise Fransızca öğretmeni Behram Kür’dü.

Amerika ve Fransa’da eğitim gördü; Sorbonne Üniversitesi’nde “20. Yüzyıl Tiyatrosunda Gerçeklik ve Yanılsama” üzerine doktora yaptı. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg, ardından İstanbul’daki üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev aldı.
İlk romanı “Yarın Yarın”la edebiyatçı kimliğiyle okurla buluşan Kür’ün bu eseri, 1976’da yayımlanışından altı yıl sonra dönemin sıkıyönetim idaresi tarafından yasaklandı. 1977’de yayınlanan “Küçük Oyuncu”dan sonra, kadının toplumsal ve cinsel olarak ezilmesi sorununu ele alan “Asılacak Kadın” (1979) romanı da müstehcenlik iddialarına maruz kaldı ve kitabı yine iki yıllık bir mahkeme süreci sonunda aklandı.
Eserlerinde kadınlık halleri, özgürlük arayışları ve toplumsal baskılarla yüzleşme gibi konular işledi. “Akışı Olmayan Sular” adlı öykü kitabı, Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görüldü.
Pınar Kür’ün gerçek bir olaydan esinlenerek kaleme aldığı Can Yayınları etiketiyle basılan “Asılacak Kadın” adlı romanından bölümler ile eserin yasaklanması sürecinde yazarın mahkemeye sunduğu dilekçeden pasajlar paylaşıyoruz.
ASILACAK KADIN
Birkaç ay önce kamuoyunu haftalarca meşgul eden ve halk arasında “Yalı Cinayeti” olarak adlandırılan dava dün sonuçlanmış ve sanıklardan Melek Ebruzade idama, suç ortağı Yalçın Özveren ise ömür boyu hapse mahkûm olmuşlardır.
Hatırlanacağı gibi, şehrimizin en eski ailelerinden birine mensup olan, Ebru Mustafa Paşa’nın torunu, tanınmış işadamlarından Cemil Ebruoğlu’nun büyük kuzeni Hüsrev Ebruzade, Boğaziçi’ndeki yalısının bahçesinde ölü bulunmuş; birkaç yıl önce gizlice evlendiği anlaşılan Melek adlı karısı genç âşığıyla bir olup yaşlı eşini öldürmekle suçlanmıştı. Büyük bir skandala yol açması beklenen dava, mahkeme heyetinin gizli oturum kararı alması sonucu derin bir esrara bürünmüştü.
Dün açıklanan karardan sonra, sanık avukatı temyize başvuracağını belirtmiştir. (…)
Faik İrfan Elverir’in Gece Yarısı Düşünmeleri
Hiçbir şey demedi. Duruşma boyunca bir tek söz çıkmadı ağzından. Olacak iş midir. Görülmüş müdür sanığın böylesi. Hep bir şeyler söylemek için çırpınırlar. Sorduğunuzun on katını anlatabilmek için yırtınır dururlar. Zorla susturursun. Buysa hiç konuşmadı. Bütün sualleri cevapsız bıraktı. Böylece geçsin zapta. Son sözü soruldukta sükût etmiştir. Duruşma boyunca hiçbir soruya karşılık vermemiştir. Sağır ve dilsiz olmadığı hekim raporuyla tespit olunmuştur. Hep sustu. Öyle domuz domuz bakıp durdu sadece. Son celsede karar okunduğunda bile.
Tık. Kalem kırıldı. Gözünü bile kırpmadı. Bilmiyor mu kalemin kırılmasının ne manaya geldiğini. Bilir bilir. Gene de domuz domuz bakar gözünü gözüme dikip. İyi tanırım o bakışları. Nihal de öyle bakar oldu kaç senedir. Bu gibilerin tek müdafaası susmak. Kötü kötü bakmak. Aklı sıra adam yerine koymuyor beni. Geçti o günler. Adam yerine konmadığımız günler çok gerilerde kaldı. Artık adıyla sanıyla. Aklı sıra benim kendisi kadar kötü olduğumu biliyor da gözüme gözüme baka baka bildiğini açıklıyor. Açıklasın bakalım ne biliyormuş. Ne bilebilirmiş. Bir şey bilseydi. Canını kurtaracak bir tek bahanesi olsaydı söylemez miydi. (Syf 11-16)
Melek’e hücrede gelenler
Hiçbirşey demedim ağzımı açmadım ne diyecem ki karşıma dikilmiş bir sürü büyük adam karalar giyinmişler biri de kadın kadın olanı daha bi iyi daha bi yumuşak bakıyo ama erkeklerin tümü de kötü kötü dikmişler gözlerini hele o en ortada oturan kocca bi adam gözleri ağu saçıyo bıraksalar sanki o dakka üstüme çöküp boğuverecek aynı Hüsrev bey gibi aynı üvey ağam gibi tüm ötekiler gibi amma hepsinden büyük bi adam bu herbirinden üstün o konuştu mu herkes susuyo kime sen konuş dese o konuşuyo ben ne diyem ne konuşam böyle bi adama karşı bişey demedim elbet hiçbişey demedim diyeceğim ne var ki zati kendileri anlattılar her bişeyi bir bir dediler hep ettiklerini bebelere ne ettiğimi soran olmadı Hüsrev beyi ben vurmadım Hüsrev bey ölmedi ki kedileri soralardı anamın ikiz bebelerini soralardı kocakarıyı soralardı he ya ben öldürdüm yo öldürmedimse de öldüreydim keşki her zaman derim lakin Hüsrev beyi öldürmek benim neyime… (Syf 49)
(…)

Hey tanrım nerden geldim ben buralara hey tanrım hiç gelmeyeydim şu cihana hey tanrım ben usandım bu candan ömrüm billah titremekten usandım al şu canımı da kurtulam (…)
Kim der ki sen doğrusun Melek senin bi günahın yok hangisi inanır yemin içsem sen kimsin ki senin yeminin makbul ola hele o kara giyimli taş yürekli yükselrede oturan o adam o ağu bakışlı yargıç benim dediğime inanır mı hiç öyle bir hayın adam ki ağzından bir söz çıktığında sanırsın kışın ayazında yeller esiyor ben onun önünde sesimi çıkarabilir miyim kimin önünde çıkarabildim ki sesimi bunca yıldır hem çıkarsam bile neye yarar konuş diyo ne konuşam anlat diyo neyi anlatacam (Syf 77-78)
Pınar Kür’ün Savunması
İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Sayın Yargıçlığına
Asılacak Kadın adlı romanıma konu olan gerçek olayın hikâyesini dinlediğimde ve asılmış kadının resmini gördüğümde yirmi bir yaşındaydım. Bu trajik öykünün bende yarattığı derin ve sarsıcı etki çok uzun süre devam etti. Öykü, yıllar yılı kafamda dolandı. İki buçuk yıllık yoğun masabaşı çalışmasına, bu çok uzun biçimlenme süresini de katarsak, Asılacak Kadın on beş yıllık bir emeğin ürünüdür.
Roman, ilk kez 1979 yılında, Bilgi Yayınevi'nce yayımlanmış, birkaç baskısı yapılmış, daha sonra 1983 yılında Yazko, 1984 yılında ise Can Yayınları tarafından yayımlanmıştır. 1986 yılında, Başar Sabuncu'nun Uzman Film adına çektiği filme konu olmuş ve Nisan 1987'de, Danıştay kararıyla, gösterime girmiştir. Türk sinemasını dış ülkelerdeki festival ve toplu gösterimlerde temsil eden film, halen video kulüplerinin listelerindedir.
1979 yılından bu yana kitabı okuyanların sayısı yüzbinlere, filmi sinema ya da videoda seyredenlerin sayısı milyonlara varmıştır. Bunca yıldır, bunca insan arasında, eseri müstehcen bulan, cinsel arzularının tahrik, ar ve hayâ duygularının incinmiş olduğunu ifade eden (resmî bilirkişi kurulunun on, sinema sansür kurulunun dokuz üyesi ve sayın savcı dışında) bir tek kişi çıkmamıştır. Çünkü romanın ne bütününde ne de herhangi bir bölümünde “müstehcenlik” amaçlanmamıştır ve yoktur. Sayın savcının “yalnızca cinsel tahrik amacıyla” yazıldığını iddia ettiği bu romanı okuyan yüz binlerce kişi böyle bir duyguya kapılmadıklarına göre, demek ki ya binlerce kişi okuduğunu anlamamıştır ya da sayın savcı, bu kitabı okumak zahmetine katlanmadan iddianamesini kaleme almıştır.
Asılacak Kadın, korunmasız, güvencesiz, çaresiz, zavallı bir kadının, dış dünyadan koparılarak, bir sapığın hastalıklı ve korkunç dünyasına hapsedilişini, ezilişini, sömürülüşünü, çektiği türlü eziyetler sonucu kendini savunmak için ağzını bile açamayacak bir nesne haline getirilişini anlatırken, elbette bütün bunlara karşı çıkmakta; kadını bu insanlıkdışı durumdan kurtarma çabasına girişen ve başaramayan delikanlının dramını da dile getirmektedir. Biraz önce de söylediğim gibi, gerçek bir olaya dayanan ve toplumumuzun eski ve hâlâ kapanmamış bir yarasına parmak basan bu roman, Türk edebiyatının en acıklı, en trajik öykülerinden biridir ve iddia edilenin tam tersine, ahlakçı bir yaklaşımla yazılmıştır. Kadınların para ile alınıp satılması geleneğinin hâlâ yer yer sürdürüldüğü ülkemizde, bu sorunun bir değil birçok sanat eserine konu olması gerekir.
(…)
Romanımda çarpıcı, sarsıcı, rahatsız edici bazı sahneler olduğunu kabul ediyorum. Ancak, sanatın, edebiyatın işlevlerinden biri de zaten budur: Okuru sarsmak, uyarmak, rahatını bozarak o güne değin farkında olmadığı ya da yeterince önem vermediği birtakım gerçekleri algılamasını, kavramasını sağlamak. Adları yüzyıllar boyu unutulmayan sanatçıların, büyük yazarların yaptıkları bundan başka bir şey değildir. (…)
Ben, Asılacak Kadın'ı okuyup da Melek'e ve Yalçın'a acımayacak birini tasavvur ve tahayyül edemiyorum. Melek'in acımasızca kurban edilişini “cinsel tahrik” olarak görmek, Asılacak Kadın'ın ar ve hayâ duygularını incitmek amacıyla yazıldığını söylemek; örneğin, savaş aleyhtarı bir romanda, cephelerdeki perişanlığı, acımasızlığı, boşu boşuna ölmenin ve öldürmenin korkunçluğunu betimleyen sahneleri, “savaşa kışkırtma” olarak nitelemek kadar akla uzaktır.
Okuma eyleminin insan muhayyelesini, düşünme ve kendi başına karar verme yetilerini geliştirdiği bilinen bir gerçektir. Öte yandan, hayal gücü kıt, düşünme ve karar verme yeteneği zayıf kişilerden oluşmuş bir toplumun ilerleyemeyeceği, bir koyun sürüsü kadar kolay yönetileceği de bir başka gerçektir. Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektir. İşte bu yönden, bir süredir, bu ülkede okuyan, bağımsız düşünebilen insanların sayısını azaltmaya, gittikçe yok etmeye yönelik bir kültür politikası güdülmektedir. Toplumu, yalnızca boğazını düşünen bir koyun sürüsüne dönüştürme amacıyla izlenen bu politikanın yöntemlerinden biri de, kitap düşmanlığı ve okuma korkusu yaratmak; yazarı, sanatçıyı, okuru yıldırmaktır. Papazın Karısı, Doymayan Bakire, Çılgın Kolejliler ve benzeri, yabancı dilden çevrilmiş ve gerçekten cinsel istekleri kamçılamak amacıyla yazılmış bir sürü kitap piyasada rahatça satılırken, benim çok başka mesajlar taşıyan ve edebî değeri yurt içinde ve dışında kabul edilmiş iki önemli romanımın birden imhasının istenmesi, asıl amacın politik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sürdürülen bu politikanın gerisinde yatan ölümcül zihniyetin seçtiği örnek kurbanlardan biri de benim, ama, sonuçta, asıl hedeflenen kurban, Türk halkıdır.
Ancak, bugün ben kurban edilsem ve söz konusu politika başarıya ulaşıyormuş gibi görünse bile, uzun vadede başarılı olamayacaktır. Buna benzer denemelere tarihte daha önce de girişilmiş, ama hiçbir zaman başarıya ulaşılmamıştır. Böylesi uygulamalara başvuranlar insanlığın yüz karası olarak anılmış ve anılmaktadırlar. Ve, günümüzde, uygar dünyada, kitap imha etmek, insan öldürmekle eşdeğer, hatta daha büyük bir suç sayılmaktadır. Geçmişte, Batı'da da yasaklanan kitaplar olmuşsa da, bu yasaklar hep sınırlı ve geçici kalmış, söz konusu kitaplar bir süre sonra “başyapıt” olarak nitelenmişlerdir. Ortaçağlardan bu yana, Nazi Almanyası dışında, Batı'da kitap imha edildiği görülmemiştir. Nazilerce imha edilmiş kitaplar da, o rejim çoktan öldüğü ve lanetlendiği halde, hâlâ yaşamakta ve edebiyat tarihinin altın sayfalarını oluşturmaktadırlar. Çünkü, sanat, fikir ve edebiyat eserleri, insanlığın en kalıcı yapıtlarıdır. (Syf 147-151)