Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Radi Fiş ile devam ediyor.
RADİ FİŞ (28 Ekim 1924- 6 Eylül 2000)
Usta yazar Nazım Hikmet’in dostu olan Rus yazar Radi Fiş 1924 yılında Leningrad'da doğdu. Moskova Şarkiyat Enstitüsü’nün Türkçe bölümünde okudu. Çevirileriyle Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Fahri Erdinç ve Ataol Behramoğlu gibi yazar ve şairleri Rus diline kazandırdı. Aynı zamanda gemicilik yapan yazar Manş’tan Mexico Körfezi’ne, Orkinos Adaları’ndan Küba’ya kadar nice denizler aştı, insanların yaşamlarına tanık oldu.
Türkiye’ye ilk kez 1965 yılında gelen yazar, pek çok yazar ve ozanımızla da tanıştı. Radi Fiş’in, yakın dostu Nâzım Hikmet'in yaşam serüvenini yazdığı Nâzım'ın Çilesi adlı kitabı Moskova'da 1968'de yayımlandı. Nâzım'ın 1950'de Moskova'ya ayak bastığı günlerden ölümüne kadar her an birlikte olmuş bir kişi olarak kaleme aldığı yapıt, 1969'da Gün Yayınları tarafından yayımlandı.
Radi Fiş’in Evrensel Basım Yayın tarafından okurla buluşturulan “Ben de Halimce Bedreddinem” isimli kitabından bazı bölümleri paylaşıyoruz.
BEN DE HALİMCE BEDREDDİNEM
Ayaklarının dibinde uzanan ve genellikle Yeşil Cami’nin çinilerinin renginde olan göl, bu kez gökyüzünü baştan aşağı kaplamış olan bulutların rengini almıştı. Ne yukarda bir yıldız görülüyor, ne de şafak sisleri içinde yitip gitmiş gölün kıyı çizgisi seçiliyordu. Belirli aralıklarla bir o yana bir bu yana salınan kamışların ölçülü hışırtısından başka kendini duyuran hiçbir şey yoktu. Dört bir yan külrengi pamuk yığınları içindeydi sanki.
Sultan Mehmed Çelebi’nin de istediği tam bu değil miydi: Tutsağından yükselebilecek inlemeleri kimseler duymamalıydı.
Bedreddin’i İznik’e süren Sultan, tutsağının her hareketinin izlenmesini buyurmuş, bir yandan da kendisine ulufe olarak üç bin akçe aylık bağlamıştı. Ah! Keşke hemen başını uçursalar, ya da bir zindana atsalardı!
Besbelli buna cesaret edememişlerdi. Kitapları İslam dünyasının hukuk alimlerinin elinden düşmeyen, adı Kahire ve Semerkand’da saygıyla anılan, yüksek ulemaya mensup böyle bir insanın başını vurmak; çeşitli ülkelere dağılmış sayısız yandaşı, müridi bulunan, ünü tüm İslam alemini tutmuş bir şeyhi zindana kapatmak, kulların padişahın hakseverliğine duydukları güveni sarsabilirdi. Mehmed Çelebi gibi yemininden dönenler ve kardeş katilleri içinse, iktidarı ele geçirdiklerinde, hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildir.
Ama yağma yok! Osmanlı topraklarının yeni egemeni onu satın alamayacak! Suskun bir boyun eğme bekliyorlar ondan; böylece Sultanın arzu ettiği söylentilerin yayılması kolaylaşacak, hesapları bu! Ama sökmeyecek bu hesap!
Elli beş yaşını geride bırakmıştı artık Bedreddin. Ve inananların, dünyanın sonuyla karıştırdıkları o an, onun için çok, çok yakındı. Ama zihni hiçbir zaman şu anda olduğunca açık ve özgür, ruhu şu anda olduğunca derinlerini ele verir olmamıştı. Kalın bir kütle olarak, duvar dediğin nedir ki? Bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, yüzyılların ötesini tarıyor o.
Bir yıldan fazla bir zamandır şu dört duvarın arasında oturup duruyor işte.
(…)
Öğrencileriyle avluda dolaşırken Bedreddin onların tekkeye ulaşan haberlere ilişkin görüşlerini öğrenirdi. Haberlerse pek de iç açıcı değildi. Sultan Beyazıd’ın Ankara önlerinde Aksak Timur karşısında bozguna uğraması, devleti perişan etmişti. Timur istilasının yangın yerine çevirdiği Şam, Bağdat, İzmir, Bursa, Sivas gibi kentlerde insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa yitirmişler, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Ticaret tümüyle durmuştu, çünkü kimsenin elinde ticarete konu olabilecek bir şey kalmamıştı. Dağlar, düzler eşkiyadan geçilmiyor, şurdan şuraya hırsız-uğursuz saldırısına uğrama tehlikesini göze almaksızın gidilemiyordu.
Timur çekip gitmiş, ama istila ettiği toprakların başına birer bey bırakmayı da unutmamıştı. Eskiden bir kişinin sözünün geçtiği topraklarda şimdi üç dört kişinin sözü geçer olmuştu. Beylerle mirasçıları ya da halefleri arasında kanlı kavgalar sürüp gidiyor, ekinler yakılıyor, köyler boşalıyor, kentler yerle bir ediliyordu. Halkın artık şurasına gelmişti.
(…)
Avlu kapısını açıp tekkeye girdi. Yemek odasından, tabaklara vuran kaşık sesleri geliyordu. Öğrenciler, öğretmenlerinin geciktiğini görünce her sabahki soğan çorbalarını içmeye başlamışlardı.
Hayır, acele etmemeliydi. Önce her şeyi bütün ayrıntılarıyla inceden inceye düşünmeli, ancak ondan sonra öğrencileriyle, özellikle de bugün yarın İznik’e gelmesini beklediği Börklüce Mustafa’yla tartışmalıydı. İşin bundan sonrası için ardından gelecek olanları bekleyen tehlike çok, çok büyüktü.
Öylesine sevecenlikle dolup taştı ki yüreği, oluğu tıkanacak gibi oldu. Yıllardır kendisini izleyen insanlaraydı bu sevecenlik. Onlarsız kendisi bir hiçti, “hakikat”se bir ölü: Çünkü hakikat, ancak insanlar aracılığıyla var olurdu, kendilerini sonuna dek ona adamış insanlarla... Tıpkı şu anda İznik’in Yakup Çelebi tekkesinin yemek odasında oturmakta olan şu insanlar gibi…
(Syf 11-18)
(…)
Gece yarısına doğru Cafer, öğretmenin hücresine ona en bağlı öğrencilerden dokuzuyla Âşık Şeyhoğlu Satı’yı çağırdı. Herkes yerine oturunca Bedreddin:
Bedreddin sustu. Öğrenciler gözlerini ondan ayırmıyorlardı. Sezmişlerdi:
Olağanüstü bir şeyler olacaktı.
Bedreddin sözlerini sürdürdü:
(…)
Bedreddin İznik’in tekkesinin ona ait hücresinde toplanmış öğrencileriyle konuşmaya devam ediyordu:
Bedreddin gözleriyle öğrencilerini taradı. Kımıldamadan oturuyorlardı. Bir tek, şu, adı Mecnun olan uzun boylu, ateşli Ankaralının kamış kalemi kâğıt üzerinde gıcırdayıp duruyordu.
Mecnun heyecanla atıldı:
Börklüce Mustafa’ydı. Bedreddin gülümseyerek başını sallayınca, sürdürdü:
Bedreddin işte bu yüzden onları çok severdi. Börklüce Mustafa’yı akıllılığı, telaşsızlığı ve yürekliliği için; Kemal Torlak’ı ise doğruluğu, titizliği için: Dürüstlüğe, onura ilişkin her şeyi, kuyumcu terazisinde tartardı Kemal. Uzağı görmede de üstüne yoktu.
Bedreddin başını önüne eğdi. Avucuyla boynunu sıvazladı. Aşırı heyecanlı olduğuna işaretti bu. Sonra gözlerini yerden kaldırıp:
Öğrenciler susuyorlardı. Suskunluk uzadıkça da, öğretmenlerini burada, kalede bırakıp, kendilerinin tek başına harekete geçmeleri gözlerine olanaksız görünüyordu.
Çocukların ana babalarının koruyuculuğuna alışmaları gibi, onlar da Bedreddin aklının ve etkinliğinin her an arkalarında olmasına alışmışlardı. Bir an hepsi öksüz kalmış gibi duydu kendini.
(…)
Bedreddin başka konuşacak var mı diye biraz daha bekledi. Baktı konuşan yok:
(Syf 72-80)