Rainer Maria Rilke: Beyaz Mutluluk

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Rainer Maria Rilke ile devam ediyor.

11 Ekim 2024 - 08:15

Rainer Maria Rilke (4 Aralık 1875- 29 Aralık 1926)

 4 Aralık 1875’te Alman kökenli bir ailenin çocuğu olarak Prag’da doğdu. Öğrenim hayatının ilk dört yılını Prag’daki Katolik eğitim veren bir okulda geçirdikten sonra maddi zorluklar sebebiyle Saint Pölten Askeri Okulu’na devam etti. 1890’da sağlık problemleri nedeniyle okulu bıraktı. 1891’in sonlarına doğru ailesinin yönlendirmesiyle Linz’teki bir meslek okuluna girdi. Bu dönemde edebiyata ve edebi gelişimine daha fazla zaman ayırma olanağı buldu ve üç yıl sonra, Leben und Lieder (Yaşam ve Şiirler) isimli ilk kitabını yayımladı. 1896-1899 yılları arasında Münih ve Berlin’e giderek öğrenimine devam etti. Edebi anlayışının gelişmesinde büyük rol oynayan kadın şair Lou Andreas-Salomé ile tanıştı. Sonrasında Salomé ile, “ruhsal anakara” olarak tanımladığı Rusya’ya gitti ve müzeleri ziyaret etmenin yanında birçok ressamla ve aralarında Lev Tolstoy’un da bulunduğu birçok yazarla görüşme olanağı buldu. Bu yolculuk sayesinde felsefesini geliştirmesine yardımcı olacak şiirsel malzemeyi elde eden Rilke, Rusya’dan döndükten sonra Das Stundenbuch (Dua Saatleri Kitabı) isimli kitabı üstünde çalışmaya başladı. 1905’te Auguste Rodin’in özel sekreteri olarak çalıştı ve aynı dönemde, Rodin’in sanatını ve Paris’teki yaşamını anlattığı, düzyazı türündeki en önemli eserlerinden biri olan Auguste Rodin’i yayımladı. Takip eden yıllarda Afrika, Mısır ve İspanya’yı gezen Rilke, 1912’de Trieste yakınlarındaki Duino Şatosu’na yerleşti. Bu tarihte, şatonun sahibi olan Kontes Maria von Thurn und Taxis’den de aldığı ilhamla Duineser Elegien’i (Duino Ağıtları) yazdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında kısa bir süre Viyana’daki savaş arşivinde görev aldı. 1926’da yakalandığı lösemi nedeniyle yaşamını kaybetti. 

Yazarın Cem Yayınları tarafından yayımlanan “Rilke Bütün Öyküler” kitabından “Beyaz Mutluluk” isimli öyküsünü paylaşıyoruz

BEYAZ MUTLULUK

“Yüce Tanrının acayip pansiyonerleri var.” Bu, üniversite öğrencisi Viktor Karsky’nin bayıldığı bir sözdü ve bu sözü yerli yersiz, her seferinde üstünlük taslayarak tekrarlar dururdu. Böyle yapmasının nedeni, belki kendisini de söz konusu pansiyonerler arasına katmak istemesiydi. Arkadaşları hanidir ona antikanın biri gözüyle bakıyordu; çokluk duygusallığa varan candan davranışını takdir ediyor, neşeli halinden keyif alıyor, hüzünlendiği zamanlar onu yalnız bırakıyor, üstünlük taslamasını iyi yürekli bir bağışlamayla sineye çekiyorlardı.

Vinzent Viktor Karsky’nin üstünlüğü, yaptığı ya da yapmadığı her şey için parlak bir isim bulmasından ve övüngenliğe kaçmaksızın olgun bir güven duygusuyla kusursuz taşları bir araya getirip dünya durdukça duracak bir duvar ören biri gibi eylem üzerine eylem kondurmasından oluşuyordu.

(…)

Bunun dışında dostlarına hiç çekingen davranmaz, mahremleri de içinde olmak üzere bütün yaşantılarını sevimli bir açık yüreklilikle anlatır, dostlarının bir emekçi çocuğunu elinden tutup ‘kendi düzeyine’ ne zaman çıkarmaya çalışacağı sorusunu hep yanıtsız bırakırdı

 (…)

Küçük bir kente bahar geldi mi, şenlik düzenlenir. Dar hücrelerinden fışkıran tomurcuklar gibi altın sarısı başçıklarıyla çocuklar kışı geçirdikleri bunaltıcı odalardan dışarı fırlar, dalga dalga kırların, bayırların yolunu tutarlar, sanki saçlarını ve giysilerini çekip çekiştiren ve kirazların ilk açan çiçeklerini kulaklarına uçurup getiren ılık rüzgar önüne katmış götürür kendilerini. Uzun bir hastalıktan sonra bir çocuğun hanidir eksikliğini çektiği bir oyuncağı sevincinden uçarak karşılaması gibi, mutlulukla her şeyi yeniden görüp tanır, her ağacı, her çalılığı neşeyle selamlar, coşkuyla akan ırmağa bütün zaman neler yaptığını anlattırıp dinlerler. Çıplak, ürkek ayakçıkları hafifçecik gıdıklayan ilk yeşil otlar içinde koşmak, çaresizlik içinde geniş yaylar çizip kıt mürverler üstünden geçerek sonsuz ve solgun maviliklerde yitip giden bir kelebeğin peşine düşmek ne büyük bir hazdır. Dört bir taraf yaşamla kaynayıp coşar. Çatı altları, kırmızı kırmızı parıldayan telgraf direklerinin, hatta kilise kulesinin üzeri, homurtulu emektar çanın yanı başları kırlangıçların buluşma yeridir. Çocuklar eski yuvalarını arayan o sevimli göçmen kuşlar gibi gözlerini iri iri açarak bakıp durur, öte yanda babaları gül fidanlarına hasır giysilerini giydirir. Anneleri ise sabırsız küçüklerin sırtından kalın fanilalarını çıkarmaya koyulur.

Yaşlılar da ürkek adımlarla kapı eşiğinden dışarı çıkarlar, ellerini kavuşturup ovar, sel gibi akan ışığa bakarak gözlerini kırpıştırırlar: birbirlerini “moruk” diye çağırır, mutluluklarını ve duygulanmışlıklarını açığa vurmak istemezler. Ama gözleri doluksar, bir ilkbahar daha yaşadıkları için Tanrı'ya şükrederler, annenin de, babanın da içlerinde bir şükran duygusu uyanır. Böyle bir günde elde bir çiçek olmadan sokakta dolaşmak günahtır diye geçirirdi içinden Karsky. Dolayısıyla, sanki ilkbaharın reklamını yapmak ister gibi sağ elinde burcu burcu kokan bir dalı sallamaya başladı. Evlerin ağızlarını açmış kara kara esneyen küflü kapılarından bir an önce kaçıp kurtulmak için, üçgen çatılı eski ve gri evlerin yer aldığı sokaklardan geçti, her zaman gittiği meyhanenin patronunu eliyle selamladı. Adam meyhanenin geniş kapısının altında durmuş kurumlanır bir edayla geniş geniş gülümsüyordu. Daha sonra Karsky, öğle zilinin çalmasıyla daracık okullarından fırtına gibi dışarı fırlayan çocuklara el etti. İlkin uslu akıllı ikili sıralar halinde yürüyen çocuklar okul kapısından yirmi adım kadar uzaklaşır uzaklaşmaz dağılıyor, çok sayıda topluluklar oluşturuyordu. Bunu gören Karsky, havada, yüksek mavilikler içinde ışıl ışıl minik yıldızlara ve küreciklere bölünen maytapları düşünmekten kendini alamadı. Dudaklarında bir gülümseme, ruhunda bir ezgi küçük kentin en dış semtine doğru seğirtti; burada biraz köy manzarasıyla bir huzur havasını soluyan çiftlikler ve kısmen küçük bahçecikler ortasında villalar gülen yüzlerle insanı karşılıyordu.

Yolun sonundaki evlerin birinin önünde hafifçe kıvrılıp bükülmüş dallar üstünde şimdiden yeşil bir soluğun gelecekteki bir görkemi müjdeleyerek parıldadığı ağaçlıklı bahçe yollarını görmek keyiflendirdi Karsky’yi. Evin girişinde iki kiraz ağacı çiçeğe durmuştu; bu da bir zafer kapısı olarak kurulup çatıldığı gibi bir görünümle donatıyordu kapıyı, sanki soluk pembe çiçekler kapının üzerine ışıl ışıl bir “hoş geldin” yazısı kondurmaktaydı. Ansızın irkildi Karsky. Çiçeklenmeler ortasında koyu mavi iki göz görmüştü; sakin, höpürdetile höpürdetile içe çekilen bir mutlulukla düşlere dalmış, uzaklara bakıyorlardı. İlkin yalnızca bu iki gözü fark eden Karsky öyle sanmıştı ki, âdeta gökyüzünün kendisi çiçek açmış ağaçlardan ona bakıyordu. Biraz yaklaşınca şaşıp kaldı. Solgun yüzlü sarışın bir kız, donuk renkli çiçeklerle bezenmiş bir şezlongda büzülmüş oturmaktaydı; âdeta görülmez bir şeye uzanmış elleri dizleriyle ayaklarını saran koyu yeşil battaniyelerden parlaklık ve saydamlığıyla ayrılıyordu.

Dudakları henüz açmış çiçekler gibi narin kırmızıydı, hafif bir gülümsemenin güneşiyle çevresi kuşatılmıştı. Noel gecesi kollarında yeni tahta atıyla uyuyakalmış bir çocuk böyle gülümserdi ancak. Solgun ve nurlu yüzü öylesine güzel, öylesine nazlıydı ki, birden öğrenci Karsky’nin uzun, çok uzun süredir düşünmediği eski masallar geldi. Farkına varmadan durdu olduğu yerde; bugün, dua etmeyi unutmuş kişilerin bazen üzerine çullanan o büyük güneşe yürekten bir şükran duygusuyla yoldaki bir Meryem tasviri önünde de durakalmıştı öyle. Derken kızla göz göze geldiler, mutlu bir anlayışla birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Ve Karsky, ne yaptığını pek bilmeden elindeki çiçekli dalı çit üzerinden kaldırıp bahçeye attı; havada hafifçe sallanarak giden dal kızın kucağına düştü. Kızın beyaz ve ince elleri de nazlı bir aceleyle, bir mermi gibi gelip kendisini bulan burcu burcu dala uzandı; Karsky haz dolu bir ürpertiyle kızın masalsı gözlerinde parıldayan şükran duygusunun keyfini çıkardı. Ardından kırlar ve bayırlar ortasından vurup gitti. Ancak açık arazide epey ilerleyip başının üstünde görkemli sessizliğiyle gökyüzünü görmüştü ki, durmadan şarkılar söylediğini fark etti. Küçük, eski, mutluluk taşan bir şarkıydı.

Bu da benim sık sık arzuladığım şeydi diye içinden geçirdi Karsky; bütün bir kışı hasta geçirmek, bahar geldiğinde yeterince dinlenmiş olarak yavaş yavaş, adım adım yaşama geri dönmek. Şaşkınlık okunan gözlerle kapı önünde oturmak, güneşe ve hayata karşı öylesine çocuksu bir şükran duygusuyla dolup taşmak. Herkes sevimli ve güler yüzlüdür, anne her an gelip hastalıktan yeni kalkmış evladını alnından öpebilir, kardeşler halka olup dans eder, akşam kızıllığına kadar ezgiler söyleyip dururlar. Öğrenci Karsky’nin bütün bunları düşünmesinin nedeni, bahçede çiçeklerle yüklü kiraz ağacı altında oturmuş, tuhaf tuhaf düşler kuran sarışın, hasta Helene’nin ikide bir aklına gelişiydi. Çalışmalarının başından ne çok kalkıp solgun ve sessiz kıza koşmuştu. Aynı mutluluğu yaşayan iki insan birbirini çabuk bulur. Hasta Helene ve öğrenci Viktor, ikisi de serin ve hafif bahar havasıyla sarhoş olmuş, ruhları aynı sevinç haykırışıyla yankılanmıştı. Sarışın Helene’nin yanında oturan Karsky okşayan, yumuşak bir sesle ona binlerce öykü anlatıyordu. Ruhundan çın çın yükselen ses kendisine yabancı ve yeniydi, ağzından çıkan sözlere kendinden geçerek hayretle kulak veriyordu; sözcükler öylesine saf ve özlüydü ki, bir ‘vahyi ilahiyi’ andırıyordu adeta.

(…)

Kiraz ağaçlarının çiçek açması sona ermişti. Helene ağaçlıklı yolun daha içerlerinde, gölgelerin daha koyu ve serin olduğu bir yerde oturuyordu şimdi. Karsky, ona veda etmeye gelmişti. Yaz tatilini uzakta, Salzkammergut dolayındaki göl kıyısında anne ve babasıyla geçirecekti. Helene’yle her zamanki gibi değişik konular, düşler, anılar üzerinde konuştular. Ama geleceği düşünmek hiçbirinin aklından geçmedi. Helene’nin yüzü her zamankinden daha solgundu, gözleri daha büyümüş, daha çok çukura gömülmüştü; elleri koyu yeşil battaniye üzerinde hafifçe titriyordu. Karsky doğrulup kalktı; her iki elini kırılgan nesneler gibi kollayarak elleri içine alınca, Helene yumuşacık bir sesle:

“Öp beni!” dedi.

Karsky eğildi, şehvetten arınmış soğuk dudaklarla alnından ve ağzından öptü hasta Helene’yi. (…)

Derken güçlenmiş olarak Helene’den ayrıldı Karsky, hiçbir üzüntü hissetmeksizin ağaçlıklı yoldan uzaklaşıp gitti.

 (…)

Helene’yle birbirlerine “Görüşmek üzere” demedikleri nasılsa aklına geldi. 

Güneşte yanmış olarak tatilden yine küçük kente döndü Karsky. Eskiden aşinası olduğu üçgen çatılı evlerin yer aldığı sokaklarda yürüyüşe çıktı; soluk güz ışığını neredeyse mor bir renge boyayan evlerin cephelerine başını çevirip baktığı yoktu. Döndüğünden beri kentte ilk yürüyüşe çıkışıydı bu, öyleyken yürüyüşü her Allahın günü aynı yolu arşınlamış birininkine benziyordu. Sonunda parmaklıklı yüksek kapıdan geçerek gömütlükten içeri girdi; tümsekler ve şapeller arasında hedefinden emin yürüyüşünü sürdürerek yeşillikler ortasında bir mezarın önüne gelip durdu, gösterişten uzak haçtaki yazıyı okudu: Helene. Onu burada bulacağı doğmuştu içine. Hüzünlü bir gülümseme ağız köşelerinin çevresinde titreşti.

 
Etiketler; Rilke

ARŞİV