REBECCA WEST (21 Aralık 1892- 15 Mart 1983)
Britanya’lı yazar, gazeteci, edebiyat eleştirmeni feminist Rebecca West 21 Aralık 1892’de doğdu. Bir subayın kızıydı ve 1902'de babasının ölümünden sonra Edinburgh'da eğitim gördü. Cicely Isabel Fairfield olan asıl adını 20 yaşında değiştirip (Henrik Ibsen’in bir roman karakterinden) Rebecca West adını aldı.
Yazın kariyerine 1911’de The Freewoman (Özgürkadın) adlı radikal feminist bir dergide başladı. Kadınların oy hakkı için mücadele etti. Feminizm ve sosyal reform hareketlerinde aktif rol alan West’in ilk kitabı Henry James 1916’da yayımlandı. Yazın hayatını romanlar, eleştiriler, hiciv, biyografilerle sürdürdü. Dönemin en önemli gazetelerinde yorumlar yaptı, eleştiri yazıları yazdı.
Time dergisi, 1947'de onu "Tartışmasız dünyanın bir numaralı kadın yazarı" olarak adlandırdı. Aralarında Fransız Legion of Honour, Kadın Basın ve Gazetecilik Kulübü Ödülü’nün (1948) de olduğu birçok ödül aldı. Hakkında iki biyografi yazıldı. 1983’te 91 yaşında öldü.
ASKERİN DÖNÜŞÜ
Chris evlendikten sonra Baldry Court'u yeniden yapılandırdığında, bir sanatçının asi gözünden ziyade, bir manikürcünün bilgiç göz kırpışma sahip iki mimara teslim etmişti burayı; onlar da bu sevgili mekânı resimli basına pek çok görsel malzeme verecek şekilde yoğurmuşlardı. Ev Harrowweald'ın zirvesine oturmuştu ve göz, pencerelerden aşağı, batıya doğru kaydığında, uzaklaştıkça mavileşen parlak tepelerin altında kilometrelerce uzanan parıl parıl ıslak zümrüt meraları ve daha yakında ise, göz kamaştıran çimenler ile karanlığı neredeyse elle tutulur hale getirmiş olan Lübnan sedir ağacının dallarını görürdü. En tepedeki çamların mora çalan kahverengi dallarının korkutucu kasveti, uzaklardaki tepenin ucundaki göletin kenarından ormanlara kadar göz önüne serilirdi. O gün bu manzaranın güzelliği bana kötücül geliyordu, çünkü yaşadığım dönemin çoğu İngiliz kadını gibi, bir askerin dönüşünü bekliyordum. Ulusal çıkarları ve başka her şeyi göz ardı etmiştim, kuzenim Cristopher’i yüreklerimizden gelen hodbin bir arzuyla savaştan çıkarmak ve karısıyla şu anda bakmakta olduğumuz bu güzellikler içinde saklamak istiyordum. Son zamanlarda onun hakkında kötü rüyalar görür olmuştum. Geceleri cephede ıssız, kokuşmuş, kahverengi bir yerde koşuyor, koşuyordu: bir elin üstüne basıyor ama gömülmemiş bir kafanın korkunç görüntüsünden dolayı ele bakmıyordu bile ve ancak rüyam son raddesine kadar korkunçlukla dolduktan sonra Chris dizlerinin üstünde bir hamle yapıp güvenli bir yere ulaşıyordu- buna güvenli denebilirse. (…) İşte bugünün İngiliz kadınlarının rüyaları böyle şeyler; şikayet etmemeliydim. Ama askerimizin dönmesini istiyordum.
Bu yüzden, “Keşke Chris’ten bir haber gelse,” dedim. “Yazmayalı on beş gün oldu.”
İşte Kitty de bundan sonra, “Amaan, meraklanmaya başlama!” diye yakındı. “Bugünlerde kadınlar kocalarından on beş gün haber alamadıklarında endişeye kapılacak olsalar!...” Sonra insanın içini ferahlamak için güzel kokulu çiçeklere doğru eğildiği gibi elindeki aynaya eğdi başını.
Ben de kendi çevremde, Kitty’i her zaman sarmalayan rahatlık küresinden oluşturmaya çalıştım ve her ne kadar Chris yanımızda olmasa da hayatımızdaki diğer güzel şeyleri düşündüm.
(Syf 9-10)
Hizmetçi tepsinin içinde bir katla odaya girdiğinde, vereceği haberin ne kadar güzel ya da gelenin kim olduğunun bir önemi olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum; çünkü Chris’in gelip şöminenin kızıl ışığı yüzüne vururken onun önünde durmasına ve ona o mesafeli ilgiyi, şefkatleri bir liman demir atmış erkeklerin çekici kadınlara gösterdiği türden, müzikle haşir neşir olmayan bir adamın iyi bir klasik müzik parçasına duyduğu ilgiye benzeyen ilgisini göstermeye imkân yoktu.
Kitty kartı okudu. “Bayan Wlliam Grey, Mariposa, Ladysimith Sokağı, Wealdstone. Wealdstone’de oturan birini tanımıyorum ben.” Bu, Londra’ya Hrrowweald’dan üç mil daha yakın, kırmızı bir taşra lekesinin adıydı. Artık eskiden olduğu gibi çevresini koruyamıyordu insan. “Onu tanıyor muyum, Ward?” diye sordu Kitty hizmetçiye. “Daha önce geldi mi buraya?”
“Yo hayır hanımefendi,” dedi hizmetçi kız, kendini beğenmiş bir gülümsemeyle. “Dediğine göre size bir haber getirmiş. Kızın kullandığı ses tonundan, kapı önündeki paspası biraz hevesli kullanmış pejmürde misafirin fazlaca sırdaş bir açıklama yaptığı seziliyordu.
Kitty düşündü biraz, “Aşağıya gelirim,” dedi. (…) merdiven başına geldiğimizde, geniş merdivenlerin trabzanları yaslanıp aşağı salona bir göz atarak kolumu sıktı. “Bak!” diye fısıldadı. Hemen altımızda, Kitty’in en güzel döşemelik kumaşıyla kaplı koltuklarından birinde orta yaşlı bir kadın oturuyordu. Sarımtırak bir yağmurluk giymişti ve üstündeki tüyleri yakın zamanda nalburdan alınmış bir zamkla yenilenmiş siyah bir şapka takmıştı. Siyah örgü eldivenlerini çıkarıp kucağında bir top gibi tutmuştu ki gri alpaka eteğini çamurlu botlarının üst tarafına kırmızı elleriyle çekebilsin. O kırmızı eller, yanındaki sehpada duran parıl parıl açelyaları düzeltmeye kalkıştığında gözümüze iyice korkunç görünmüştü. Kitty titreyerek, “Başımızdan savalım şunu” dedi ve merdivenlerden aşağı koştu. En alt basamakta duraklayıp yapmacık bir tatlılıkla, “Bayan Grey?” dedi.
“Evet,” diye yanıtladı misafir. Soluk ve rahat yüzünü Kitty’ye bakmak için kaldırdı. Yüz ifadesi o anda keskin bir acıma duygusuyla, onun lehine bir önyargı uyandırdı bende; bu kadar gösterişsiz bir kadının bir başkasının güzelliğinden bunca tutkuyla zevk alması müthiş bir şeydi. “Bayan Baldry siz misiniz?” diye sordu bundan memnun olmuş gibi ayağa kalktı. Ucuz korsesinin balenleri o kıpırdadıkça ses çıkarıyordu. Eh, çok da kötü değildi. Vücudu uzun, yuvarlak ve biçimliydi, dik omuzlarının asil bir duruşu vardı; sarı saçları açık alnında değişik bir biçimde kıvrılmıştı; gri gözleri, her ne kadar artık hayatında bakmaya değer şeyler uzaklarda kalmış gibi dalgınsa da şefkat doluydu ve vücudunun inceliğine rağmen, güvenilen iri bir köpek ya da koşum öküzü gibi sevimli bir sağlamlığı vardı.
(…)
Hep birlikte oturduğumuzda, “Kalfam sizin ikinci hizmetçinizin kardeşidir,” deyiverdi.
Bu ikimizi de şaşırttı “Tavsiye mektubu için mi geldiniz?”
“Yo hayır, Gladys iki yıldır yanımda çalışıyor, kendisinden gayet memnunum”
(…)
Kitty kadınların berbat hayatlarına, ev içi kavgaların kabalığına şahit olmuş bir kadının sertliğiyle, hizmetçi dedikodularıyla ilgilenmediğini söyledi.
“Ah.. ama bu…” – sanki ona haince davranmışız gibi gözleri doldu- “sizinle konuşmak istediğim hizmetçi dedikodusu değil, Gladys’in sözünü ettim…” çantasının dikişini izlemeye devam etti, “çünkü haberinizin olmadığını ondan öğrendim.”
“Neden haberim olmadığını?”
Başını azıcık öne eğdi. “Bay Baldry hakkında. Kusura bakmayın rütbesini bilmiyorum”
Yüzbaşı Baldry” dedi Kitty, merakla. “Onun hakkında bilmediğin nedir?”
Kadın başını öte yana, açık kapıya, soluk mart güneşine ve koyu renkli çam ağaçlarının manzarasına çevirdi, bir şey yutkunuyormuş gibiydi. “İyi değil” dedi yavaşça.
“Yaralı mı yani?” diye sordu Kitty.
Yumuşak yüzünü kararsızlıkla hareket ettirdiğinde şapkasındaki aşınmış tüyler dalgalandı. “Evet” dedi, “yaralanmış.”
Kitty’nin parlak gözleri benimkileri buldu, rezillik yapmaya çalışan bir insanı yakalamış olmanın dürtüsüyle zaferle gülümsedik. Çünkü bu haber doğru değildi. Doğru olmasına imkan yoktu. Chris yaralansaydı, Harbiye Nezareti bize derhal telgraf çekmiş olurdu. Gazetelerde bu tür dolandırıcılık haberlerine, titizlikle anlatılan sefalet hikâyeleriyle birlikte rastlıyordu insan; “Askerin Karısına Yapılan Gaddarca Dolandırıcılık” başlıklı paragraflarda.
(…)
Kitty haince, bir sessizlik oluşmasına izin verdi. Ziyaretçimiz buna dayanamadı ve sessizliği tedirginlikten doğan garip bir cıyaklama tonuyla bozdu. “Boulogne’da Queen Mary Hastanesi’nde yatıyor.” Biz konuşmadık, kadın kıpkırmızı kesilip oturduğu yerde kıpırdanmaya başladı ve öne doğru eğilip, oturduğu koltuğun ayaklarının altındaki şemsiyesiyle oynadı. Şemsiyesinin yeşil dikişleri ve sahne kaplumbağa kabuğu sapı Kitty’in iğrenerek konuşmasına yol açtı.
(…)
Bayan Grey öne doğru reverans gibi bir hareket yaptı, çantasını almak için yerde aranıyordu. Kalktığı zaman yüzü eğilmekten pembeleşmişti ve haysiyeti, yarım yamalak akmış gözyaşı denizinde kararsızca yüzmekteydi. “Sizi üzdüğüm için özür dilerim,” dedi. “Ama böyle bir şey bildiğin zaman bunu kişinin eşinden saklamak insanlığa sığmaz. Ben de evli bir kadınım ve biliyorum. Bay Baldry’yi on beş yıl öncesinden tanıyorum.” Sesi açıkça cesaretlenmişti. “Ailenin iyi bir dostuydu,” diye ilave etti, verdiği haberin keskin şaşırtıcı etkisini hafifletmek için. Pek işe yaramadı. “Birbirimizin izini kaybettik. Son görüşmemizin üstünden on beş yıl geçti. Onu ne gördüm ne de bir haber aldım ve bu gelene dek de alacağımı sanmıyordum.”
Çantasını açıp bir telgraf çıkardı. Birden anladım ki bütün anlattıkları doğruydu; çantasına sıkı sıkı tutunmasının nedeni buydu.
“İyi değil!” dedi yalvarırcasına. “İyi değil! Hafızasını kaybetmiş ve şey sanıyor… Beni hâlâ tanıdığını sanıyor.”
Telgrafı Kitty’ye uzattı. Kitty de okuyup dizinin üstüne bıraktı onu.
“Görüyorsunuz ya” dedi Bayan Grey, “Margaret Allington’a yazılmış, benim kızlık soyadım, son on yıldır evliyim. Ve benim eski adresime yazılmış, Bray’deki Monkey Adası. Babamın bir hanı vardı orada. Biz orayı terk edeli on beş yıl oldu. Bir süre önce kocamla birlikte o hanı işletenlere kim olduğumu söylemeye gitmemiş olsaydık, bu telgraf elime geçmeyecekti.”
Kitty telgrafı katlayıp alçak sesle “Pek de inandırıcı bir hikâye değil,” dedi.
Kadının gri gözleri yine doldu. (…)
Kitty kavga eder gibi bağırdı. “Bu telgrafta savaş nevrozundan söz etmiyor.”
Kadın titrek bir utangaçlıkla erdi. “Bir de mektup vardı”
Kitty elini uzattı.
Kadın nefesini tuttu. “Yo hayır, bunu yapamam.”
“O mektubu almam gerek” dedi Kitty.
(..) “Yapamam, “dedi ve kovalanan bir köpek gibi açık kapıya doğru koştu. Merdivenlerden aşağı koşacakken bir düşünce durdurdu onu. Ona doğrudan bir darbe indirmemiş olduğum için olacak, getirdiği havadisi kalabalık enkazından kurtarabilmem umuduyla bana döndü ve güven duyan bir biçimde “O dediğim hastanede yatıyor,” diye kekeledi. Sonra Kitty’nin katı solgunluğu içine dokundu ve uzaktan, onu rahatlatmak için seslendi. “Ama söyledim ya, on beş yıldır görmedim onu. Sonra arkasına döndü, şapkasını kafasına sıkıca yerleştirip merdivenlerden aşağı, çakıllı bahçeye koştu. Hıçkırıkları arasında, “Anlamıyorlar,” dediğini duyduk.
(…)
(Syf 14-22)
Posta Harowwead’a çok geç ulaşır ve gelen mektuplar kahvaltı sofrasında bizi bekler; bu yüzden, ertesi sabah, zarfın üzerinde Chris’in kilisede çalışan kuzeni Frank Baldry’in el yazısı olan ve Boulogne posta damgasıyla gelen mektubu Kitty’in sabit bakışları altında açmak zorunda kalmak canımı sıkmıştı.
“Sevgili Jenny,” diye başlıyordu, “zavallı Chris’in rahatsızlığını sana haber vermek zorunda olduğum için üzgünüm. Savaş nevrozundan mustarip. Her ne kadar fiziksel bir yaralanma söz konusu değilse de gerçekten çok garip bir durumda.Telgraf doğrudan bana değil de Ollenshaws’ a gönderilmişti, oysa Ollenshaws’taki papazlık görevimden Pentmouth’a atanalı neredeyse on beş yıl oluyor.
(…)
Doktor, Chris’in on beş yılı kapsayan bir hafıza kaybından mustarip olduğu konusunda emin olduğunu belirtti. Dediğine göre, her ne kadar bu hepimiz için çok zor bir süreç olacaksa da Chris’in Harrowweald’a dönme arzusu göz önüne alınmalıymış ve onu gelecek hafta evine götürmek için bütün düzenlemeleri yapmalıymışım. Umarım bu zorlu girişimde bana destek olursunuz.
Bu arada, Kitty’yi bu korkunç şoka hazırlamak işini sana bırakıyorum. Bunun nasıl yapılacağını benden iyi bilirsin. Keşke bu tür bir deneyime maruz kalması önlenebilseydi ama Chris oraya kesinlikle döneceğine göre, onu unuttuğunu saklayamayacak- bu işte uydurma bir durum yok, hafızasında gerçek bir boşluk var- ve Kitty’in bunu anlamasını sağlamak gerek.”
(Syf 27-31)