Rebia Arif: Kadın Tipleri

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Rebia Arif ile devam ediyor.

01 Eylül 2023 - 09:49

REBİA ARİF (1903-22 Eylül 1936)

Kadın hakları konusundaki düşüncelerini roman tefrikalarında, gazete yazılarında ısrarla dile getiren Rebia Arif 1903'te Selanik'te doğdu. Rebia Arif ve ailesi, Lozan Antlaşması sonrasında Eylül 1924'te İzmir'e yerleşti. Selanik yıllarından itibaren babası Abdurrahman Arif'in kurucularından olduğu Yeni Asır gazetesinde (önceki tefrikalarıyla, sosyal ve siyasi içerikli yazılarıyla ölene kadar gazetenin daimi kadrosunda yer aldı. Özellikle kadın hakları, sosyal ve siyasi meselelerle ilgili yazılarının dışında roman tefrikalarıyla ön plana çıktı.

İzmir'de Nisan 1931'de Türk Ocağı'nda Tokadîzâde Şekip'in başkan olduğu, edebiyatçıları bir araya getirmek için kurulan Edebiyat Cemiyeti'nin üyeleri arasındaydı. Hakimiyet-i Milliye Himaye Heyeti'nde yoksul çocuklar için çalışmalar yapan yazar, 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın belediye seçimlerinde belediye meclis üyeliğine aday oldu, fakat seçilemedi.

Saadeti (1921) ve Hakikat Peşinde (1922) romanlarına bugün, gazetenin eksiksiz bir koleksiyonu bulunamadığı için ulaşılamamaktadır. Gazetenin İzmir'de faaliyet gösterdiği yıllardan sonra yayımlanan Kır Perisi (1932), Ayşe'nin Öcü (1933), Kadın Tipleri (1934), Beni Seviyor mu? (1934), Yalnız İkimiz (1934), Zindan Güneşi (1935), Çapraşık Duygular (1935), Kadın İsterse (1936) romanları ise ulaşabilenler arasındadır. Yazarın romanlarından sadece Kadın Tipleri 1935 yılında kitaplaştırıldı.

Rebia Arif, yedi ay süren hastalık sonucu 22 Eylül 1936'da İstanbul'da vefat etti.  Yazarın Everest Yayınları tarafından yayımlanan romanı Kadın Tipleri’nden kısa bölümler paylaşıyoruz.

KADIN TİPLERİ

Sencan çıplak kollarını pencereye dayadı. Yeni doğan güneşin Adalar'ı gümüş dalgacıklarla yıkayan pırıltılarına dalgın dalgın baktı. Tuzlu deniz havasının filizlenmiş temiz kokusu genç kadının kırgınlığını giderir gibi oldu. 

Vücudunu kokladı, artık bir şeyi kalmamıştı. Bir haftadır işlerini bırakıp evde hasta yattığına âdeta hayret ederek gerindi, yerinden kalktı.

(...)

Masa üzerinde dağılmış kâğıtları toplarken dudaklarında acı bir tebessüm belirdi:

“Gene Kâmran’la mücadeleye hazır olmalı,” dedi.

Yarab! Kocası ne anlaşılmaz bir mahluktu. Matbaaya gitmezse, “Of boğuluyorum, kafam bir kazan gibi. Yazı, yazı. Sayfalarin dolacağı yok,” diye şikâyet eder. Giderse, “Ey yeter artık. Her yerde sen, her tarafta sen gözüküyorsun. Adeta kendi gazetemde bana rakip kesildin,” derdi. O, tam manasıyla mütehakkim, mütecaviz bir erkek tipiydi. Karısının bile kendisiyle mesaisini ortak etmesini çekemiyor, her vesileyle ona tahakküm etmek istiyordu.

Sencan yazılarını çantasına yerleştirirken düşünüyordu:

İşte tam sekiz senedir onunla birleşen canlarını ne kadar birbirine kaynaştırmak, ulaştırmak istediyse o kadar kocasından uzaklaştığını duyuyor ve anlaşılmaz kıskançlıklarıyla aralarında hır gür eksik olmuyordu.

Buna rağmen Kâmran, tahrir işlerini büsbütün karısına bırakmıştı. Her gün iki sütun yazıyla gazetenin motoru dönemezdi ya…

Genç kadın, kocasını çok iyi tanıyordu. Onun, paraya, şöhrete kanmayan çok haris ruhu, her şeyi şahsına münhasır kılmak isterdi. Bunda, hatta karısının ortaklığını bile çekemiyordu. Yalnız sıkışınca ne diller dökmesini becerirdi. Onu bir görmeliydi:

“Sencan,” derdi, “sensiz bir şey yürümüyor. Anlamıyorum sanma. Sen Yeni Hayat'ın hayat damarısın, inan...”

(...)

Bütün bu vaidler, bu dilekler daima buz üstüne imzalanmış senet hükmünde kalır ve daima sözünde döneklik ederdi.

(Syf 17-18)

(…)

Beyaz büyük binadan girince dairesine çıkmakta acele etti. Koridorda otel garsonu hürmetle eğildi:

“Hanımefendi odalarına buyurabilirler. Beyefendi içerdeler.” Dedi.

Genç kadın kapısının eşiğinde, bir adım ileri, iki adım geri atarak:

“A…” diye hayretle haykırdı.

Önünde beyaz perdenin iğrenç bir tablosu açık duruyordu. (…) bu sahnenin yalancı aktörü, kocası, bu oyunun baş döndürücü uçurumuna bir kadınla yuvarlanıyordu.

Sesi ikisini birden döndürdü:

Orada, yıldırım gibi bakışlarıyla her ikisini olduğu yerde yakan bu kadın nereden çıkmıştı?

Sencan, o kadını görmüyor, kocasına nefretle bakıyordu. Yüreğinde karısının sivri okunu duyan Kâmran, yerinden fırladı. Dudakları arasında kekeleyerek:

“Şey… Sen? Sencan!”

(…)

“Bırak da söyleyeyim: Sefil ruhunun karanlık vesveseleriyle benden şüphe ettiğin gün söylediğim sözleri tekrar ediyorum: Aldatmak ve aldatılmak müsavidir. Seni aldatmak ihtiyacında olsam bir kadında iki yüze tahammül etmediğim için hemen ayrılıverirdim. Sana kâfi gelmediğimi anladığım bu dakikadan itibaren senin ikiyüzlülüğüne tahammül edemem. Son ricam, beni çok uğraştırmamaktır.”

Sencan fazla görmek ve işitmek istemeyerek arkasını çevirip odadan ve otelden çıktı.

Tuhaf şey! İçinde kıskanç bir azap yoktu. Yalnız Kâmran’ın bu son hareketiyle, kadınlık gururunun kırık sızısı vardı.

(Syf 40-43)

Ara sıra yazdıklarını tetkik ediyor. İçinde haklı ümitler büyüyordu. Bir kere kitabını bastırsa mutlak muvaffak olacak ve bu yıl Güzel Sanatlar Seçim Heyeti'nin mükâfatını kazanacaktı. Bunun için aylarca uğraşmıştı. Yüksek sosyetelere girmiş, köyleri dolaşmış, eski yeni telakkileri tetkik etmiş, nihayet Kadın Tipleri’ni kendi müşahedesi noktasından derinleştirerek yazmaya koyulmuştu.

Eserde kadınları üç kısma ayırıyordu:

“Kurulan kadın”, “bıkan, bıktıran kadın”, “yapan yapabilen kadın”. Bu üç tip üstünde ayrı ayrı duruyor, her birinin yaşadığı muhit telakkilerini, terbiye ve inanış derecelerini, Cumhuriyet rejiminde, inkılap ruhlarını, anlayış kabiliyetlerini tartıyor, yaşatmak istediği tiplerin mükemmel bir etüt halinde krokilerini çiziyordu.

Bilhassa bu “kukla gibi kurulan” kadınlar üzerinde çok duruyor. Uzun bir tahlile girişiyor, dünle bugünün farkını gösteriyordu. Ah Türk kadınının bu âciz ve esaret içinde geçen devresi, iradesiz, mütevekkil, durgunluğu ne acıklı bir safha, insanlığı durduran ne acıklı bir boşluktur, diyordu.

Bu kısımda daha çok duracak, yazdıklarını daha bir kere tashih edecekti.

Düşüncelerini birinden diğerine sürükler gibi kapı büyük bir gürültüyle açıldı.

Şakrak bir kahkaha, sonra koyu siyah saçların çerçevelediği sevimli bir baş gözüktü.

Çelik gibi kuvvetli, yatık iki kol, Sencan'ı kımıldanmaya vakit vermeden sardı.

“Çılgın kız, dur şimdi boğulacağım.”

“Oh! Benim Can teyzem. Canım, ciğerim, Sencan'ım... Seni bulunca dayanamam işte. Öyle cana yakın halin var ki!”

Bilen, rüzgâr gibi odanın dört tarafında dolaşıyor, her şeyi karıştırıyor, birini bırakıp diğerini alıyordu.

Gençlik, neşe ve hayat dalgalarıyla bu sakin yuvaya can veriyordu.

(…)

Önündeki destelerden birkaç kâğıt ayırarak Bilen’e uzattı:

“Al, oku, sonra fikrini ver,” dedi.

Bilen kâğıtlara göz gezdirerek:

“Kadın Tipleri, enteresan bir mevzu…”

(…)

Aralıktan bir baş göründü: İki parlak nazar, siyah demetle üstünden kumral yığınlara takıldı. Sencan'ın göz kapakları önündeki yazılara düştü, yanakları elindeki kalemin hızından olacak kızarmış, sabırsızlıkla kâğıdın birini bitirip diğerini alıyor; kendisini e ve hayranlıkla süzen bu ziyaretçiden habersiz bulunuyordu. Kapıdan bakan adam, daha fazla duramadı: takdirle ve hayranlıkla süzen bu ziyaretçiden habersiz bulunuyordu.

Kapıdan bakan adam, daha fazla duramadı:

Hafif bir öksürükle içeri girdi.

“Bu ne meşguliyet canım. İki hemşireye bir üçüncü dost fazlalık vermez sanırım.”

Sencan kalemi bıraktı.

Bilen yerinden sıçradı.

Hep birden:

“Doktor! Bu ne güzel sürpriz?”

Bilen hemen Ural'ın koluna geçti ve onu masaya çekerek: “Ne iyi ettiniz de geldiniz doktor bey...” Kadın Tipleri romanını işaretle:

“Yoksa ben, bütün bunları bir başıma sığdıramazdım. Bakınız, bizim sevimli muharririmiz, bu sessiz sakin yuvacığında ne eserler yaratmış... Bu yazış tarzı, insanı sürüklüyor.

Kadın Tipleri! Ne orijinal bir kitap! Orada belki her kadın kendi tipini bulabilir: İşte ben... İşte siz dersiniz. Fakat, birden bakarsınız aynı hızla tipler değişiyor, sizi maziye çeker.

Mütevekkil, durgun, bir sürü yaşayan ölüler arasında, 'Bu mu?' diyorsunuz. Zavallı canlı bebekler! İradeleri, düşünceleri, zembereği kuran erkeğin elinde... Onları istenilen şekilde kadın da yapan o... Dün, böyleydi, bugün de böyleleri ne kadar çok! Niçin? İşte bu niçinin cevabını bu sayfalarda görür, tiksinir, erkeğin hodbinliğine isyan edersiniz.”

Ural, Sencan’a takılarak:

“Erkeğin hodbinliğine, muharrir kadar isyan eden erkeklerin mevcudiyeti unutulmamıştır sanırım.”

Bilen:

“Ona ne şüphe doktor? Mesela siz, bu eseri yüzünüzü hiç kızartmadan okuyabilirsiniz.

Bakınız ben bu hayattan daha müsamahakârım. Eğer diyorum kukla kadınların zembereğini sizin gibi erkekler çevirmiş olsalardı Türk inkılabı daha çok evvelden başlamış, daha çok evvelden halledilmiş olurdu, kadın, erkek davası, daha çok evvelden halledilmiş olurdu.

Siz eserinizi ezmek, harap etmek için değil, birlik yürümek, yüksek ülkünüze arkadaşlar, yuvanıza ortak yapmak için isterdiniz değil mi?”

Ural gayriihtiyari kızardı. Ve Can’a baktı.

O, Bilen'in son sözlerini duymamış gibi arkasını dönmüş, pencerenin astorunu (stor) çekiyordu. Birkaç tane gümüş dalgacıklarla yıkanan Karşıyaka sahillerine dalgın dalgın baktı. Hafif bir ürperme bütün vücudunu dolaştı. İşte orada da, yıkıcı bir tip yıllarca yapmaya çalıştığı ocağını yakmış, harap etmiş değil miydi? O, bu yangından nefsini kurtarmış, çekilmişti. Ya ötekiler? Ya kurtaramayanlar? Bu kundakçıların koyduklar kor ateşinde, için için yanıp mahvolan nice temeli çürük ocakları zavallı kurbanlardı? Sanki Sencan'a bizim davamızı gör, diye haykırıyorlardı.

Pencereden döndüğü vakit Ural'la göz göze geldi.

Ruhu kavrayan ne anlayışlı bakışları vardı. Ah! Bu bakışlar, Kâmran'ınkilerden ne kadar iri, ne kadar düşündürücüydüler. İşte bir şey söylemeden, her şeyi söylemesini, duyurmasını biliyordu.

Sencan gözlerini çevirdi. O vakit doktorun Bilen'e cevabındaki hafif serzenişini duydu: “Bu samimi itimada teşekkür etmeliyim yavrum. Ben Kadın Tipleri muharririnin de hakkımda aynı itimadı beslemelerini, kendileri gibi yapmak kabiliyetinde olan yüksek kadınlarla baş başa yürümeyi dileyen erkeklere de eserlerinde yer vermelerini dilerim,” dedi.

(…)

Eserimde teşrih ettiğim gibi, tahakkümü hakaret, esareti meskenet bilen kadın tiplerinin bakımına kıymet vermelidir ki hodbin erkek doyurucu kudretine güvenrek kadını keyfine kurban etmekte devam etmesin…”

Burada Bilen semaveri hazırlarken dayanamadı. Gene söze karıştı:

“Yani bir lokma ekmek için, bu tenezzüle, bu ezgiye, boyun eğen kadınlar var öyle mi?”

“Haydi senin dediğin gibi olsun, evet, en basit manasıyla bir lokma ekmek için!

Dün böyleydi. Bugün de böyledir. Bütün hayat savaşı, hep o lokmayı çıkarmak için değil mi? Çıkarabilen hâkim, çıkaramayan çıkaranın mahkûmudur. İşte senin tipinin cevabını biraz da değişmeyen bu mantıkta aramalıdır.

Bu kudreti bir zaman için erkeğin elinden al, kadına ver, bak nasıl mevkilerin değiştiğini görürsün. Öyle sanırım ki harpten evvelki kadınla, harpten sonraki kadın bunun en sağlam misalidir.”

 

(Syf 56-67)

 


ARŞİV