Refik Halid Karay: Çocukluğumun Çifte Havuzlar Gazinosu

Edebiyat Hayatından Hatırlamalar köşesinde bu hafta Refik Halid Karay'ın ilk gençlik yıllarından anılarını anlattığı “Çocukluğumun Çifte Havuzlar Gazinosu” yazısından bir bölüm yayınlıyoruz

12 Temmuz 2018 - 13:34

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

REFİK HALİD KARAY

(15 Mart 1888 – 18 Temmuz 1965)

Türk Edebiyatı’nda ilk defa Anadolu’yu tanıtan eserleri ile ismini duyurmuş, yergi ve mizah türündeki yazıları ile de ün yapan Refik Halid Karay hikâye ve romanlarını üstün gözlem yeteneğiyle yazdı. Eserlerinde, tasvirler, portreler, benzetmeler kullanan, sade, akıcı dili, güçlü tekniği ile 20. yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olan yazar Türk edebiyatına birçok eser kazandırdı. 18 Temmuz 1965’de hayatını kaybeden Karay’ın İnkılap Kitabevi tarafından yayınlanan “Bir Ömür Boyunca” adlı kitabından yazarın ilk gençlik yıllarından anılarını anlattığı “Çocukluğumun Çifte Havuzlar Gazinosu” yazısından bir bölüm yayınlıyoruz.  

ÇOCUKLUĞUMUN ÇİFTE HAVUZLAR GAZİNOSU

Şimdi de bu semt ismini taşıyan ağaçlıklı yerin etrafında bir tek köşk, hatta kulübe olmadığı zamanı pekiyi hatırlarım. Ne Operatör Cemil Paşa’nın sonradan kurulan kuleli zarif köşkü, ne de yanındaki daha sonra yapılanlar… Ancak Caddebostan yolunda H. Rahmi Paşa’nın “sefertası” ismiyle anılan kat kat balkonlu köşkü ve sırasındakiler mevcuttu.

Yarı ahşap ve oldukça harap meyhane binası bahçesindeki biri yukarıda küçük, öbürü aşağıda büyük, demir parmaklıklarla çevrilmiş iki havuz buraya o ismi vermişti. Meydana sıra sıra kestane ağaçlarını kimler dikmişti? Bilinmez, sormazdık da.. O kır gazinosuna, daha doğrusu meyhanesine Pazar, Cuma ve Çarşamba günleri –seyran günleri idi bunlar- Fenerbahçe dönüşü hep kibar adamlar uğrar; azıcık demlenirler ve nihayet güneş batışından bir saat sonra hepsi de hususi arabalarını çekip giderlerdi. Son araba uzaklaştı mı gazinocu havuz başındaki petrol lambalı cam feneri söndürür, bahçe karanlığa gömülür, ses ve hareket kesilirdi.

Beylerin daha fazla gecikmemelerine sebep civarın sokak fenerlerinden mahrum oluşu ve yolların bozukluğu idi. Asayiş yerinde idi ama ışık kıttı ve ışıksızlığa, tenhalığa rağmen hiçbir vakaya rastlanmaması da –bugün hayretlerle karşılamamız lazım gelen- acayip bir keyfiyetti.

Pek iyi bilirim: Çoğu hanımlarla dolu arabaların dönüp dolaştığı Fenerbahçe’nin gezintilerinde ve dönüşlerinde çocukluğumda yetişkinliğime, yani meşrutiyetin ilanına kadar kimsenin burnu kanamamış, bir tek kız kadın ne ferdi, ne kolektif tecavüze uğrayarak kırlara sürüklenmemişti!

Çifte Havuzlar Gazinosu’nun devamlıları arasında en mühim sima Bab-ı Ali erkanından Ametci Mehmed Ali Bey’di ki sadaret müsteşarlığında vezir rütbesine erişmiş, meşrutiyet devrinde de bir ara Evkaf Nazırlığında bulunmuştu. Kendisinden ir yazımda uzun uzadıya bahsettiğimi hatırlamaktayım.

Masasında yer alanlar –babam da dahil- hep büyük rütbede devlet ricali idi. Ha, bir de ben! Ben ne idim? Hiç?... On iki, on üç yaşlarında zayıf, nahif, kısa pantolonlu bir çocuk. Babam iyi yüzer, ata biner, araba kullanır, kışları bile her sabah buz gibi soğuk su dökünür, erke tarafından altı kuşak evvel halis Anadolulu, kadın yani ana tarafından Yanyalı, ufak tefek, lakin sağlam bir İstanbullu idi.

 Beni de o yaşta binici yapmıştı. Önceleri midilli, sonraları at sırtında arabasını takip ettirir, gittiği yerlere ve bu meyanda Fenerbahçe’ye ve Çifte Havuzlara götürürdü.

 Çifte Havuzlar Gazinosu’nda iki hatıram vardır; Biri, rakı sofrasını donatan çeşitli ve itinalı mezelerden bana verilmemesi, baktıkça yutkunamam! Öbürü hoş bir seyir: Mehmed Ali Bey’in büyük havuzdaki kırmızı balıklara fasılalarla kâğıt helvası atması!

O çoğu kıpkırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah paftalı balıkların su üstünde yüzen helva etrafına dizilip sisli ve hareketli esrarengiz bir çiçeğe, kırmızı yapraklı, çiçeği sarımtırak iri, azman bir nilüfere benzemeleri hoşuma giderdi. Koca koca lokmalar koparıp da ürkmüşçesine birdenbire kuyruk vurup kaçmaları, sonra tekrar gelip helvaya takılmaları, hele yutarken ağızlarını şapırdatmaları keyfimi arttırırdı.

Bir hatıra daha: Gazinoda istediğim gazozu içip de atıma bindikten sonra karnımda başlayan ıstıraplı cumburtu! Hayvanın her adım atışından karnıma kör mü, keskin mi, yoksa ateşte kızmış yahut buzda donmuş mu, tayin edemediğim şişler saplanıyor, bağırtacak kadar acı veriyordu.

İnatçı daha doğrusu lüzumsuzca izzet-i nefsime düşkündüm; önde giden arabadaki babama halimi anlatmadım. Kozyatağı’ndaki evimize kadar azap çekmeyi, dişlerimi sıkmayı tercih ettim. Ağrı at sarsıntısı sonra erince kesiliverdi.  


ARŞİV