Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazı ve öyküler sunabileceğimizi umuyoruz.
RIFAT ILGAZ (7 Mayıs 1911- 7 Temmuz 1993)
Edebiyatımızın duyarlı kalemlerinden biri olan Rıfat Ilgaz, 1911 yılında Kastamonu Cide’de dünyaya geldi. Anadolu’nun çeşitli illerinde öğretmenlik yapan Ilgaz’ın ilk şiir kitabı “Yarenlik” 1943’te yayımlandı. 1944’te yazdığı “Sınıf” adlı şiir kitabından dolayı 6 ay hapis cezası verilen yazar, tahliye olduktan sonra bir süre daha öğretmenlikten sonra gazetecilik yaptı.
1947’de Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Mim Uykusuz’un çıkardığı Marko Paşa kadrosuna giren Ilgaz, sık sık kapatılan bu derginin sorumlu müdürlüğünü üstlendi. “Sakıncalı” görüldüğü için gazete ve dergilerde kendi adıyla yazıları yayımlanmayan yazar Turhan ve İlhan Selçuk’un çıkardığı Dolmuş Dergisi’ne “Stepne” takma adıyla yazılar yazdı.
Yazın hayatına şiirden mizah öykülerine, romandan çocuk kitaplarına birçok farklı alanda eser sığdıran Ilgaz’ın “Karartma Geceleri” eseri 2004 yılında 100 Temel Eser listesine girdi. Yazarın eserleri günümüzde oğlu Aydın Ilgaz ile birlikte kurduğu Çınar Yayınları’ndan çıkıyor. Ilgaz’ın Çınar Yayınları tarafından yayımlanan “Şeker Kutusu” isimli kitabından aynı adlı öyküyü yayımlıyoruz.
ŞEKER KUTUSU
“İndir!” dedi, “Ne kadar kutun varsa indir!”
Şekerci kalfası, üzeri çiçekli, içi dışı kadifeli, iç kapağının ortası aynalı, pırıl pırıl selefonlu, ne kadar kutu varsa, serdi tezgâhın üstüne. Ali Yılmaz, iç kapağı aynalı kutuyu kestirmişti gözüne:
“Ne kadar şeker alır bu kutu?” diye sordu.
“Bir kilo alır! Karışık mı yapalım?”
“Karışık... Biraz çikolatalı, biraz badem ezmeli... Altına da bir sıra lokum, fıstıklısından! Anlıyorsun ya! Temiz bir şey olsun!”
Şekerci, yirmi yaşındaki bir delikanlının böyle bir kutuyu kime göndereceğini kestirmişti çoktan. Ali Yılmaz:
“İki kat kâğıda sarın kutuyu!” dedi, “Şıklığı dışarıdan belli olmasın!”
Bu, biraz da onun sıkılganlığını gösteriyordu. Şekerci isteğinden daha güzelini yaptı. Sardı, sarmaladı, sırmalı iplerin düğümlendiği yere de firmanın yaldızlı etiketini yapıştırdı. İki kat kâğıda sardıktan sonra:
“Buyrun!” dedi, “Kime verirsen ver, mahcup olmazsın! Haydi güle güle!..”
Gitti, karşıdaki koltuk meyhanesinden, ayaküstü iki tek votka çekti. Duvardaki aynada kravatının üçgenini denkleştirdi. Lacivert çizgili ceketinin üst cebindeki mendili yeniden katladı, koydu yerine. İki votka adamakıllı artırmıştı cesaretini. Çiçekçinin önünden geçerken, birden daldı içeri:
“Karanfil!” dedi, “On tane kadar, kırmızı karanfil... Bir sıra da kenarlarına beyazlarından!”
Çiçekçi, karanfilleri jelatin kâğıdına sardı güzelce, tutuşturdu eline. Hiç düşünmemişti çiçekleri nasıl götüreceğini. Utanırdı böyle şeylerden. Bir Bayram gazetesi aldı, koydu çiçekleri arasına. İki kadeh votka daha çekmesi gerekirdi, kapıyı çalabilmesi için. Meyhane şuracıktaydı, ayaküstünde yapındırdı. Artık nereye olsa gidebilirdi. Dokundu Sevgi’nin kapısındaki zile... Ev, tıklım tıklım misafirdi, bir yılgınlık çöktü içine. Elindekileri kapıdan verip gitse, ne iyi olurdu! İster istemez girdi içeri, merdivenleri çıktı. Çiçekleri uzattı nişanlısına. Çiçekler, şeker kutusundan daha çok ilgilendirmişti Sevgi’yi. Kutu, çifter çifter sarılı olduğu için, ne biçimi belli oluyordu, ne içindeki aynası:
“Hele kâğıtları bir sıyırsın!” diye düşündü, “Bayılır o zaman!”
Tam yirmi lira yalnız kutusuna vermişti. Lâcivert kadife kapağın içinde, yürek biçimi pırıl pırıl bir ayna vardı ki, hangi kız görse ağzının suyu akardı. Hele bir açsın kutuyu!
Büyüklerin elini öptü sıradan. Geriye kalanlarla tokalaştı. Sevgi’nin uzattığı şekere, parmakları titreyerek uzanırken, keskin bir arpej kokusu, fırıl fırıl döndürmüştü başını. Çok oturmadı, kapıdan çıkarken rahat bir soluk almıştı. Ne olursa olsun, büyük bir yük kalkmıştı üzerinden.
Onun için bayramın ödevi bitmiş, bayramın kendisi başlamıştı. İki kadeh rakıyla bir açış yapmalıydı. Tuttu, Karanfilli Meyhane’nin yolunu!
Sevgi, her bayram Melâhat Hanım’ın elini öpmeden yapamazdı. Taa okul sıralarında alıştırmıştı onu. Her bayram, okulu bitirdiği halde, onun yumuk yumuk ellerini öpmedi mi, kendisini okul yüzü görmemiş bir mahalle kızı sayardı. Elini yüzünü yıkadı, taradı saçlarını...
“Anneciğim!” dedi, “Gidiyorum Melâhat Hanım’a. Para ver de, bir kutu yaptırayım!”
Bayramlaşmak güzeldi ya, işin bu masraflı yanı hoşuna gitmiyordu annesinin:
“Ne parası!” dedi, “Al götür şu kutuyu!”
Öyle ya!.. Şeker, her yerde aynı şekerdi. Ne farkı vardı kutuların birbirinden!
“Olur mu anneciğim!” diyecek oldu Sevgi...
“Hadiii!” dedi annesi, “Çok konuşma! Al götür, parayı sokaktan toplamıyoruz!”
İster istemez, şeker kutusunu sıkıştırdı koltuğunun altına. Tütüncüden bir Bayram gazetesi aldı, sardı sarmaladı. Tam kapısının önünde yakaladı Melâhat Hanım’ı.
“Ooo!.. Sen misin Sevgiciğim?” dedi, “Tanıyamayacaktım az daha. Büyümüşsün maşallah, koskocaman bir kız olmuşsun!..”
Sevgi, eski öğretmeninin elini öperken, o da yanaklarından öptü. Düşünceli kızdı Sevgi:
“Herhalde bir yere gidiyorsunuz!” dedi, “Başka bir gün rahatsız ederim sizi!”
Kutuyu, üzerindeki gazeteyle birlikte, uzattı Melâhat Hanım’a:
“Buyrun efendim!”
Üstelemedi Melâhat Hanım:
“Mersi!” dedi, “Beklerim kızım, başka bir gün!”
Müfettiş Cemal Beyler’e gidiyordu. Ankara’dan her bayram üç beş günlüğüne gelirdi annesine. Terfi senesiydi Melâhat Hanım’ın, bu bayram mutlaka görmesi gerekirdi müfettişi.
“Hazır şeker de geldi işte!” dedi, “Şekercinin önünde kuyruğa girmektense...”
Cemal Bey, güler yüzle karşıladı Melâhat Hanım’ı:
“İyi oldu geldiniz!” dedi, “Bu yıl yeniden iki Kız Sanat Enstitüsü açılacak. Bunların başına bilgili, tecrübeli yönetmenler gerekiyor!”
İçi cız etmişti Melâhat Hanım’ın, okuldan da, arkadaşlarından da çok memnundu. Kendini toparlayarak:
“Evet Müfettiş Bey!” dedi, “Düşündüm ki, bu yeni okullara sizden daha elverişlisini bulmak çok zor! Yönetmen kolayına yetişmiyor memlekette... Sizin ‘terfi’ yalnız Melâhat Hanım!”
“Siz bilirsiniz!” demekten başka çare bulamadı. Biraz daha ileri giderek:
“Efendim!” dedi, “Gösterdiğiniz güvene çok teşekkürler. Size karşı mahcup olmamaya çalışacağım...”
Daha ne konuşacaktı ki, kalktı ayağa:
“Hay Allah!” dedi içinden, “Kendi ayağımızla tutulduk!”
Başı önüne düşüvermişti.
Cemal Bey’in annesi Hadiye Hanım, öğretmenlere el öptürmeye bayılırdı. Hele öpen, böyle bir Müdire Hanım olursa... Gururla uzattı elini. Bir müfettiş anası olmanın tadını çıkarmıştı. Hemen Melâhat Hanım’ın peşinden:
“Cemalciğim!” dedi, “Ben çıkıyorum, bizim Naciye Abla’ya kadar bir uzanayım!”
“Benden de selâmlar.”
Giydi mantosunu.
Üvey ablasıydı Naciye Hanım, hemen arka sokakta otururdu. Tam kapıdan çıkarken uzandı, masanın üstünde duran kutuyu aldı eline, Melâhat Hanım’ın getirdiği kutuyu...
“Gitmişken...” dedi, “Şunu da götüreyim bari!”
Ablasını, açık pencerenin önünde yakaladı, çıktı merdivenleri, elini öptü. Oğlu Şenol’u sordu, çok severdi Şenol’u-Bunu Naciye Hanım da bilirdi. Yapma bir üzüntüyle:
“Çıktı sabahtan!” dedi, “Çok üzüyor beni! Top... Top... Bayram demez, seyran demez, top, top, top!” “Oynayabiliyor mu bari?”
“Yakında aylığa geçireceklermiş. Aklım ermiyor hiç top oynayana aylık verirler mi?”
O da bilmiyordu; ama avutmak için:
“Neden vermesinler!” dedi, “Bu kadar insan, para verip onları seyrediyor. Geceleri bile top meydanlarına koşuşuyorlar!”
Böyle demesi, bir bakıma gerekliydi de... Çıkarıp, bir yüz kâğıt bırakması gerekecekti sonra! Başka ne konuşacaktı, kalktı birden. Yürüdü merdivenlere doğru... Şeker kutusu geride, masanın üstünde kalmıştı:
“Hoşçakal, bize de buyur!” demeyi de unutmadı.
Şenol, yorgun argın gelmişti antrenmandan, pestili çıkmıştı. Masanın üstünde şeker kutusunu görünce:
“Nerden bu?” dedi, “Kim getirdi?”
“Teyzen!”
Kutuyu aldı eline, evirdi çevirdi... Tak tak vurdu kapağına:
“Kıyak kutu!” dedi, “Bizim başkana götüreceğim bunu!”
“Ne başkanı?”
“Kulüp başkanı! Diyeceğim ki, ‘Reis Bey, bıktım bu amatörlükten! Geçir artık kadroya da, beş on kuruş uçlanalım!’... Haa, ne dersin? Anne be, dünkü çocuklar profesyonel oldu, biz bayram demez, seyran demez ağzımızı poyraza açıp koşuyoruz!”
“Aklım ermez benim, ne yaparsan yap! Götüreceksen, al götür kutuyu!..”
Giyindi, çıktı. Başkanları, sayılı bir belediye meclisi üyesiydi. Hani şu, kimseye hayrı dokunmayan meclis üyelerinden!
Kutuyu bıraktı büfenin üstüne, elini öptü.
“Sen hiç merak etme!” dedi, “Gördüm geçen gün oyununu! Yakında gireceksin kadroya! Antrenmanların, sakın bırakma peşini!”
Böyle, kimlere neler vaad etmemişti ki... Adamakla mal mı tükenirdi?
Çok oturmadı Şenol, saygılı çocuktu.
Genç futbolcu çıkar çıkmaz, belediye meclisi üyesinin kızı Sevim, yapıştı kutuya:
“Babacığım!” dedi, “Bunu halama götüreceğim ben!”
“Kime götürürsen götür!”
Sürdü, sürüştürdü Sevim, bayramlıklarını giydi, atladı bir dolmuşa. Yüreği küt küt ata ata çıktı merdivenleri.
“Ya Ali Ağabey evde değilsee...” diye düşünüyordu. Dokundu parmağının ucuyla zile. Kapıyı halası açmıştı. Saygıyla öptü elini. Yakışıklı evlat doğuran ananın eli, işte böyle öpülürdü. Kutuyu, utana sıkıla koydu masanın üstüne:
“Halacığım!” dedi, “Nerde Ali Ağabeyim?” Halası da domuzun domuzuydu. Kızın yüreğine indirmek için:
“Ali mi?” dedi, “Nişanlısına kadar gitti!”
Daha fazla oturup da ne yapacaktı Sevim? Kim bilir oradan çıkınca hangi meyhaneye gidecekti! Tadı kaçmıştı konuşmanın. Bir biçimine getirdi, gene öptü elini, girdi yola.
Gece yarısına doğru, Ali Yılmaz, bulut gibi eve döndü. Annesi her zamanki gibi uyumamıştı gene:
“Nerde kaldın, merak ettim!” diye çıktı karşısına.
“Bayram değil mi? Biraz oturduk arkadaşlarla!”
Yalnız oturmamıştı, oturup içmişti de... İlk defa hak verdi annesi. Ali Yılmaz ceketini çıkarırken, masadaki şeker kutusuna gözü ilişti:
“Kim geldi?” diye sordu, “Kimden bu kutu?”
“Sevim’den ha!” dedi, “Güzel kız olmuş, geçen gün gördüm de...”
“Bırak onları! Kaç yıldır kapımızın ipini çekmiyorlardı!”
Ali, asıldığı gibi kopardı, kutunun ipini, kâğıdını sıyırdı. Bir kat... Bir kat daha!..
“Amma da sıkı sarmışlar haaa!” diye söylendi.
Açtı kapağını, içinden okkalı bir badem ezmesi seçerken kendini görür gibi olmuştu.
“Bu ne!” dedi, “Ayna var kapağında!”
Annesi de görmüştü kutuyu:
“Aman!..” dedi, “Ne güzel, ne sevimli kutu bu!.. Nişanlıya getirilmiş gibi!”
“Sen, benim aldığım kutuyu görecektin ki... Aklın dururdu! Bunlar paralarına kıyıp şeker mi alabilirler be!”
İçinden bir badem ezmesi daha seçti, attı ağzına. Bir de annesine uzattı:
“Ye!” dedi, “Üvey de olsa kardeşinin yolladığı şeker!.. Kendi malın gibi ye!”