Sabahattin Kudret Aksal: Hayriye Hanım

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Sabahattin Kudret Aksal ile devam ediyor.

08 Eylül 2023 - 09:57

SABAHATTİN KUDRET AKSAL ( 25 Mart 1920- 19 Nisan 1993)  

Sabahattin Kudret Aksal 1920’de İstanbul’da doğdu. İlkokula 1926’da Beşiktaş Şark İdadisi’nde başladı ve 1931’de mezun oldu. 1934 yılında Özel Işık Lisesi'nin ortaokulundan mezun oldu. 1937’de de aynı okulun lise bölümünü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmişse de bitiremeden buradan ayrıldı ve 1938’de aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne kaydoldu. 1943’te bu bölümü bitirdi. Akademi öğretim üyeliği, konservatuvar ve opera müdürlüğü yaptı. Yayımlanan ilk şiiri “Biri Var ki” (“Varlık”, 1 Ağustos 1938), yayımlanan ilk öyküsü “Sıkıntı” (“Yeni İnsanlık”, Mayıs 1940) oldu. İlk oyunu “Evin Üstündeki Bulut” Şubat 1948’de oynandı. İlk yazıları “Bitaraf Münekkit” ve “İki Mizah” 1939’da İnsan dergisinde çıktı.

Aksal, şiirlerinde başlangıçta günlük yaşamın bireysel sevinç ve umutlarını dile getirdi; 1960’tan sonra, bir ölçüde gizemci, insanın, evrenin ve zamanın sorgulandığı, genellikle ölçülü-uyaklı şiirler yazdı. Öykü ve oyunlarında “küçük insan”ları, aile içi çatışmaları konu edindi; psikolojik öğeleri ve biçim arayışlarını öne çıkardı. Yazılarında ise dil, şiir, edebiyat, tiyatro ve sinema gibi kültür ve sanat konularını ele aldı.

Şiirleriyle 1980 Yeditepe ve 1990 Sedat Simavi ödüllerini, öyküleriyle 1955 Sait Faik, 1957 TDK ve 1985 ENKA ödüllerini, oyunlarıyla da 1965-66 Ankara Sanatsevenler Derneği ödülü ile 1980 ve 1987 Avni Dilligil ödüllerini kazandı. 1990’da Kültür Bakanlığı Tiyatro Onur Ödülü’ne, 1992’de Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü’ne değer görüldü.

Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Gazoz Ağacı isimli öykü kitabından Hayriye Hanım öyküsünü paylaşıyoruz.

HAYRİYE HANIM

Daha geceden belliydi bugün bu kadar sıcak olacağı. Gece yarısına doğru şehrin kuytu semtlerine yer yer bir duman, ağır bir hava çökmüştü. Eşyanın aydınlanışını, karanlığı yırtarak, uğraşarak, didinerek ortaya çıkışını, her sabah olduğu gibi boşlukta yerini alışını görmedim tabii. O erken saatlerde uykudaydım. Hatırladığıma göre hoşuma giden bir rüya görüyor, biraz daha uzatmak, sürdürmek için çabalıyordum. Uyandığım zaman bir gün önce bıraktığım her şeyi sıcak bir aydınlık içinde buldum. Buram buram terleyen şehrin iyice kızmış asfaltlarından hızla kayan bir otobüsle büroma geldim. Biraz yapışkanlık, biraz ter kokusu, asfaltın yer yer erimeye yüz tutmuş katranları hatırlanabilir, olsa olsa benim için bu kısacık yolculuktan. Odaya girdim. Bir sigara yaktım. Kahve söyledim. Açık pencereden içeriye sıcak bir rüzgâr esiyordu. Her şey her günkü gibiydi. Bugün de, geçmiş gitmiş bunca gün gibi başlamıştı, öyle bitecekti. Tekdüze süregiden hayatımıza ne getirebilirdi ki! Bir şeyler beklemek boşunaydı. Ama bu, her yeni gelen günden bir şeyler beklemek, ya da beklememek, bu işin boşuna olduğunu bilmekle olmaz, yaradılışına bakar insanoğlunun. Kimi insan dünyanın en büyük hayalcisidir sabahları. Neler düşünmez ki! Ne akla sığmaz delilikler! Bakarsınız bir aşkı büyütür kafasında, yıllarca sürecek bir karmaşığın düğümü o gün atılacaktır. Belki ne zamandır görmediği, başka bir şehirde yaşayan çok sevdiği bir insanın gelivereceğini, belki de bankada küçücük parası varsa, bir ikramiye evi düştüğünü o günün gazetesinde okuyacağını kurar. Gazeteyi açar açmaz kocaman harflerle yazılmış adını mürekkebin kokusuyla burnunda duyacak tir. Ya da, ne bileyim, işinde gösterdiği başarıdan ötürü birü dereceye yükseltildiğinin haberini alacağını umar. Ama böyleleri de haksız da sayılmaz hani. Böyle şeyler de, benzerleri de her zaman birbirinin benzeri olarak akıp giden günlerden birinde olmamış mıdır? Kimi insan da oralı bile olmaz. Takvimden bir yaprak koparırcasına yaşar gider o günü. Ne hayal eder, ne bir şey.

Sigaram bitmek üzereydi. İki kişiyi konuşturur gibi düşünüp gidiyordum. Bu yeni gelen günün bana bir cenaze töreninin duygularını, düşüncelerini, görgülerini getireceğini, nereden bilebilirdim? Yavaşça aralanan kapıdan bir arkadaş içeriye süzülüverdi. Yüzüne baktım bir merhaba demek için, daha demeye kalmadan, “Duydun mu” dedi, “Bizim Hayriye Hanım sizlere ömür.” Yerimde doğruldum. “Deme yahu” dedim. “Sahi mi? Ne vakit? Dün buradaydı.” Çalıştığımız büroda kâtipti Hayriye Hanım. Elli beş yaşlarında kadar, sessiz sedasız, kendi halinde yaşayan bir insan. Arkadaşım, “Dün gece” dedi, “Sabaha karşı.”

(…)

Böyle hallerde çoğu zaman olduğu gibi Hayriye Hanımın hayali gözümün önünde beliriverdi. Ama bilseniz ne kadar canlı, ne kadar hareketli. Belki ömründe bir gün olsun, şimdi şekillenen hayali kadar, canlı, sevimli, sağlığı yerinde olmamıştı. Hiç değilse bana öyle görünmemişti. İşte ortadan çok, kısaya yakın boyu, çok esmer, kemikli, çok kansız, biçimsiz, çirkin yüzü, kır, seyrek, yağlı saçları, her zaman giydiği lacivert etekliği rengini şimdi hatırlayamadığım, vücuduna o bir hayli bol bluzu, ipince bacaklarıyla odada dolaşıp duruyordu.

(…)

Cenazesi öğle namazından sonra kaldırılacaktı. Civarda küçücük bir kahvenin, içinden de küçük bahçesinde bekliyorduk. Üstümüzde, elimizle dokunabileceğimiz yükseklikte asma dallarının örttüğü bir çardak vardı. Oturduğumuz yerde terliyorduk. Cenaze camiye getirilmişti. Ama ne kadar tenhaydı ortalık. Üç beş tanıdıktan başka ortada dolaşan, kimse yoktu. Öyle ya, kim olacaktı? Bildiğimize göre Hayriye Hanımın kimsesi yoktu. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri, ne akrabaları. Kendisi söylememişti ama bir ara evlendiğini, hatta bu evlilik hayatının yedi sekiz yıl kadar da sürdüğünü duymuştuk. Sonra da olamamışlar nedense, ayrılmışlarmış. Doğrusu onun bu evlilik işini, kocasını, neden boşandıklarını merak da ederdik. Öğrenmeye çalıştık biraz. Kendisinden değil tabii. Böyle bir şeyi ona sormak bir yarayı insafsızca deşmek olacaktı. O kadar çok dert yanardı ki yalnızlıktan, akşam oldu mu evinde iki söz edecek bir insan bulamamaktan, şimdi durup dururken pek de bir bilgimiz olmayan eski günlerini açmak, hatırlatmak yerinde olmazdı. Kış günleri işinden evine dönünce sobasını nasıl yaktığını bir anlatması vardı ki ne vakit bu konuya dönse, sık sık anlatmak isteğini duyduğu, hiç sevmediği, kendisine pek zor gelen bu işten söz açsa ben yine de asıl şikâyetin ne tutuşturamadığı odunlardan, ne bütün odayı kaplayan isten, dumandan, ne de öteye beriye dökülüp saçılan küllerden olmadığını anlardım. Bana göre onun asıl şikâyeti, dert yanması bütün bu kire, pasağa, zahmetlere uğrunda katlandığı bir insan olmamasındandı. Kış akşamları iş dönüşü bir pastahanede oturduğum, ya da bir tanıdık evine uğradığım olurdu. Hayriye Hanımın bu sobayı tutuşturma saatinde her gün, ama her gün onu hatırlamadan edemezdim. Dakikalarca onun öyle sobasının başında uğraştığı, çok kere işi başaramayarak vazgeçtiği gözümün önüne gelirdi de zaten kansız olan yüzünün o anda büsbütün sarardığını, damarlarının mavi mavi şiştiğini, kır saçlarının gözlerinin üstüne düştüğünü, bu haliyle olduğundan daha da çirkinleştiğini düşünürdüm. “Hayriye Hanım, gününün en trajik saatini yaşıyor” derdim. Ona aslında çok ağır gelen bu hizmetleri uğrunda yapabileceği bir insanın, o karanlık, sevimsiz odada bulunmaması, doğrusu dayanılır şey değildi.

İkinci gazozu bitirip şişeyi şöyle yere kumların üzerine tam bıraktığım sırada kahvenin bahçesinin kapısından, kim baksa hiç olmazsa bir an için gözünün üzerinde kalacağı bir adam girdi. İyice kısa boylu, esmer, zayıf, küçücük bir bıyığı olan, gözleri pırıl pırıl yanan cin gibi bir adam. Üzerinde lacivert, temizce bir elbise, beyaz bir gömlek, yine lacivert bir boyunbağı, başında gri bir şapka vardı. Yalnızdı. Bahçenin bir köşesine giderek iskemlenin birine oturdu. İnsanların dikkatini üzerinde toplayacak ne bir çekici edası, ne de bir acaipliği vardı. Böyle olduğu halde kalabalığın içinde tek başına kalabilen, istese de arada kaybolmayan, her haliyle, buradayım ben diye bağıran insanlardandı şüphesiz. Şöyle göz ucuyla geriye doğru baktım. Gözlüğünü çıkarmış küçük burnunun üstüne takmış, bir gazeteye dalmıştı bile.

Herkesi olduğu gibi yanımdaki arkadaşımı da bir merak almıştı herhalde. Yavaşça kulağına eğilerek, “Tanıyor musun?” diye sordum. “Yo” dedi. “Bilmiyorum. Kim?” Acele etmeden cebimden sigara paketimi çıkararak bir sigara yaktım. Sonra yine yavaşça, “Talihin garip cilvesi” dedim. “Bazen de hayatın ayırdıklarını ölüm birleştiriyor. Geleceğini ummazdım doğrusu. Rahmetlinin eski kocası.” Arkadaşım adamakıllı heyecanlanmıştı. Hiç istemediği halde iki üç kere dönüp baktı. “Deme yahu” dedi. “Demek o. Ama ne efendi adam. Her halinden gün görmüş, ahlaklı bir insan olduğu belli oluyor. Ya bu hareketi? Aradan yıllar geçtiği halde merhumeye karşı bu sadakati? Ölüm karşısında bu saygısı?” Ağzımı açacak oldum, daha ne söyleyeceğimi bile beklemeden. “Yo, yo azizim” diye devam etti. “Ne desen boş. Ne sebeple ayrılmış olurlarsa olsunlar, hatta o işte kabahatli bile olsa bu hareketiyle her şeyi unutturdu. Çok, çok hoşuma gitti doğrusu.” Döndü, yanındakine de aynı heyecanla, aynı şeyleri, sözüm ona yavaşça, ama neredeyse köşede oturan o sevimli adama duyururcasına söyledi. Zaten bahçede, söylediğim gibi üç beş kişiydik. Duydu hepsi. Berikine baktılar.

Aralarında konuştular. Tekrar baktılar. Tekrar konuştular. Neyse. Hepsi artık arkadaki adama Hayriye Hanımın eski kocası gözüyle bakıyordu. Bir cenazede bulunmak için gelmiş insanların bir hayli acımaya benzeyen, biraz kendi sağlıklaru üzerine kurulmuş vehimleri hatırlatan, çok karışık duyguları, Hayriye Hanımın evlilik hayatıyla ilgili bir sürü söylentiyle birleşti. Araya hayal kurmaya çok elverişli olan bu sıcak, rüzgârsız havanın yardımı da karıştı. Zaten o da, hayal kahramanlarından biri de oracıktaydı. Başladı herkesin kafası aşağı yukarı aynı konuda çalışmaya.

 

Tabii başkalarının aklından geçenleri değil, düşündüklerimi anlatacağım. Hayriye Hanımı hiç değilse bir yirmi yıl gençleştirdim düşüncemde. Sonra biraz da güzelleştirmeye gayret ettim. Olmadı. Olmayınca sesini güzelleştirdim. Yirmi yıla bir on yıl daha ekledim. Oldu otuz yıl. Arkadaki de tabii onunla beraber otuz yıl gençleşti. Hayriye Hanım Muallim Mektebi mezunuydu. Öğretmenlik yapmamıştı nedense. Ama dilerse müzik öğretmenliği alabileceğini her fırsatta söylerdi. Eh böyle olunca akşamları yemekten önce iki kadeh atan, bilmem hangi dairenin gözde memurlarından, geleceği parlak, genç kocasına o içli, olgun sesiyle, usullere alabildiğine dikkat ederek ne şarkılar söylemezdi.20 Duvarda sırmalı seccadeler, işlemeler, hülyalı bakışlarla alınmış pozlar vardı. Ortadaki masanın üstü antika vazolar, tabaklar, buhurdanlıklarla doluydu. Loştu da oda. Hayriye Hanım udundan bir dımbırdatır, yeni bir makama geçerdi. Beriki içer içer neşelenir, içer içer içlenirdi. İkisi de belki ordalardı, o odada. Ama nerelerde, insanın zamanın geçmemesini ta içinden dileyeceği ne hayal ülkelerinde olurlardı, kimbilir? Sonra öbürü Hayriye Hanıma da bir yudum olsun alması için yalvarır, Hayriye Hanım nazlandıkça nazlanırdı. Bu naz faslından az sonra hatır için, bir yudum, ama sadece bir yudum alırdı. Alır almaz da makam değişir, yeni bir makama başlanırdı. Bu nice akşamlar böylece sürmüş gitmişti muhakkak.

Bu arada bahçede olsun, dışarda olsun bir kaynaşma oldu. Kalkıldı. Cenaze götürülecekti. Arkada oturan o küçücük, o sevimli adam da kalktı. Hatta herkesten biraz daha ilgili davranarak ilk olarak tabutu beş on adım taşıdı. Sonra arkada kaldı. Biraz ileride tekrar taşıdı. Böylece mezarlığa kadar on on beş kere bu işi yaptı. Şapkasının altından, şakaklarından terler sızıyor, o aldırmıyor, silmiyordu bile. O kadar kendini bu havaya kaptır mis, candan davranıyordu. Herkes ona bakıyor, ilgileniyordu En küçük bir hareketini bile kaçırmıyorlardı. Oysa etrafındaki insanların bu merakının farkında bile değildi. Farkında olsaydı da aldıracağını pek sanmıyorum. Mezarlıkta da, o yakıcı sıcağın altında çalışılabileceği kadar çalıştı. Gömülürken de uzakça bir köşeye çekildi. Gözlerini tabuttan ayırmıyordu. Yalnız bir ara, dikkat ettim, tabut tam toprağa bırakılacağı anda, başını hafifçe önüne eğdi. Yine bakmak istediği belliydi. Ama bakamadığı, adeta bir fenalık geçirdiği de belliydi.

Sonra herkes dağıldı. O da kimsenin farkına varmadığı bir anda kayboluverdi. Kimdi bu adam? Gerçekten Hayriye Hanımın kocası mıydı? Yoksa uzaktan hatıralara değer veren bir akraba mı? Ne olursa olsun. Doğrusu herkes, hepimiz onun eski kocası olduğuna inanmıştık. Öyle olmasını istiyorduk belki de. Kısacası, düşüncelerimize uygundu. Hayriye Hanımın da o gün, son yıllarında adamakıllı özlediği bir rahatlık içinde olduğunu sanıyordum. Yıllar yılı uğraşarak, didinerek sobasını kış akşamlarında uğrunda çalışacağı bir erkek olmadan yakmıştı ama, işte cenazesinde bir erkek, hem de ne sevimli bir adam, hem de ne efendiden bir adam nasıl üzülmüş, nasıl çalışmıştı. Bir acıma duygusuyla mı gelmişti? Kesinlikle hayır. Yıllarca önce akşamüstleri, gençliklerinde yaptıkları o musiki âlemlerinin, o mutlulukla geçmiş saatlerin büyüsüne dayanamayarak gelmişti.

Yo, hayır, belki de o değildi demeyin. İyice biliyorum ben bunun böyle olduğunu.

 

 


ARŞİV