Sadri Ertem: Bacayı İndir, Bacayı Kaldır!

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Sadri Ertem ile devam ediyor

20 Mayıs 2022 - 09:05

SADRİ ERTEM (1898- 13 Kasım 1943)

Toplumcu roman ve hikâye yazarlarından Sadri Ertem İstanbul’da doğdu. Darülfünun Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun oldu. İstanbul’da çeşitli okullarda felsefe hocalığı yaptı. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da Hakimiyet-i Milliye ve Yeni Gün gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. Cumhuriyet’ten sonra, İstanbul’da Son Telgraf gazetesinde başyazarlık yaptı. Ankara Nehari Sultanisi’nde (1921), İstanbul Kuleli Askeri Lisesi’nde (1924), Kadıköy Kız Orta Mektebi’nde (1928), Gaiosmanpaşa Mektebi’nde (1930) ve Kadıköy Erkek Lisesi’nde (1931) öğretmenlik yaptı. Matbuat Umum Müdürlüğü, Ankara Polis Enstitüsü, Robert Kolej ve Alman Lisesi diğer görev yaptığı yerler arasındadır. Gazi Terbiye Enstitüsü’nde felsefe ve sosyoloji derslerine girdi (1932-1939). 1939’da Kütahya milletvekili seçildi (1939-1943). 1943’te geçirdiği kalp krizi sonucu Ankara’da vefat etti.

Yazı hayatına gazetecilikle başlayan Ertem’in ilk yazısı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde çıktı.  Resimli Ay dergisinde çıkan “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” adlı hikâyesi ile beğeni toplamasının ardından hikâye türüne ağırlık verdi. “Çıkrıklar Durunca”, Ertem’in yayımlanan ilk romanıdır. 1929’da Vakit gazetesinde tefrika edildikten sonra 1930’da kitaplaştırılmıştır.

Yazarın Mercek Yayınları tarafından okurla buluşturulan Türk Öykü Antolojisi’nde yer alan “Bacayı İndir, Bacayı Kaldır!” İsimli öyküsünü paylaşıyoruz.

BACAYI İNDİR, BACAYI KALDIR!

Bir toz duman… Çıplak insan ayaklarının ve nalsız hayvan izlerinin sıralandığı yollardan gürüldeye homurdana bir otomobil geçiyor.

Uzaktan besili, dolgun gövdeli köpeklerin sesleri camları gıcırdattı:

-           Hovv. Hovv… hovv…

Bu, sivri bir diş gibi Maden Ocakları Müdürünün etine saplandı. Müdür yüzünü buruşturdu. Kulakları dikildi.

Siz diyeceksiniz ki bir adam köpek sesi duyunca ne olur?

Bu, benim için, sizin için böyledir. Bir şey olmaz. Köy köpeklerinin gürültüsü bizlere nihayet yabancılığımızı hatırlatır. Bu bir yabancıya karşı gösterilen hayretin ilk belirtisi ve yalnızlığın ilk işaretidir. Eğer biraz daha hatıranız varsa, o nihayet size bir korku, bir ürkeklik verecek, bacağınızdan ısırılıyormuş gibi olacaksınız. Ocak Müdürünün kafasına köpeğin sesi bir diş gibi battı ve derhal bir şimşek gibi çaktı, kafasında loş dehlizler aydınlandı. Karanlıkta ara sıra gerinerek uyuyan hatıralar kalktılar, birbirlerini dürttüler ve bir asker safı gibi dizildiler.

Müdür, besili bir köpeğin bağırdığı yerde refahın derecesini anlayabilecek kadar tecrübeliydi, zeki idi, kısaca tam bu işin adamı idi. Hasta, yoksul köylerin cılız, tüyleri uyuzlaşmış, sesleri kısık köpekleri vardır. Zengin ve kibar köylerin muhafızları da mağrur, alınları yukarda ve heybetlidir. Sesleri dağdan dağa bir kasırga gibi hükmeder.

Müdür bunları düşündü ve:

-           İşçilerin gündeliği umduğum gibi az olmayacak… diye duyduğu sesin ilham verdiği neticeye vardı.

Otomobil, yabancıyı az zaman sonra gözün alabildiği kadar uzanan yemyeşil bir ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor bir koyu, yakıcı gelincikler, su üstünde yüzer gibi bu sonsuz denizde çalkalanıyordu.

Derenin öbür tarafında sararmış olgun tarlalar kocaman bir yumruğa benzeyen başaklarını dizleri üstünde dinlendiriyordu. Her şeyi gürbüzdü, otlar gürbüzdü. Biraz ötedeki ağaçlar gürbüzdü, yapraklar gürbüzdü, yıkık duvarlardan taşan dallar, olgunlaşan meyvelerini tozlu yollara salıvermişti.

Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan narlar, kâh kütüklerinden, kâh bir çardağın üstünden dalgın dalgın vücutlarını salıveren iri taneli üzümler, sonra beyaz, tertemiz kiremitli evler, temiz elbiseli çocuklar onun tahmininde aldanmadığını gösterdi.

“Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya denebilir ki ilk bakışında hayran oldu.

(…)

Bir gün, ihtiyar Muhtar Ömer Ağa, kıvrık sakalını sıvazlayarak, buraların şöhretinden şöyle bahsetti:

-           Hey Çelebi… Lokman Hekim ölüme çareyi burada buldu, kitaba yazdı. Neylemeli ki kitap suya düştü, eridi… Ölüme çare bulamadı ama, Lokman’ın kitabının eriyen yaprakları buranın topraklarına karıştı. Onun için buraya ne eksek biter, çıplak ayakla basan hemen insan çıkar… Bire elli buğday buradan gayri nerede var?

Müdür zembereklenmiş gibi yerinden sıçradı, sordu:

- Bire elli mi?

- Ya ne zannettin Çelebi!..

Müdür, bundan sonra arazi sahiplerini teker teker davet etti. Tercümanını yanına alıp şöyle bir ağaların oturma odaklarına gitti. Hemen hepsine şöyle söylüyordu:

- Ben bu Lokman Köyü’nü çok beğendim. Belki de çoluğumu, çocuğumu alıp burada yerleşmek de mümkün olur. Hele sizden çok memnunum, nerede Avrupa’nın o dalavereci insanları… Ben burada kendimi emniyet içinde görüyorum… Bana biraz tarla satmaz mısınız?

- Satarız… Ama, dönümü elli liradan aşağı idare etmez… Başka türlü veremeyiz.

Müdür,  “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları İşletme Müdürüne rast geldi. Dert yandı:

- Bilsen şurada bir çiftlik sahibi olmak hem maden için kârlı olacak, hem de bizim için… Seninle de ortak olurduk… bir çaresini bulsak da biraz toprak alabilsek.. Çok para istiyorlar… Böyle satın almanın imkânı yok…

İşletme Müdürü:

- Fazla düşünceye lüzum yok… Kolay iş…

- Nasıl… Nasıl?

İşletme Müdürü gülümsedi:

- Çok kolay… Bacayı şöyle biraz indirdin mi, iş bitti demektir. O zaman dönümünü on kuruşa pahalı deriz. “Kezzap”, “Zaç yağı”(Demir sulfat) nelere kadir değildir.

- Vallahi sen dahisin. Fakat bacanın kısaltılması için bir sebep?

- Düşündüğün şeye bak… Onu Haçik’e bırak… O, köylülerin ağzından girip, burnundan çıkmayı mükemmel becerir.

- Sahi yapar mı dersin?

- İşten bile değil…

*

Haçik, köylüler arasında itibarlı adamdı. Onun için herkes “dinince dinlensin” derdi.

Haçik, kat kat kırışık ensesi, yağlı yakası, düşük kıranta bıyıkları, gür ve yozuna büyüyen sazlar gibi çarpık çurpuk kaşları ile bir acayip mahlûktu. Hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine bir Bektaşi babası gibi vakıftı.

Köy kahvesinde ağaların meclisine girdi. Kâhya tütün kesesini uzattı:

- Haçik Ağa, çek bakalım… diye iltifat etti.

Onun bugün sinsi bir hâli vardı. Heyecanla bir tehlikeyi haber vermek ister gibi söze karıştı:

- Bir Mevlânın kullarıyız. Yollarımız ayrı olsa da… Kudüs’le Mekke bizi ayırmaz. Son menzilimiz Hak divanıdır.

(…)

Haçik, anlattı:

- Söz aramızda… Görüyorsunuz ya… Yatırın başı ucundaki şu selviyi… Bir de öteye bakın koskocaman baca!.. Şimdiye kadar zatı şerifin selvisinden daha yüksek bir şey var mıydı?

- Bütün köylüler:

- Yoktu…

- Şimdi?..

- Şimdi var…

- Baca…

- Baca… Baca evet… Evet.

- Acırım size… Vallahi iki gündür gözüme uyku girmez oldu. Zatı şerifler çok kızgın şeylerdir. Hep birden seslendiler:

- Doğru… Kabahatimiz var… Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç?..

- Dinletmeli!..

(…)

- Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder.

(…)

Baca yarısına kadar indi. Köy derin bir nefes aldı. Bir felaketten kurtulmuş gibi sevindi. Direktör ve İşletme Müdürü, Haçik Ağa’ya bir şişe mastika hediye ettiler. Köylüler ona bol bol ziyafet çektiler…

Baca kısaldı…

Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. Durmadan dinlenmeden bombardıman etti, hangi bombardıman bu kadar kanlı, bu kadar uzun sürdü?

Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran, bir taraftan zaç yağı yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. Eczanelerde, kimyahanelerde saklanan zehirler burada bir dere gibi aktı. Bir yağmur gibi her yeri bastı. Rüzgâr bu ağır gazları bir kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş bir pamuk yığını hâline koyarsa, topraklar da böylece harap oldu.

Toprak güzel rengini kaybetti. Soluk, ölüm duygusunu veren bir hal aldı.

Yeşillikler bir anda sarardı, ertesi sene gürbüz ağaçlar kupkuru bir iskelet hâline geldi. Bahar bir hazan gibi girdi ve kimse baharın geldiğini anlayamadı. İri boylu otlar cüceleşti, cılızlaştı. Nihayet kayboldu.

O nazlı, güzel çiçek denizi kurudu, şimdi ortada sonsuz bir çöl var.

(…)

Ovada ancak ölüm ekildi ve sefalet biçildi, şen sesli, dolgun vücutlu, gözleri parlak, sevimli zeki hayvanlar, yavaş yavaş ahmaklaştı. Öküzler zayıf, nesli tükenen bir akrep haline geldi. Atlar kişnemeyi, koşmayı unuttular. Sarsak başlı, düşünceli bir acayip mahlûk haline girdiler, sanki bir kaplumbağa… İki sene sonra uzaktan ses, müdürün kulağının memesini bir diş gibi kapan köpeğin tüyleri döküldü. Karnı sırtına yapıştı. Artık bağıramıyor, güç halle ağzını açarak havlamanın taklidini becerebiliyordu.

Bir hayalet gibi yavaş yavaş sürüklenen hayvanlar da kimi ahırlarından çıkmaya takat bulamadı, kimi düştü öldü, kimi yatalak hasta oldu.

(…)

İnsanlar da soldular. Sert kemiklerin üstünü, buruşuk bir deri kefenledi. Dudakları kurumuş yosunlara benzedi. Yeşilimsi beyaz ölü rengi fersiz gözlerin etrafını kapladı.

Kır yollarında cıvıldaşan insanlar bir hayal oldu. Artık köy halkı değneklere dayanarak, öksüre öksüre ve iki adımda durup dinlene dinlene dolaşabiliyordu. Tümünün ciğerlerini kurşun tozu kapladı. Atların üstüne elini dokundurmadan hoplayan eski süvari çavuşu şimdi yerinden kalkmak için koltuk değneğinin ve birkaç adamın yardımını bekliyor.

Günler öyle geçti, her geçen gün sanki köylülerin damarlarını açtı, kanlarını boşalttı, boşalttı…

Bacanın etrafında köyler için artık düğün, balıkların konuşması, öküzlerin yumurtlaması gibi acayiplikler arasına girdi. Bir mucize olarak doğan çocuklar da yaşamadı.

*

Köylüler son bir yardım diye Maden Ocaklarının Müdürüne koştular:

- Çelebi bize ne verirsen ver de artık tarlaları satalım…

- Ağa iyi ama ne yapalım, Allah bir afettir verdi.

- Hani vaktiyle istemişsiniz de onun için söylüyoruz.

- İşe yaramaz ya… Ne istersin?..

- Ne olacak canım…

- Ben burayı mal olsun diye değil, size bir yardım olsun diye alacağım. Dönümü yarım lirada…

- Eh ne yapalım?... Peki olsun…

Maden Ocakları Müdürü bütün köylünün arazisini satın aldı. Köylüler heybelerini sırtlarına vurarak, tozlu yollardan uzaklaştılar. Fakat her adımda, her izde bir hatıra buldular. Ayakları yürümedi, köylerini ana ana gittiler. Kimi öldü, kimi dere kenarlarında, kimi ağaç altlarında yurda hasretin acılığını duydu. (…)  Döndüler, dolaştılar, nihayet maden ocaklarına amele oldular. Bu da bir teselli idi, hem kazanacaklar, hem de köylerinden ayrılmayacaklardı.

Ocak insan eriten bir makine gibi çalıştı. Maden ocaklarının yanında taşları olmayan adsızların sonsuz mezarlığı uzadı gitti.

*

Baca hâlâ yarım. Çünkü daha sekiz on adam var ki topraklarını satmadılar. Birikmiş servetlerini yiyip her şeyi olduğu gibi muhafaza ediyorlar.

Onlardan biri kötürüm, biri pehlivan, ötekiler delikanlılardı.

Nihayet mal sahiplerinin de ambarları boşaldı, kuyularında suları çekildi, hayvanları öldü. Tatlı yenip tatlı konuşulan evler şimdi bir sinek vızıltısı, bir hastanenin iniltili koridoruna ne kadar benziyordu. Sonunda açlık, sıcak iklimlerin ormanları arasında eşinen kaplanlar gibi öteyi beriyi sarstı. Onlar da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi.

Bir gün yedi köylüyü maden ocağı yolunda yan yana devrilmiş buldular. Bir delikanlının göğsünden şu dilekçe çıktı:

Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine,

Efendim,

Boğazı tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz.

*

Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. Yirmi, otuz bin dönüm araziye hudut çekildi. Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar yükseldi, hem o kadar ki, eski selvi onun yanında bir fidan gibi kaldı.

….

Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çiftlik kâhyası onları:

-           — Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy, möy yok haydi… geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun, yoksa jandarmaya haber veririm…

Diye başından savdı.

Etiketler; Sadri Ertem

ARŞİV