SAFFET NEZİHİ (1871 – 1939)
Asıl adı Ömer Lütfi olan yazar ilk eserlerini bu isimle verse de sonradan Saffet Nezihi müstearını kullanarak yazın hayatına devam etti. Mektebi Sultani'de eğitim gören ama okulu tamamlamayan Nezihi, dönemin pek çok gazetesi ve dergisi için yazılar kaleme aldı.
İkdam, Malumat'ta roman ve öyküleri yayımlandı. 1902 yılında İkdam gazetesinde yayımlanan Zavallı Necdet romanı tanınmasını sağladı. Her ne kadar ona şöhreti getiren romanı Zavallı Necdet o dönemde bir çoksatar olsa da yazarlıktan gelir elde edemeyeceğini anlayıp Kapalıçarşı'da elmas ve inci ticareti yaptı. Buradan kazandığı büyük gelirini hızla kaybeden yazar hem edebiyatta hem de ticarette tutunamayarak son günlerini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçirdi. Hayata yapayalnız gözlerini yumdu.
Ölümünden yıllar sonra Zavallı Necdet romanı 1960 yılında sinemaya uyarlandı. Filmin başrollerinde Göksel Aksoy, Belgin Doruk ve Suna Pekuysal’un oynadı.
Yazarın İthaki Yayınları tarafından okurla yeniden buluşturulan “Zavallı Necdet” isimli romanından kısa bölümler aktarıyoruz.
ZAVALLI NECDET
Haydarpaşa İskelesi'ne on bir numaralı vapurdan iniyordum. Akşam pek yaklaşmıştı. Hava kararıyordu. Güneş hemen hemen batmak üzereydi. Biraz sonra battı. Şimdi etraf, gözün alabildiği her yer siyah bir örtüye bürünmeye başlamıştı.
Kalabalık içinden kendimi kurtarıp da iskele üzerinden geçerken, sevdiğim bir çehre gözüme takıldı. Kendi kendime “Feridun Necdet,” dedim. Sevgili Necdet'in kimbilir hikâye edecek ne latif hatıraları vardır. Aldanmamışım. Kendimizi büyük iskele üzerine selametle attığımız zaman eski dostumun, sınıf arkadaşımın koluna girdim.
“Nereye?”dedim.
“Fener İstasyonu'na.”
“İsabet, vagonda görüşürüz.”
Biz kalabalık içinden, o sıkıntılı, dar yoldan kurtulmak için biraz hızlıca yürüyorduk. İskeleden uzaklaşıp da istasyon yoluna girdiğimiz zaman Necdet Feridun'un yüzüne baktım. Beş dakikalık sessizliği bana garip görünüyordu. Pekâlà bilirdim, buna emindim ki Necdet bu fırsatları kaçırmak istemez.
O, kendi hissine, meyline, zevkine aşina olan eski bir arkadaşa tesadüf etsin, buluşsun da uzun hikâyelerini, âşıkane muzafferiyetlerini dinletmesin! Bu mümkün değildi.
Mektep sıralarında bulunduğumuz zamandan beri biçarenin büyük bir meraka, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalandığını bilirdik. Bu merak, aşk hastalığıydı. Ve bu hastalık şundan ibaretti: Meşgul olduğu veya takip ettiği her kadını kendine âşık zannetmek.
Necdet Feridun, yüzünün güzelliği açısından tabiatın lütfuna, büyük bir hediyesine mazhar olmuş bahtiyarlardandı. Sarı lepiska saçları, küçük, uçları kıvrık bıyıkları, mavi büyük gözleri ile erkek güzelleri arasında ayrı bir yer tutuyordu. Hele giyinmekteki zevki selimi, kendisine şıklık cihetinden büyük bir kıymet, bir meziyet veriyordu. Servet açısından da talihin lütfuna sahip bulunuyordu.
Mektepten çıktıktan sonra Necdet Feridun'u ara sıra görebiliyordum. Şişli'de oturdukları için kış mevsimleri bazen Lüksemburg Gazinosu'nun bilardo salonunda, Konkordiya Tiyatrosu'nun fuayesinde kendisine tesadüf ettiğim zaman beni şen ve neşeli selamlar, şakalar eder, hikâyelerini anlatmak için eline bir fırsat geçirebildiğine çok memnun görünürdü. Ve işte o zaman aşıkane muzafferiyetlerini sayar dururdu. Biz de uydurma hikâyeleri lezzetle, hazla dinlerdik. Ah! Âşıkane muvaffakiyetleri öyle bitmez tükenmez vakalar ortaya çıkarırdı ki... Necdet, bu sevda sahnelerinde büyük rolleri, fedakârlıkları kadınlara bölüştürürdü.
(…)
Bu hikâyelerin her birinde birer kahraman mevcut. Onlar da tabii güzellikleriyle meşhur matmazeller, madamlar olacak. Nihayet ufak bir sebep, ehemmiyetsiz bir vaka, velhasıl bir hiç için Necdet Feridun onu terk ediverecek... İşte o uydurma hikâyeler böyle son bulurdu. Sözüne nihayet vereceği zaman Necdet Feridun aşkının felsefesini ekseriya şu sözlerle özetlerdi.
“Budala! Hayatımı kendisine adayacağımı zannediyordu. Kadınlar hakikaten akılsızdır.”
Haydarpaşa İskelesi'nden çıkıp da Necdet Feridun'un koluna girerek istasyona doğru yürüdüğümüz zaman hatırımdan hep bu eski hikâyeler geçiyordu. Tahammül edemedim. Kendisine sordum.
“Nasıl, yeni bir sevda macerası var mı?”
“Evet, var, var ama bu pek dehşetli...”
“Acayip... Dehşet neresinde?”
“Hele vagona girelim de... Hikâyem bu sefer acıklı olmakla beraber uzun. Netice korkunç. Ah! Tahmin dahi edemezsin! Pek rahatsızım. Fikrim, vücudum, bütün mevcudiyetim rahatsız...”
“Görüyorum, biraz bozulmuşsun! Nen var?”
“Sinir illetine tutuldum. Hekimler ruhumun çektiği acıları duyamıyorlar. O ince noktalardaki yaraları tedavi edemiyorlar.”
“Adam sen de... Merak edilecek bir şey değil.”
“İşte bu bir söz ki bin birinci defa olarak senden de işitiyorum. Merak edilecek bir şey değil. Pekâlâ! Pekâlâ ama niçin zavallı insanların binlercesi bu derde, bu eleme tutuluyor? Niçin buna sinir diyorlar? Demek ki bir şey var.”
(…)
Elleri üzüntüsünden titriyordu. Anladım, bu defa ciddi bir hikâye dinlemekte olduğumu takdir ettim. Kendisine dedim ki:
“Yoksa geçen âşıkane muvaffakiyetinden dolayı üzgün müsün?
“Üzgün, mahzun… Hâlimi anlatabilmek için kelimeler kifayet etmez. Bunlarla ruhumun elemleri, ıstırapları anlatılmaz. Evet, mümkün değil anlatılamaz. Azizim! Bu başka bir hal, garip bir macera, pek az tesadüf edilir bir felaket.”
(…)
Geçen sene nisanın başlarındaydı. Hemşire kansızlıktan, sinirden rahatsız bulunuyordu. Hekimler Kızıltoprak, Fener semtlerini tavsiye ettiler. Münasip bir köşk aradık, bulduk. Nisan haftasındaydı, Fener'e taşındık. Ben bu taraflardan pek hoşlanmazdım. Her gün kaleme gitmeye mecburiyet var. O hâlde bana yalnız bir cuma kalıyordu. Bir gün nasıl olsa geçer. Hemşirenin rahatsızlığı için buna razı gelmek lazım geldi. Köşke taşınmamızdan sonra iki hafta geçtiği hâlde ehemmiyete değer hiçbir olay olmadı. Ev halkı, köşkün tanzimiyle meşgul. Ben her nedense her tarafı, her şeyi kuru olan bu köyden bir zevk, bir lezzet duymam. Onun için vakit geçirmek emeliyle her gün erkence İstanbul'a iniyordum. Kaleme biraz uğradıktan sonra kah bir iskarpin ısmarlamak için Birgui'ye, bazen yazlık bir kostüm siparişi için Boter'e uğrar, vakit geçirirdim. Tam iki hafta sonra bir perşembe günü istasyona gitmek için köşkten çıktığım sırada yanımızdaki pembe köşkün önünde eşya yüklü iki üç öküz arabasının durmakta olduğunu gördüm, kendi kendime. ‘Yeni komşular… Kimbilir nasıl muacciz adamlardır,’ dedim.
İki gün sonra bizim köşkün kapısından içeri girerken valide ile hemşirenin yanımızdaki pembe köşkten çıkmakta oldukları gözüme ilişti. O sırada onları kapıya kadar geçiren bir iki kadın çehresi, kıvrılmış saçlarıyla bir hayal gibi gözümün önünden geçti, birkaç dakika sonra valide ile hemşire geldi, gülerek ‘Yeni komşulardan mı?’ diyordum.
‘Bilsen Necdet, bir kızları var ki, melek!’
‘Bundan bana ne, anneciğim?’
‘Hele piyanosu olmaz şey... Şimdiye kadar bu derece güzel piyano işitmemiştim. Ya annesi, hele kendisi o kadar nazik ki... Fakat bilmem bunları ne için söylüyorum? Doğru, hakkın var. Sen yaşadığın müddetçe bekâr kalacaksın değil mi, oğlum?’
“Canım, şimdi bunlara ne lüzum var? Şu aralık evlenmeye niyetim yoksa ebediyen...”
Valide ile hemşire kahkahalarla gülmeye başladılar. O akşam pembe köşkün güzeli hatırımdan bile çıkmıştı, ertesi günü pazardı. İstanbul'a inmeye üşendim. Bugün de bir müddet gazetelerle, kitaplarla vakit geçiririm, akşam üzeri de Fener'e giderim dedim. Maupassant'ın Bel-Ami namındaki kitabını okuyordum. Birdenbire kapı açılarak hemşire içeri girdi.
‘Ağabey! İşitiyor musun?’ diyordu, ‘Meliha Hanım'ın piyanosunu işitiyor musun?’
‘Meliha Hanım kim oluyor?’
‘Canım şu pembe köşkte oturanların kızı.’
‘Şimdi meşgulüm. Gevezelik etmeye vaktim yok,’ diye cevap verdim. Hemşire üzülerek odadan çekildi. Yalnız kaldığım zaman -bilmem nasıl oldu, anlayamadığım bir hissin sevkiyle-pencerenin panjurlarını açtım. Piyano dinlemeye başladım. Aman yarabbi! Ne işitiyordum. Mozart'ın bir valsi o derece sanatla, o kadar bir maharetle çalınıyordu ki kendi kulaklarıma âdeta inanamayacağım geliyordu.
İnce musiki sanatının bizim kadınlarda bu derece ilerleyişini ben, mümkün değil düşünemezdim. Tatlı bir hayal içinde dinledim. Kendimden geçerek dinledim. Bütün hüviyetimi o nağmelere vererek dinledim.
Piyano çalınması ne kadar devam etti bilmem. Ben pencerenin önünde kollarımı panjurun kenarına dayamış düşünürken, evet, bu ahengi, ruhu, kalbi, bütün bir insan benliğini okşayan, gıcıklayan musiki nağmelerini vücuda getiren ince, zarif parmakları, o parmakların birleşmesiyle teşekkül eden beyaz tombul elleri gözlerimin önüne getirerek hayaller arasında yuvarlanıp dururken bir ses 'Buyurunuz beyefendi yemeğe,' dedi. Bu kadar zaman nasıl geçmişti bilemem. Yemekte pek şen bulundum. Dünkü ziyaret bahsi tekrar açılır ümidiyle sözü o tarafa götürüyordum.
Kadınlara gevezelik ettirmek için o kadar yollar bulduğum hâlde sözü mümkün değil arzu ettiğim yola götüremedim.
Yemekten sonra odamdaki koltuğa tekrar uzandığım zaman şu suretle muhakeme ediyordum.
Önümüzde bütün bir yaz var. Meşgul olacak ciddi bir işim yok. Bir sevda hikâyesinin kahramanı olabilecek minimini bir melek şurada, yüz adım ötede bulunuyor. Letafet ve zerafetini dün annem methediyordu. Ah! Eminim… O, olur olmaz güzellere melek namını vermez. Ne diyordu, melek gibi bir kız. (…)
Ben bu muhakememi hayal kuvvetiyle pek ileriye götürüyordum. O kadar ileriye ki annemin melek gibi kız tabir ettiği şu komşu küçükhanımı kendime âdeta âşık olmuş zannetmeye başlamıştım”