Safiye Erol: Kadıköyü'nün Romanı

“Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Safiye Erol ile devam ediyor

04 Şubat 2021 - 15:26

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Safiye Erol ile devam ediyor

SAFİYE EROL (2 Ocak 1902- 7 Ekim 1964)

Nezihe Araz’ın “Çağımızın avare ve vefasız çocukları için fazla gelen bir dozdu. Bunu çok iyi bilir, anlar ve müsamaha ile karşılardı. Esasen onun en büyük hasretlerinden biriydi. Bu engin müsamaha…” sözleriyle anlattığı Safiye Erol, 2 Ocak 1902'de Edirne, Uzunköprü'de doğdu. İlköğrenimini İstanbul’da Alman mektebinde tamamlayan yazar ilkokuldan sonra Fransız Mürebbiyeler Okulu'na gitti. 1917'de Almanya'ya tahsile giden Erol, lise ve üniversiteyi bitirip doktora tezini verdikten sonra 1926'da İstanbul'a döndü.

Milli Mecmua, Her Ay gibi dergilerde yazıları çıkan Safiye Erol yazarlığa ilk adımını, Vakit gazetesinde tefrika edilen “Kadıköyü’nün Romanı”yla attı. Kadıköy’ünün Romanı 1938’de kitap olarak basıldı.

1944'te Ülker Fırtınası, 1946'da Ciğerdelen isimli romanları, 1941'de Selma Lagerlöf'den Portugaliye İmparatoriçesi ve 1945'de La Motte-Foque'den Su Kızı isimli tercümeleri ayrıca muhtelif gazete ve dergilerde pek çok makalesi yayımlandı.

7 Ekim 1964 tarihinde İstanbul'da vefat eden yazarın tamâmı Kubbealtı Vakfı tarafından basılmış olan eserleri şunlardır: Çölde Biten Rahmet Ağacı, Ciğerdelen, Kadıköyü’nün Romanı, Ülker Fırtınası, Dineyri Papazı, Makaleler, Leylâk Mevsimi.

Safiye Erol’un Kubbealtı Vakfı tarafından yayımlanan ve Kadıköy'de yaşayan ve altı gençten oluşan bir grubun 1930-1940 yılları arasında yaşadıkları hayatı anlatan romanı olan Kadıköyü’nün Romanı’ndan birkaç bölümü paylaşıyoruz.

KADIKÖYÜ’NÜN ROMANI

En büyük sürprizler en umulmadık zamanda olur. Kim derdi ki Necdet tesadüfen uğradığı papazın bahçesinde bu kadar oyalanacak. Fener Burnu'nda güneşin kanlı batışını seyretmiş, ağır ağır Kadıköy'e dönmek üzere idi. Yollar çok kalabalıktı. Bu sıcak, parlak cuma, Kadıköy halkını, genç, ihtiyar, zengin, fakir, dışarı kışkırtmıştı.

Necdet, gezinti dönüşü papazın bağı önüne gelince durakladı, düşündü. Aklından, gazetesi için yazılacak “Kadıköy mesireleri” başlıklı bir yazı silsilesi ve buna benzer müphem tasavvurlar geçti. İçeri girdi.

Oturduğu masanın sağında bir meclis var, beş altı kişi kadar, kadınlı erkekli. Hanımlardan birisi, galiba bir hanende, şişman boynuna bir ipek örtü sarmış “Vallaha sesim kısıldı” diye nazlanıp dururken, yakası paçası dayak yemiş gibi perişan, kıvırcık saçları yüzüne, gözüne dökülmüş kalantor bir bey: “Türkiye bülbülü! Lütfedin, kurbânınız olayım!” diye yalvararak kekeliyordu.

Necdet'in sol tarafında bir masada, yakın dostları oturmuştu. Evvelâ Orhan; yirmi yaşlarında bir çocuk, meşhur bir muharririn torunu, bestekâr, hanende şâir, iktisatçı, serseri! Bu Orhan; tam bir serseriydi. Dedesinin tavsiyesi ile dalıp çıkmadığı iş kalmamıştı. Kâh Darülfünun talebesi, banka memuru, reji memuru olmuş kâh komisyoncu yanında çalışmış, tezgâhtarlık, berberlik, aktörlük etmişti. Neticede ailesi, bütün emeklerin boşa gittiğini görünce, oğlanı kapıp salıvermişti. Şimdi o; gelişigüzel, başıboş, yaşıyordu. Zekî çocuktu. Fakat bu kısır zekâ hiçbir zaman meyva vermezdi. Sohbeti gayet hoş, sesi güzel, kendisi sevimli, yakışıklı idi. Orhan'ın yanında üç hanım vardı: Nesrin, teyzesi Nîmet Hanımefendi, bir de Kadıköy'de “Yeleli kız” diye tanınan Bedriye Hanım.

Necdet onların sevinçli, yaygaralı selâmlarına mukabele ettikten sonra, henüz tanışmadığı Bedriye Hanım yüzünden sokulmamış, ayrı oturmuştu. Fakat onlar bırakmadılar. Bir müddet sonra kendisini resmen çağırarak Bedriye'ye prezante ettiler, yer gösterdiler. Necdet utanmış ve sıkılmıştı. Yırtık bir çocuk değildi. Yeni tanıştığı hanımlara karşı serbest olamıyordu. Bilhassa bu Bedriye... Enteresan, cazip, esrarlı bir tip. Uzaktan tapanlar çok; fakat kimse yaklaşamıyor. Güzel kadın, kibar, galiba zengince de. Necdet, takdim merasiminde onun elini öpmeye davranmış; fakat kendi elinin sportmence kavranılarak sıkıldığını görünce hafif tertip şaşırıp oturuvermişti. Diğerleri, sarhoşlar meclisi ile gizli alay ederken Bedriye, Necdet'e:

-  Sizinle çok eskiden tanışırız, dedi.

-  Nasıl? Mümkün mü? Yanlışınız olacak hanımefendi. Bir yerde sizinle teşerrüf etmiş olsaydım...

-  Susunuz, şimdi güleceğim. Benimle teşerrüf ettiğiniz zamanı pek hatırlayamazsınız. O vakitte beş-altı yaşında bir bebektiniz. Ben de valdenizin arkadaşı idim. Binbaşı Suphi Beyin oğlu değil misiniz?

- Evet.

-  Cevizlik'te oturmadınız mı? Pekâlâ. Mavi köşkün kızını bilir misiniz? Sizi asma salıncakta sallardım hani. Ah siz!.. Sen ne şeker çocuktun, Necdet!

(Syf 15-16)

(…)

Haydarpaşa mendireğinde yeşil, Kadıköy iskelesinde kırmızı bir fener yanıyordu. Yatmazdan evvel takvimden bir yaprak kopardı:

1931- 2 Mayıs

Bugün, mayısın ikisi, diye dudaklarında mesut bir tebessümle daldı.

(Syf 20-21)

(…)

Aşkı tahlil etmeye uğraştı. Sakın bir serap olmasın! Yâhut muvakkat delilikler üreten meçhul bir mikrop! Bu ne acâyip bir kuvvet ki şüpheli bir gaye uğrunda şimdiye kadar Necdet’in hayâtına pusulalık eden bütün kıymet mefhumlarını, prensiplerini sildi süpürdü. Bedriye’den başka şey görmüyor, duymuyor. Zihnini dolduran hep onun bir gülüşü, bir omuz hareketi, bir bakışı, bir sözü, beyni bu kırıntıları topluyor, bunlardan bir hülâsa çıkarmağa uğraşıyor, kendi lehine bir iz arıyordu. Ümit, ümit! Dünyada en şaşılacak mûcize, aşkın yüzde yüz menfî olan bir cephe karşısında bile ümîdi büsbütün kaybetmemesidir. Bir âşıka hakîkatin acılığından, felâketlerin olduğu gibi kabul edilmesi zarûretinden bahsetmeyiniz. O dâima şuurunun kuytu bir köşesinde tesellîler yaratır, der ki: “O da beni seviyordu; fakat filan falan sebepten söyleyemedi, gizledi. Bir defa benimle nasıl göz göze gelmişti. Hani bir gün de elimi sıkarken… ilh…”

İnce hastalık diye vereme derler. Asıl aşka ince hastalık demek lâzım. Hem de öylesine ince ki, bu derde düşenlerde akıl, mantık bile esas vazîfelerini bırakıp ümit yolları bulmak için akla ve mantığa hiç de yanaşmayan sapalıklarda izciliğe çıkıyor.

(Syf 69-70)

(…)

Hayatta tek tük kahramanlara rastladım onların her halinde bir büyüklük aynı zamanda bir hüzün vardır. Hiçbir zaman rahat edemeyen, gevşemeyen, mücadeleye ve galebeye mahkûm olan insanın mahzunluğu. Böylelerini gördükçe beni rikkat basar. Şairin dediği gibi: Gözden akıtır yaşı erenlerin halveti. Onlara yakınlık duyarım. Onların, gizli olduğu için mukaddes savaşlarını, kahramanlıklarını bir bakışta anlarım.

Dadım Tiryal, benim yeniden can bulduğuma pek sevindi. Bana hiçbir zaman unutmayacağım bir destan okudu:

“Şükür gönlüm duruldu. Sevdâ başımdan ırıldı. Gönül bir sırça saraydı. Yere düştü kırıldı. Ne mümkündür yapıla? Gönlümü mezardan çıkardım. Değeriyle satıla.”

Meğerse muammanın halli pek basitmiş. Ayol erkek sevilmek istemiyor… Erkek karşısında sevmeyen, yâhut ki sevdiğini göstermeyen, lûtfunu dirhemle tartan kadın istiyor.Öyle ya, kadın kanını canını bir çırpıda erkeğe verir, al beni, bütün al, ebediyen, son nefese kadar seninim, derse o vakit erkeğe fethedecek ne kalır? Erkek, zorluğu, mücâdeleyi, imkânsızlığı arıyor. Buna ne buyrulur? Ha… Öyle ise iş kolaylaştı. İki yol var: Sevgiyi belli etmemek, dâimi bi lâkaytlık pandomiması oynamak yâhut kalpsiz olmak…Birinci yol benim mağrur ve radikal tabiatıma uygun değildi.

(Syf 182-183)

(…)

Bu odadan, bu kadından, hâtıralarla dolu bu köyden uzaklaşmak lazımdı. Yoksa sefil bir ölümle ölecekti. Bedriye’yi hâlâ seviyordu. Böyle iştiyakları, arzuları, açlıktan kudurmuş bir canavar sürüsü gibi üstüne saldırdı. Necdet zannetmişti ki ıztırap, kendisi de saâdet tahasürünü öldürmüştür. Şu anda aşkının bütün ateşli hızı ile hâla yaşamakta olduğunu keşfetti. Çile doldurdum, artık bitti, diye kendini avuturken o eski ıztırapların yeniden şâha kalkacağını anladı. Bu sefaleti tekrar çekmektense derisini yüzdürmeye râzıydı.

Karârını verdi. Daha o gün eşyâlarınıı İstanbul’a taşıttı. Cağaloğlu’nda babadan kalma güzel bir evi vardı, kirâda idi, fakat iki buçuk odalık müstakil bir bölüğü vardı. Artık orada, Bedriye’den uzak, köyden uzak yeni bir hayat başlayacaktı.

Şu Kadıköy’ün bir karış toprağı yoktu ki hâtıralarından hâlî olsun. Ümitsiz aşkı bu muhîtin her tarafına sinmişti. Moda burnunda “Bedriye için ölmek isterim” diye düşündüğü yıldızlı bir gece geçirmişti. Ertesi günü Fikirtepe’sinde kestanelerin billûr göğe doğru dik duran pembe beyaz kandil çiçekleri altında “Bedriye için yaşamak isterim” demişti. Moda’dan sandalı çözer, Kalamış’a doğru kürek çekerdi. Kalamış’ta bir kuleli köşk vardır. Necdet dâima o istikamete gider, sığ yeri bulunca demirlerdi. Burada aşkını, felâketini düşünerek sayısız saatler geçirmişti. Kuleli köşk, Necdet’in ıztırâbının bir âbidesi gibiydi. Onu görmek bütün elimlerin tarihini okumak demekti. Evet, Sûadiye’den tutunuz da Bağlarbaşı’na kadar bu topraklar, nâmütenâhî bir hicran nağmesi ile inliyordu. Fenerbahçe’den Kuşdili’ne varınca su kenarında dizilen çardaklı kır kahveleri, Moda gazinoları; Moda’daki baygın kokulu ıhlamurlar, Acıbâdem’in leylakları, hele bu koy… Hepsinin dili vardı. Hepsi de hayattaki en güzel emelin ölümüne mersiye okuyordu. Necdet için bu köyde denebilir ki: Her bir parçası bir dalda kaldı.

Kuru soğuk bir günde uzun bir yürüyüş yaparak Kadıköy’e veda etti.

(Syf 211-212)


ARŞİV