Saint-Exupery: Küçük Prens

21 Nisan 2021 - 11:07

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Antoine de Saint-Exupery ile devam ediyor

ANTOINE DE SAINT-EXUPERY (29 HAZİRAN 1900- 31 TEMMUZ 1944)

Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery 1900’de Fransa’nın Lyon kentinde doğdu. Aristokrat bir aileye mensup olan Exupery, uçaklarla 12 yaşında tanıştı. Liseyi bitirdikten sonra pilot olmayı istemesine rağmen annesini kırmamak için denizcilik okuluna kaydoldu. 19 yaşında Ecole des Beaux-Arts'ta mimarlık fakültesine girdi. 21 yaşında orduya çağrıldı.

Eğitimini yarıda bırakarak askere giden Antoine de Saint-Exupery, Fransız Hava Kuvvetlerinde teknisyen olarak görev aldı. Strazburg şehrinde pilotluk eğitimi aldı.

1921 yılında Fransız Hava Kuvvetlerine katıldı; daha sonra ordudan ayrıldı hava postacılığı yaptı. İlk kitabı 1928'de yayımlandı: “Güney Postası” (Courrier-Sud). İkinci kitabı: “Gece Uçuşu” (Voil de Nuit). 1939 yılında yakın dostu Andre Gide'in ısrarı ile bir pilotun gözünden yazdığı “İnsanların Dünyası” (Terre des Hommes) Fransız Akademisi Roman Büyük Ödülü'nü kazandı. 1943 yılında ünlü romanı “Küçük Prens” (Le Petit Prince) yayımlandı. Aynı yıl II. Dünya Savaşı sırasında tekrar ordu için uçmaya başlayan yazar 1944 yılında büyük bir kaza geçirdi ve bedeni bulunamadı.

“Yaşam, bize bütün kitapların öğrettiğinden daha çoğunu öğretir. Çünkü yaşam, bize karşı direnir. İnsan, ancak engellerle karşılaşıp onları aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir,” diyen yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan Küçük Prens kitabından bölümleri paylaşıyoruz.

KÜÇÜK PRENS

… altı yıl önce, Büyük Çöl üstünde uçağım kazaya uğrayana kadar, içimi dökecek gerçek bir dostum olmadan yapayalnız yaşadım. Motorumun bir parçası kırılmıştı. Uçakta ne makinist ne de yolcu bulunduğundan bu güç onarım işinin üstesinden tek başıma gelmeye hazırlandım. Benim için bir ölüm kalım savaşıydı bu. Yanımda çok çok bir haftalık içme suyu vardı.

İlk gece, en yakın köyden bin mil uzakta, çölde uyudum. Okyanusun ortasında sal üstünde kalmış bir gemiciden daha yalnızdım. Gün doğup da tuhaf, incecik bir sesle uyandığım zaman nasıl şaşırdığımı varın siz düşünün artık. Ses:

“Lütfen,” diyordu,

“bir koyun çizer misiniz?”

“Ne!”

“Bir koyun çiz bana.”

Beynimden vurulmuşçasına yerimden fırladım. Gözlerimi ovuşturdum iyice. Her yanı gözden geçirdim. Karşımda beni ciddi ciddi süzen, küçük, eşi görülmedik biri duruyordu.

Bir olaydaki gizlilik payı belirli düzeyi aştıktan sonra eliniz kolunuz bağlanır. İnanmayacaksınız ama en yakın köyden bin mil uzakta ve ölümle her an yüz yüze olduğum halde cebimden bir parça kâğıt ve bir dolmakalem çıkardım. Tam o sırada şimdiye kadar yalnız tarih, coğrafya, aritmetik ve dilbilgisiyle uğraştığım aklıma geldi ve bizim küçüğe (biraz da üzülerek) resim yapmayı beceremediğimi söyledim.

“Ne zararı var canım,” dedi,  “bir koyun çiziver.”

Aksi gibi şimdiye kadar hiç koyun resmi yapmamıştım. İster istemez sık sık yaptığım iki resimden birini çizdim. Yani boa yılanının dıştan görünüşünü. Ama bizimki:

 “Yoo! Yooo!” demesin mi, “Boanın içindeki bir fil istemiyorum. Boa çok tehlikeli bir yaratıktır. File gelince o da çok yer kaplar. Bizim oralarda her şey küçücüktür. Bir koyun istiyorum aslında. Bir koyun çizsene bana.”

 Çizdim koyunu. Resmi iyice inceledi, sonra:

“Olmadı,” dedi, “bu daha şimdiden çok zayıf, hasta bir koyun. Bir tane daha çiz.”

 Ben de bir tane daha çizdim.

Dostum tatlı tatlı, hoşgörüyle gülümsedi:

“Sen de görüyorsun ya, bu koyun değil, bal gibi koç. Boynuzlarına baksana.”

Resmi yeniden çizdim ama yine beğendirememiştim.

“Bu da çok yaşlı. Ben öyle bir koyun istiyorum ki uzun süre yaşasın.”

Artık sabrım tükenmişti, üstelik uçağımın motorunu bir an önce sökmek istiyordum. Aşağıda gördüğünüz resmi karaladım.

“İstediğin koyun şu sandığın içinde,” diye kestirip attım.

Küçük eleştirmenin yüzünün birden aydınlandığını görünce şaşırdım.

 “Tam da istediğim gibi oldu. Peki, bu koyun çok mu ot yer dersin?”

 “Neden sordun?”

“Bizim oralarda her şey çok küçüktür de...”

 “Ona kadar ot bulunur canım,” dedim, “ben sana küçücük bir koyun verdim.”

 Resmin üstüne eğildi.

“Küçük dedimse... Bak! Bak! Uyumuş.”

İşte Küçük Prens’le dostluk kurmam böyle oldu.

(...)

Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım ki, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar. Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile. Kaç yaşında, derler, Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor? Bu türlü bilgilerle onu tanıdıklarını sanırlar.

Deseniz ki: “Kırmızı kiremitli, güzel bir ev gördüm. Pencerelerde saksılar, çatısında kumrular vardı.” Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama “Yüzbin liralık bir ev gördüm” deyin, bakın nasıl: “Aman ne güzel ev” diye haykıracaklardır.”

Aynı şekilde onlara deseniz ki, “Küçük Prens’in sevimli oluşu, gülüşü, bir koyun isteyişi var olduğunu gösterir; bir koyun istiyor, öyleyse vardır.” Bunları deseniz de neye yarar? Nasıl olsa omuzlarını silkip size çocuk gözüyle bakacaklardır. Ama geldiği gezegenin Asteroid B-612 olduğunu söylerseniz hemen inanırlar. Böyledir onlar. Çok şey beklememelisiniz. Çocuklar büyükleri hoş görmeye alışmalıdır.

Oysa bizim gibi hayatı yakından bilen kişiler için sayılar nedir ki. Bu öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim. Yani şöyle:

“Evvel zaman içinde bir Küçük Prens varmış. Kendinden bir parmak büyük bir gezegende oturur, hep bir arkadaş ararmış...” Hayatı yakından tanıyanlar için böyle bir başlangıcın daha gerçekçi bir havası olurdu.

Çünkü kimse kitabımı baştan savma okusun istemem. Bu anıları kâğıda geçirene kadar az mı çektim. Arkadaşım koyununu alıp gideli altı yıl oluyor. Onu anlatmaya çalışmam unutmak istemeyişimdendir. İnsanın arkadaşını unutması ne acı. Kaldı ki arkadaşı olan kaç kişi var içimizde? Bir gün onu unutursam gözleri sayılardan başka şey görmeyen büyüklere dönerim.

(…)


Sonunda Küçük Prens’in gezegeninde de öteki gezegenlerde olduğu gibi iyi bitkilerin yanı sıra kötülerin bulunduğunu öğrendim. İyilerin iyi tohumları, kötülerin kötü tohumları vardı. Ama tohumları kolayca göremezsiniz. İçlerinden biri uyanma hevesine kapılana kadar toprağın derinliklerinde öylece uyurlar. Günü gelince küçük tohum gerinir ve güneşe doğru ürkek, sevimli bir filiz sürer. Bir gül fidanının ya da bir turpun filizi söz konusuysa istediği gibi gelişip serpilmesine karışmasak da olur. Ama kötü bir bitkiyse görür görmez kökünden söküp atmalıyız onu.

Küçük Prens’in yurdu olan gezegende korkunç tohumlar da varmış: Baobab tohumları. Bu tohumlar gezegenin yüzeyine dal budak salmış. Boabab öyle bir bitkidir ki erken davranmazsanız bir daha kolay kolay baş edemezsiniz. Gezegeni baştan başa sarar. Kökleriyle toprağını delik deşik eder. Hele bir de gezegen küçük, baobablar başa çıkılır gibi değilse parçalayıverirler gezegeni.

Küçük Prens, “Bu bir düzen meselesidir,” demişti sonradan. “Sabahları kendinize çekidüzen verdikten sonra gezegeninize de aynı şekilde bir çekidüzen vermeniz gerekir.

(…)

İnsan zekâ oyununa kalkınca biraz yalan söylüyor. Ben de fener bekçilerinden söz ederken tam tamına doğrucu davranmadım, gezegenimizi bilmeyenlerde yanlış izlenimler uyandırabilecek bir yola saptım. İnsanların, Dünya’nın yüzeyinde kapladıkları yer çok küçüktür. Dünya’da yaşayan iki milyar insan, mitinglerdeki gibi sıkışık bir şekilde yanyana dursalar, yirmi mil uzunluğunda ve yirmi mil genişliğindeki bir alana kolaylıkla sığarlardı. Yani Dünya’nın bütün insanları en küçük Pasifik adasına yerleştirilebilir.

Bunu büyüklere söyleseniz size inanmayacaklardır. Kendilerinin büyük yer kapladıkları kanısındadırlar çünkü. Kendilerini baobablar kadar önemli görürler. İyisi mi söyleyin hesabını yapsınlar. Sayılara bayılırlar; hesap işlemleri hoşlarına gider. Ama siz vaktinizi bu gereksizliklerle neden öldüreceksiniz? Bilirim, bana güvenirsiniz.

Küçük Prens, Dünya’ya indiğinde hiç kimseye rastlamayınca şaşırmıştı. Tam yanlış gezegene geldiğine inanacaktı ki sarı bir halkanın kumda kımıldadığını gördü.

“İyi geceler,” dedi Küçük Prens saygıyla.

“İyi geceler,” dedi yılan.

 “Hangi gezegende bulunuyorum acaba?”

“Dünya’da, Afrika’da.”

“Demek Dünya’da hiç insan yok?”

 “Burası çöldür. Çöllerde kimsecikler olmaz. Dünya büyüktür,” dedi yılan.

Küçük Prens bir taşın üstüne oturarak gözlerini göğe dikti.

“Acaba,” dedi, “bir gün hepimiz kendi yıldızımızı yeniden bulalım diye mi yıldızlar böyle parlıyor? Gezegenimi görüyor musun? Tam tepemizde ama nasıl da uzaklarda!”

“Güzelmiş,” dedi yılan. “Ne yapmaya geldin buraya?”

“Bir çiçekle başım dertte de.”

 “Ya!” dedi yılan.

Bir sessizlik oldu.

Küçük Prens yine konuşmaya başladı:

 “İnsanlar nerede? Çölde biraz yalnızlık duyuyor kişi...”

 “İnsanların arasında da yalnızlık duyulur,” dedi yılan.

Küçük Prens uzun süre yılanı inceledi.

“Sen de garip bir hayvansın,” dedi. “Parmak kadar kalınlığın var.”

 “Ama bir kral parmağından daha güçlüyümdür.”

 Küçük Prens gülümsedi:

“Çok güçlü olamazsın. Hem ayakların da yok. Yolculuk bile edemezsin.”

“Seni gemilerin gidemeyeceği kadar uzağa götürebilirim.”

 Küçük Prens’in ayak bileğine altın bir bilezik gibi dolandı.

“Dokunduğum her yaratığı geldiği yere, toprağa yollarım. Ama sen tertemizsin ve bir yıldızdan geliyorsun...”

Küçük Prens susuyordu:

 “Şu kaskatı dünyada böylesine güçsüz oluşun acıma duygusu uyandırıyor içimde. Sana yardım edebilirim. Günün birinde gezegeninin özlemine dayanamazsan benim...”

“Seni çok iyi anlıyorum,” dedi Küçük Prens, “yalnız niye öyle bilmece gibi konuşuyorsun?” “Benim için çözülmeyecek bilmece yoktur,” dedi yılan.

Ve sustular.


ARŞİV