Sait Faik Abasıyanık: İpekli Mendil

Edebiyat Hayatımızdan Hatırlamalar yazı dizimizde bu hafta Sait Faik Abasıyanık'ın yazdığı ilk öykü olan "İpekli Mendil" yayınlıyoruz.

26 Ekim 2018 - 09:30

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

Sait Faik ABASIYANIK (Kasım 1906 – 11 Mayıs 1954)

Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından sayılan Abasıyanık, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası sayılır. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille insan gerçeğini anlatan Sait Faik öykü yazmaya lise yıllarında başladı.

Balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlatarak insanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok “insanı ele alan sanatçılar” sınıfında yer alan Sait Faik “sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”, “çakırkeyf sirozlu”, “küfürbaz şair”, “müflis tacir”, “züğürt yazar”, “hamdolsun diyemeyen rantiye”, “anadan doğma çevreci” gibi sıfatlarla anıldı.

Sait Faik Abasıyanık, ilk öyküsü olan İpekli Mendil’i Bursa Erkek Lisesi’nde edebiyat dersi ödevi olarak yazdı. İpekli Mendil adlı öyküsü 15 Nisan 1934 tarihli Varlık Dergisi’nin 19. sayısında çıktı. Abasıyanık’ın yeni baskısı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yapılan “Semaver” kitabından “İpekli Mendil” öyküsünü yayınlıyoruz.

İPEKLİ MENDİL

İpek fabrikasının geniş cephesi ayla ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi, acele acele geçtiler. Ben isteksiz, nereye gideceği meçhul adımlarla yürürken, kapıcı arkamdan seslendi:

-Nereye?

-Şöyle bir gezineyim, dedim.

-Cambaza gitmiyor musun?

-Cevap vermediğimi görünce, ilave etti:

-Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi gelmemiş.

-Hiç niyetim yok, dedim.

Yalvardı, yakardı, beni fabrikayı beklemeye razı etti. Biraz oturdum, bir sigara içtim, bir türkü söyledim, sonra canım sıkıldı. “Ne etsem” dedim, kalktım, kapıcı odasındaki civili bastonu aldım, fabrikayı dolaşmaya çıktım.

Kızların çalıştığı kozahaneyi geçer geçmez bir pıtırtı işittim. Cebimdeki elektrik fenerini yaktım. Etrafı taradım. Fenerin uzanan gür ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak gözüktü. Arkasından seğirttim, kaçanı yakaladım.

Kapıcı odasına hırsızla beraber girdik. Kapıcının sarı ışıklı fenerini yaktım. Ay, bu ne küçük hırsızdı böyle! Ellerimin içinde kırarcasına tuttuğum eli ufacık. Gözleri pırıl pırıl. Neden sonra gülmek için, hem de katıla katıla gülmek için, ellerini bıraktım.

Bu sefer küçücük bir çakı ile üzerime hücum etti ve çapkın, beni küçük parmağımdan yaraladı. Sımsıkı yakaladım keratayı. Ceplerini aradım. Bir parça kaçak tütün ve yine aynı sıfatlı iki sigara kağıdı, temizce bir mendil buldum. Kanayan parmağıma onun kaçak tütününden bastım; mendili yırttım ve elimi ona bağlattım. Kalan tütünle de iki kalın sigara sardık, ahbapça konuştuk.

On beş yaşında vardı. Hani böyle şey adeti değildi ama, gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya aşıklısı, sevdalısı, komşu kızı işte! Para da yok ki gidip çarşıdan alsın. Düşünmüş, aşınmış aklına bu çare gelmiş. Ben:

-Peki –dedim-, imalathane bu tarafta, sen aksi tarafta ne arıyordun?

Güldü. İmalathanenin nerede olduğunu o ne bilecekti. Birer de benim köylü sigarasından yaktık, iyice ahbap olmuştuk. Halis Bursalıydı. Doğma büyüme İstanbul’a değil, Mudanya’ya koca ömründe-bunu söylerken yüzünü görseydiniz-bir defacık inmişti.

Emir Sultan’da ay ışığında, kızak kaydığımız zamanlar, benim de aynı bu tonda, bu kıvamda arkadaşlarım olmuştu. Eminim ki bunun da onlar gibi, uzaktan sesini duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi karardı. Biliyorum ki mevsim mevsim meyvelerin kabuğunun rengini alıyor. Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir ceviz esmerliğinde esmerdi. Yine de bir taze ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri vardı. Ben bilirim, yazın başlangıcından ta ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının yalnız elleri erik ve şeftali, yalnız çizgili mintanlarının kopmuş düğmelerinden gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar. O sırada kapıcının saati onikiyi çaldı. Nerde ise cambaz bitecekti.

-Kaçayım, dedi.

Onu ipekli mendili vermeden gönderdiğime müessir düşünürken, dışarıda bir gürültü ile silkindim. Kapıcı söylene söylene odadan içeri giriyordu. Arkasında da hırsız…

Bu sefer ben kulaklarını çektim. Kapıcı çıplak tabanlarını ince söğüt dalıyla epey haşladı. Bereket patron orada yoktu. Yoksa vallah onu polise verirdi. “Bu yaşta bir çocuk hırsız! E fendi, hapisanede yatsın da akıllansın” diyerek.

Çok korkuttuk ağlamadı. Gözleri ağlamaya hazır çocukların gözlerine döndü ama, dudaklarında azıcık bir titreme gözükmedi ve kaşları sabit, kararlı hallerini hiç bozmadılar. Yalnız biraz rüzgârlıydılar. Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı. Ay ışığını ve mısır tarlasını, keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti.

Ben o zaman malların istif edildiği imalathanenin üstündeki bölmede yatardım. Odam ne güzeldi. Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu. Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı. Ay ışığı dut yapraklarından süzülür, odaya pare pare dökülürdü. Aşağı yukarı, yaz kış pencereyi açık bırakırdım. Ne serin, ne tuhaf rüzgârlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için, rüzgârları kokularından lodos, poyraz, karayel, gün batısı diye ayırt eder, tanırdım. Ne rüzgârlar battaniyemin üzerinden acaip birer rüya gibi gelip geçtiler.

Uykum çok hafiftir. Sabaha yakındı. Dışarıdan bir gürültü geliyordu. Adeta dut ağacında birisi vardı. Korkmuşum ki, kalkamadım, bağıramadım. Tam bu sırada pencerede bir hayal belirdi. Oydu yavaşça pencereden sıyrıldı. Benim önümden geçerken, gözlerimi kapadım, dolapları karıştırdı. İstifleri uzun bir müddet alan taran etti. Sesimi çıkarmadım. Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi, sesimi çıkarmayacaktım. Yarın patron:

-Üstüne ölü toprağı mı serpilmişti, diye bir tekme, beni kovacağını bildiğim halde gık demedim.

Hâlbuki o yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğim zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi. Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipek mendil su gibi fışkırdı.

 


ARŞİV