Salinger: Çavdar Tarlasında Çocuklar

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta J.D. Salinger ile devam ediyor.

16 Aralık 2022 - 09:49

JEROME DAVID SALINGER (1 OCAK 1919-  27 OCAK 2010)

Jerome David Salinger 1 Ocak 1919 yılında New York’ta dünyaya geldi. 1934-36 arası Valley Forge Askeri Akademisi'ne, 1937-38 arası Ursinus College ve New York Üniversitesi'ne gitti. Bir dönem okudu ve devam etmeyerek okulu bıraktı. 1939 yılında Columbia Üniversitesi'nde yazarlık okumaya başladı. Burada öğretmeni olan Burnett bir dergide editörlük yapmaktaydı. Öğrencisindeki yeteneği keşfetti ve Salinger’in bir hikâyesini dergide yayınladı.

Platonik aşkı olan Oona O’neill ile mektuplaşamaya başladı. Platonik aşkının Charlie Chaplin ile evlenmesi ile bu duruma son verdi. 

Jerome David Salinger ABD’nin II. Dünya savaşına girmesinden sonra orduya katıldı ve havacılık eğitmeni olarak görev yaptı. Savaşın çirkin yüzünü gören yazar savaş sonrası ruhsal bir çöküntü içine girdi. Bir süre hastanede tedavi gördü.

1951 yılında başyapıtı olan Çavdar Tarlasında Çocuklar isimli kitabı yayınlandı. Eleştirmenlerin en başta beğenmediği kitap okuyucuların büyük beğenisini kazandı.

Kitabın baş kahramanı Holden Caulfield’in ağzından yazılmış olan kitap, argo dil kullanıldığı gerekçesiyle bazı ülkelerde yasaklandı. 

Bu kitabından sonra Dokuz Öykü gibi önemli eserlerinin yayınlamasından sonra tanınırlığı hızla arttı. Salinger bir süre sonra ilgiden kaçmak için New Hampshire’ye taşındı. 27 Ocak 2010 yılında yaşama veda eden yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabından bazı bölümler paylaşıyoruz.

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR

Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner. Böyle konularda ikisi de çok alıngandır, özellikle de babam. Bizimkiler iyiliğine iyidirler -ben onu demiyorum- ama felaket alıngandırlar yani. Ayrıca, size o lanet özgeçmişimi olduğu gibi anlatacak filan da değilim. Ben size yalnızca, iyice yamulup buraya getirilmeden önce, geçen Noel’de başıma gelen manyaklıkları anlatacağım. Yani, D.B.'ye anlattığım şeyleri. D.B. ağabeyim olur. Kendisi Hollywood'da. Hollywood denen yer şimdi kaldığım bu çöplüğe pek uzak değil. D.B. her hafta sonu beni görmeye geliyor. Önümüzdeki ay taburcu olabilirsem, beni eve arabasıyla o götürecek. 

(…)

Anlatmaya, Pencey Hazırlık’tan ayrıldığım günden başlamak istiyorum. Pencey Hazırlık, hani şu Agerstown, Pennsylvania’daki okul. Adını belki siz de duymuşsunuzdur. Hatta, ilanlarını bile görmüş olabilirsiniz. Yaklaşık bin küsur değişik dergide, atını çitten aşıran kasıntı bir herifin resmini gösteren reklamı çıkıyor sürekli. Sanki Pencey’de işiniz gücünüz durmadan polo oynamakmış gibi! Ben okulun yakınında bile at filan görmedim. O atlı herifin resminin altında da şu yazılıdır hep: “1888'den beri nice çocuğu fevkalade aydın adamlar haline getirdik.”  Peh, külahıma anlatın siz onu. Öteki okullarda milleti ne haline getiriyorlarsa,  Pencey'de de bundan fazla bir halt edildiği yok. Ben Pencey'de öyle fevkalade aydın birilerine filan da hiç rastlamadım. Belki bir iki kişi. Eh, ancak o kadar. Ama herhalde onlar da Pencey'ye geldiklerinde zaten öyleydiler.

Her neyse, o gün Saxon Hill ile futbol karşılaşmasının yapılacağı Cumartesiydi. Bu Saxon Hill maçı Pencey’de acayip önemseniyordu. Yılın son maçıydı ve eğer Pencey kazanamayacak olursa, canımıza kıymamız filan gerekiyordu. Hatırlıyorum, o gün öğleden sonra saat üç sularında o lanet Thomsen Tepesi'nin ta doruğuna çıkmış, İç Savaş'tan kalma o manyak topun yanı başında duruyordum. Oradan futbol alanını ve iki takımın birbirlerine yüklenmelerini olduğu gibi görebiliyordunuz.

(…)

Aşağıda maç seyredecek yerde, gelip Thomsen Tepesi’nde dikilip durmamın nedenine gelince; eskrim takımıyla birlikte New York'tan daha yeni dönmüştüm ve eskrim takımının lanet menajeri bendim. Büyük iş yani. O sabah McBurney Okulu ile eskrim karşılaşması yapmak üzere New York'a gitmiştik. Yalnız, karşılaşamadık. Kılıçlarla birlikte tüm takım taklavatı lanet metroda unutmuştum. Ama bu yalnızca benim hatam değildi. Durmadan kalkıp o kahrolası haritaya bakmak zorundaydım, nerede ineceğimizi anlamak için. Sonuçta, Pencey'ye akşam yemeği saatinde dönecekken, iki otuzda dönmüş olduk. Dönerken takımdakiler trende beni aforoz ettiler. Çok gülünç bir durumdu, bir bakıma.

Maçta olmamamın bir başka nedeni de; bizim tarih öğretmeni Spencer’a veda etmeye gidiyor olmamdı. Grip filan olmuş, onu Noel tatili başlayana dek bir daha göremeyeceğimi düşündüm. Bir not yazıp bana göndermiş,  eve gitmeden önce beni görmek istediğini bildirmişti. Benim artık Pencey’e dönmeyeceğimden haberi vardı.

Sahi, size söylemeyi unuttum; okuldan atılmıştım. Dört dersten çaktığım ve kendimi derslere filan vermediğim için, Noel tatilinden sonra artık okula dönemeyecektim. Çalışayım diye beni sık sık uyarmışlardı – özellikle de, ara sınav sırasında, annemle babam bizim Thurmer’la görüşmeye geldiklerinde- ama ben yine de boşverdim. Pencey'de sık sık böyle adam atarlar. Pencey'nin akademik düzeyi bayağı yüksektir. Gerçekten de yüksektir yani.

Her neyse işte, Aralık ayı filandı, o rezil tepede hava, cadı karı memesi gibi soğuktu.  Üstümde çift taraflı giyilebilen paltom vardı, eldiven filan da yoktu tabii. Bir hafta önce birileri odamdan devetüyü paltomu, cebindeki içi kürklü eldivenlerimle birlikte yürütmüştü. Pencey'de ortalık hırsızdan geçilmezdi. Milletin çoğu acayip zengin ailelerden geliyordu, ama okul yine de böyle arakçılarla doluydu. Bir okul ne kadar pahalıysa, orada o kadar da çok hırsız olur - şaka etmiyorum-. Her neyse, o manyak topun yanında kıçım dona dona dikiliyor ve maça bakıyordum. Yalnız, maçı pek izlemiyordum. Orada öyle takılmamın nedeni; kendimce bir çeşit veda duygusu yaşamaya çalışmamdı. Birçok okuldan, birçok yerden ayrıldım, ayrıldığımı anlayamadım. Bundan nefret ediyorum. Ayrılışlarım acıklı, hatta kötü olabilir, ama bir yerden artık ayrılıyorsam bunu anlamak istiyorum. Bunu anlamadığınız zaman kendinizi daha kötü hissediyorsunuz.

(Syf 7-10)

Hayatta karşılaşabileceğiniz en felaket yalancı benimdir herhalde. Rezalet bir şey. Yani, bir dergi almak için gazeteciye gidiyorken bile, biri bana rastlayıp nereye gittiğimi sorsa, gözümü kırpmadan operaya gittiğimi söylerim. Felaket bir şey. Bizim Spencer'a spor salonundan öteberimi almaya gideceğimi söylerken de palavra atıyordum. Ben o spor salonunda günahımı bile bırakmazdım.

Pencey'de, yeni yatakhaneler bölümündeki Ossenburger Bağışı adı verilen kanatta  kalıyordum. Bu kanatta üçler ve dörtler kalırdı. Ben üçteydim. Oda arkadaşım dördüncü sınıftaydı. Buraya, Pencey'de okumuş, Ossenburger denen bir herifin adı verilmişti. Adam, Pencey'yi bitirdikten sonra giriştiği ölü kaldırma işinden yığınla para kapmıştı. Her yere bir sürü cenaze dükkanı açmış; ailenizden biri öldüğünde, beş kağıt verdiniz mi, onu gömdürebiliyormuşsunuz. Ama, bizim Ossenburger'ı bir görmeliydiniz. Milleti gömüyorum diye, herhalde çuvala tıkıp denize filan atıyordur. Neyse işte, Ossenburger Pencey'ye bir yığın para saymış, onlar da bu kanada onun adını vermişler.

(Syf 21)

Vay canına, öldüğünüzde işiniz gerçekten bitik yani! Ah nerede o günler gerçekten öldüğüm zaman, şöyle aklı başında biri çıkıp beni denize filan atıverse, ne iyi olurdu. Ne yaparlarsa  yapsınlar da, beni lanet bir mezara tıkmasınlar. Pazar günleri millet gelip, karnınızın üstüne bir sürü çiçek filan koyacak, daha bir sürü zırvalık. Öldükten sonra çiçeği kim ne yapsın? Yani…

Havanın güzel olduğu zamanlar annem babam Allie'nin mezarını ziyaret edip bir sürü çiçek filan bırakırlar. Bir iki kez ben de gittim onlarla, ama kestim sonra gitmeyi. Her şeyden önce, onu o çılgın mezarlıkta görmekten hiç hoşlanmıyorum. Ölmüş heriflerle, mezar taşlarıyla filan çevrili bir halde. Hava güneşliyse durum fena sayılmazdı, ama iki kez- tam iki kez biz mezarlıktayken yağmur başladı. Korkunçtu. Yağmur yağıyordu çocuğun başındaki mezar taşına, karnının üstündeki çimlere. Her yer sırılsıklam olmuştu. Mezarlığı ziyarete gelen herkes deli gibi arabalarına koşmaya başladı. İşte bunu görünce deliriyordum neredeyse. Bütün ziyaretçiler arabalarına atlayıp, radyolarını açabilirler, yemeğe bir yerlere gidebilirlerdi; Allie dışındaki herkes. Buna dayanamamıştım. Yalnızca bedeni filan mezarlıktaydı, ruhu cennete gitmişti, biliyordum bütün bu zırvaları, ama yine de dayanamıyordum. Keşke orada olmasaydı diyordum. Onu hiç tanımadınız. Onu tanısaydınız, ne demek istediğimi anlardınız.

(Syf 147)

Phoebe'nin neden söz ettiğimi anlayıp anlamadığından pek emin değilim. Daha küçük bir çocuk yani. Ama en azından, beni dinliyordu. Biri sizi en azından dinliyorsa, durum o kadar da kötü sayılmaz.

“Babam seni öldürecek. Seni öldürecek,” dedi

Onu dinlemiyordum. Başka bir şey düşünüyordum; çılgın bir şey. “Ne olmak isterdim biliyor musun? Yani o lanet seçimi yapmak elimde olsaydı?”

“Ne? Ağzını bozma.”

“O şarkıyı biliyor musun, hani, “Yakalarsa birini biri, çavdarlar arasında” diye? Ben işte…

“O öyle değil, “Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında,” olacak! Şiir bu, Robert Burns’ün.”

“Robert Burs’ün şiiri olduğunu bende biliyorum.”

Doğru söylüyordu. Doğrusu, “Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında,” olacaktı. Demek ki bilmiyormuşum.

“Ben, ‘Yakalarsa biri birini’ sanıyordum” dedim. “Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta – yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Biliyorum bu çılgın bir şey.”

 


ARŞİV