SAMİM KOCAGÖZ (13 ŞUBAT 1916 - 5 EYLÜL 1993)
Aydın, Söke’de dünyaya geldi. Söke ilkokulundan sonra orta öğrenimini İzmir'de tamamladı. 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.
1942-1945 yılları arasında İsviçre'de Lozan Üniversitesi’nde sanat tarihi okudu. İlk öykülerini 1939-1940 yılları arasında yayımladı. Öykülerindeki konuları yaşadığı çevrenin yaşamından çıkardı. Yeni İstanbul-New York Herald Tribune gazetelerinin ortaklaşa düzenledikleri Dünya Hikâye Yarışması'nda “Sam Amca” öyküsüyle birincilik kazandı (1950). Eserlerinden kimileri Almanca, Bulgarca ve Rusça'ya çevrildi. Yağmurdaki Kız adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü aldı (1968). Alandaki Delikanlı'yla da 1979 Lions Hikâye Ödülü'nü kazandı.
1948 yılından sonra da romana geçiş yaptı. Eserleri; Almanya, Fransa, Amerika, Çekoslovakya, Danimarka, İrlanda, Güney Afrika Cumhuriyeti, Hindistan, İsviçre, Portekiz, İsrail, Finlandiya ve Yunanistan gibi ülkelerde yayımlandı. 5 Eylül 1993’te İzmir'de hayatını kaybetti. Yazarın Dünya Yayınları tarafından okurla buluşturulan Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman isimli kitapta yer alan Sam Amca öyküsünü paylaşıyoruz.
SAM AMCA
Ali Mehmet, yüksek bir kesiğin üzerine oturmuştu. Gözleri, tarlaların içinde karıncalar gibi çalışan traktörlerdeydi. Elleri, yer yer ağaran kırçıl sakalında dolaşıyor, kâh yan tarafına dönüp tükürüyor, kâh ayağındaki çarıkların burnu ile yeri eşiyor, sık sık derin derin içini çekiyordu. Karşısında manzaraya baktıkça yüreği kabarıyor, kabardıkça da tekrar yüreği kabarıyor, kabardıkça da yan tarafına doğru okkalı bir tükürük atıyordu.
Aklından, “Gidip şu oğlanı bir göreyim…” diye geçirdi. Fakat vazgeçti. Zaten kaç gündür, her sabah erkenden kalkıp, köyden buraya kadar geliyor, saatlerce kesiğin üzerinde oturuyor, aklından birkaç defa, “Şu oğlanı gidip bir göreyim…” diye geçiriyor, sonra bu düşüncesinden vazgeçiyordu. Bunun birçok sebepleri vardı: Lakin Ali Mehmet, bu sebeplerin en mühimini, kendi kendine itiraf etmekten bile çekiniyordu. Kısaca, on altı yaşındaki oğlunun, üzerine çıkıp, bir at gibi oynattığı, toz topraktan rengi kararmış ihtiyar bir domuzu andıran John Deere efendiyi sevmiyordu. Onun gürültüsü, homurtusu, yürüyüşü, hatta arkasındaki dört kulaklı pulluğu ile toprağı sürüşü, müthiş sinirine dokunuyordu.
“Namussuz” diyordu, “on çift öküzün on günde yapacağı işi, gürültüye, patırtıya getirip bir günde yapıyor… Milletin ekmeğini elinden aldı…”
Ali Mehmet, oturduğu yerde, kaba etlerinde, toprağın kıvamını hissediyordu.
Toprak tavındaydı.
(…)
Büyük Menderes’in etrafında, sağlı sollu, ta Ege denizine kadar uzanan pamuk tarlalarında hummalı bir faaliyet vardı. Toprağın doğuracağı pamuk fidanlarını sulamak için, tarlalar, kanallarla nehre bağlanmış, gene tarlaların içindeki cetveller hazırlanmıştı. Kanallar boyunca ve cetvellerin arasında şimdi, uzaktan bakınca, kaplumbağalar gibi, fakat telaşla dolaşan, John Deere’ler, Maey- Harris’ler, Oliver’ler, Caterpillar’lar, Alli- Chalmers’ler, İnternational’lar ve daha çeşit çeşit birçok, Sam Amca’nın hediyeleri traktörler görünüyordu.
Ali Mehmet, şimdi avuçlarını toprağını içine daldırmış, onun serinliğini parmakları ile bir nebat kökü gibi ta iliklerinde hissediyor, asabını bu serinlikle yatıştırmaya çalışıyordu. İçinde mütemadiyen biçimsiz biçimsiz laf eden şeytanı kovmaya uğraşıyordu. Arkasından bir ses:
Merhaba!
diye, onu yerinden sıçrattı. Kendini toparlayıp, yanı başına çöken Savran’a,
Merhaba…
cevabını verdi. Bir müddet konuşmadılar. Savran, kasketini çıkarıp dizine koydu; kabak kafasını kaşımaya başladı. Bulanık gözlerini tarlalarda dolaştırdı. Tabakasını çıkarıp bir sigara sardı. Sonra tabakayı Ali Mehmet’e uzattı. Ali Mehmet’in kaç gündür tütünsüzlükten imanı gevremişti. Elleri titreyerek acele acele bir sigara sararken sordu:
Hâlâ tütüne paran var mı?
(...)
Savran, birdenbire ayağa kalktı.
Haydi kalk, gemi başına kahveye gidelim. Birkaç kuruşum var şimdilik… Sana bir kahve ısmarlarım, dedi.
Ali Mehmet, sesini çıkarmadan kalktı, yürüdü.
*
Kahve, kalabalıktı. Bütün civar çiftliklerden kovulan ortakçılar, küme küme toplanmış, kimi kağıt oynuyor, kimisi tembel tembel, Menderes’in bulanık sularını, nehrin üzerinde çelik bir palamara bağlı gidip gelen gemiyi seyrediyordu. Çitten örülmüş ön tarafı dört direğin üzerinde sazlarla örtülü bu kahve, gölgesinde oturan insanların asık suratları ve sessizliği ile âdeta yere dökülmüş, üzeri, çalı çırpı ile örtülmüş bir yığın barutu andırıyordu. Sanki bu adamlardan biri, elindeki sigarayı ortalık yere atıverse, patlayacaktı.
Ali Mehmet, büyük bir gürültü ile höpürdeterek kahvesinden bir yudum aldı. Sonra midesi bulanmış gibi, ağır ağır etrafına bakındı:
Geçen yıllarda, böyle iş zamanı burada kimsecikleri bulamazdın
(…)
Savran Memiş, tam kalkıp köye namaza gideceği zaman ortalığı toza dumana katarak, bir Jeep geldi; kahvenin önünde durdu. Jeep’in arkasında lastik tekerlekli kocaman bir araba vardı. Otomobildeki delikanlıyı Ali Mehmet, derhal tanıdı. Bu delikanlının babasıyla yıllarca ortaklık etmişti. Ağanın ölümünden sonra da bu çocukla üç yıl ortaklığı vardı. Delikanlı, Jeep’ten inmeden, kahveye doğru bağırdı:
Bizim tarlalardaki çayırları toplamak için adam arıyorum. İş, üç dört gün sürecek. Yemek içmek benden. Gündelik, iki buçuk lira…
Kahvedeki köylüler, birbirlerinin yüzüne baktılar. İçlerinden biri:
Peki bey, geliyoruz
dedi, ve yürüyüp arabaya atladı. Ötekiler de onu takip ettiler. Delikanlı, Savran’la oturup kalan Ali Mehmet’i gördü:
Sen gelmiyor musun Ali Mehmet?
Ali Mehmet, sert bir sesle:
Gelmiyorum!
dedi.
Gündelik az mı geldi?
Bana vereceğin sadaka cebinde dursun.
Delikanlı güldü:
Yapma be dayı, gel işte. Bunca yıllık hukukumuz var. Seni gözetirim…
Köylülerden biri:
Haydi be yahu, beyin işini bitiriverelim!...
diye seslendi. Ali Mehmet, hırsla yerinden fırladı:
Defolun be başımdan! diye bağırdı; ben amele değilim; çiftçiyim… çiftçi!...
Bu sözler, bir taş parçası gibi karşısındakilerin yüzüne çarptı. Hiçbiri ses çıkaramadı. Delikanlı yumuşak bir sesle:
Peki, kızma be Ali Mehmet…
diyerek gaza bastı. Çekip gittiler.
(…)
Bu ana kadar, tezgahın yanında gazete okuyan, sağ eli bir sargı ile boynuna asılı, tıknaz, kapkara saçlı, gözleri fıldır fıldır dönen bir adam yerinden kalktı; geldi ayağı ile aralıksız bir sandalyeyi, Ali Mehmet’in yanına doğru itti ve oturdu.
(…)
Savran, tepeden tırnağa kadar herifi süzdü:
Sen makinistsin galiba?...
Halimizden belli. İki parmağımı, bir biçimsiz yere kıstırdım. Bir şey değil… geçti. Yarın sabah iş başı yapacağım.
Ali Mehmet, adamın makinist olduğunu duyunca, hemen arkasını dönüp oturdu. Makinist ona, gözünün ucuyla baktı. Hiç o değilmiş gibi sözüne devam etti:
Biraz evvel, dayının hali bana dokundu. Halden anlarım… Şaka mı, mektep medrese gördük… Sanat mektebi mezunuyum ben… Mektepten tornacı çıktık ama, işi makinistliğe döktüm. Hepsi bir kapıya çıkar bu işlerin ya… Ali Mehmet döndü; “Ne demek istiyorsun?” der gibi, makinistin yüzüne baktı. Makinist onun gözlerinin içine gözlerini dikerek:
Bu dert bütün köylünün derdi. Ortakçılık paydos!... dedi. Savran, küçük gözlerini büsbütün küçülterek:
Ağzımızı mı arıyorsun?... diye sordu.
Makinist istemeye istemeye güldü:
Amma da yaptın yahu! Ağzınızı aramaya ne lüzum var? Yüreğinizden geçeni suratınızdan okuyorum…
Ali Mehmet, homurdandı:
Zevklen bakalım bizimle. Sen de ağaların adamı değil misin?
Makinist, bu laflardan hiç alınmadı.
Ben, zanaatkâr bir adamım. Kimseye minnet etmem. Kimsenin de tarafından çıkmam. Siz bunca yıldır, yalancı emzikle oyalanan çocuklar gibi, ağaların topraklarını kendinizin sayıp oyalanıyordunuz. Hükümet, bir kanun çıkardı. “Sizlere toprak vereceğim” diye, hala vermedi. Öte yandan, ağalara da “toprağınızı kendiniz makinelerle işleyeceksiniz, işlemeyenlerin toprağını elinden alacağım” dedi. Siz köylülere karşı sözünü tutmadı ama ağalara karşı tuttu. Onlara Amerika’dan makineler getirdi. Makinelerin paralarını takside bağladı. Şimdi onlar, makinelerle iş yapıyorlar. Zengin oluyorlar. Buna bizim hükümet, “istihsali artırmak” diyor. Eh… Amerika da bizi “kalkındırmak”, bize “yardım etmek” diyor… Kısaca, hükümet, gemisini; Amerika ticaretini; ağalar da ister istemez, çiftliklerini yürütüyor…
(…)
Bu konuşma, Ali Mehmet’i büsbütün dertli etti. Yüreğinin ortalık yerine taş gibi ağır bir şey oturdu. Gözlerini uzaklara, ta Samsun dağlarının tepelerine dikti. Bu dağların ardına inmeye hazırlanan güneş, uçuşan artla kuşlarının kanatlarını, allı pembeli renklere boyuyordu. Makinist, tulumunun cebinden çıkardığı eski bir gazeteye daldı. Savran, Ali Mehmet’i düşüncelerin elinden kurtarmak için, sordu.
Akşam oluyor, köye varmayacak mısın?
Ali Mehmet, omuzlarını silkti. İçinden “şu oğlanı gidip bir görsem…” diye geçiriyordu.
Senin oğlan, iki ayar yemeklik buğday parası biriktirmiştir… diye Şeytan kulağına üfledi. Ali Mehmet, bir küfür mırıldanarak Şeytan’ı kovdu. Çocuğun elinden parasını, Recep gibi döve döve alacak değildi. Ali Mehmet, o kadar vicdansız değildi. Hem oğlu alnının teriyle kazanıyordu bu parayı… Anasına, babasına isterse bakardı.
Ali Mehmet, bu düşüncelere daldığı sırada birdenbire oğlunu karşısında gördü: Tozlu yolun üzerinde homurdanan bir Oliver, dört delikanlı ile bir makinisti salkım saçak sırtına almış getiriyordu.
(…)
Ali Mehmet’in oğlu, babasının yanına gelmişti. Ali Mehmet, heyecanlandı. Sonra titreyen eliyle, oğlunun arkasını okşadı:
Nahalsın oğul?!
Eyiyim buba.
Irahatın eyi mi?
Eyi. Anam nidiyo…
Nitsin, evde oturuyo…
Ali Mehmet, kahveciyi çağırdı:
Bir kayva iç.
Savran, daha evvel içtikleri kahvelerin parasını verip gitmişti. Ali Mehmet’in oğlu, içtiği kahvenin parasını kendi verdi. Kahvede her kafadan bir ses çıkıyor, akşama kadar yapılan işlerden bahsediliyordu. Hava iyice kararmaya başlayınca, makinist kalktı:
Haydin bakalım çocuklar, dedi, iş başına… Patron bizim buraya Oliver’le geldiğimizi duymasın… “Traktörleri taksi yaptınız” diye kızıyor…
Ali Mehmet ile ahbaplık eden makinist de ötekilerle beraber yürüdü. Hepsi Oliver’in üzerine salkım saçak tekrar çıktılar. Ali Mehmet’in oğlu, babasına sokuldu. Cebinden bir takım kağıt parçaları çıkardı:
Ben, bunları düşüreceğim… Sen saklayıver buba… İstediğin kadarını da anamla harçlanın. Ben, kendime ayırdım. Seni burada görmeseydim, bu gece köye kadar kaçıp gelecektim… dedi. Ali Mehmet, donup kalmıştı. Bir şey düşünemiyordu. Oğlu, çoktan Oliver’in bir tarafına asılmış, makine gürültüyle kalkıp gitmişti. Elindeki paraları, Ali Mehmet, saymadan cebine yerleştirdi. Para sahibi olmanın sevinci bir an, yüreğini kabarttı. Kalktı, köye gitmek için, gemiye binip nehrin öte yakasına geçti. Gemiciye kağıt paraları göstererek:
Şimdi bozuk param yok. Yarın bütün borcumu öderim, dedi. İyice kararan yollarda hızlı hızlı yürümeye başladı. Fakat birdenbire, dizlerinin bağı çözüldü. Bir tarlanın kenarına oturdu. Oğlunu düşünmeye başladı. (…) Yıllardan beri ilk defa gözlerinden bir yaş boşandı. Yaşlar yanaklarından kırçıl sakalına indi. Sonra kendinden utandı. İçindeki Şeytan:
Ülen, böyle karılar gibi ağlayacağına, git kendini Menderes’e at demeye başladı. Ali Mehmet, Şeytan’a cevap verdi:
Tutu ki kendimi Menderes’e attım… Neye yarar? Oğlum toprak sahibi olur mu?
At… at… Sende ümit yok gayri…
Atmam.
At…
Atmam
Ali Mehmet, ovanın sessizliği içinde
Atmam be yahu!... diye, bir kere daha bağırdı. Sonra duaya başladı. “Hey Allah’ım sen, benim aklımı fikrimi muhafaza et. Sen, beni şeytanlardan koru…” Duası bitince, biraz sakinleşti. Ellerini toprağa dayayarak doğruldu. Parmaklarının arasında kalan toprağı sıktı. Toprak tavındaydı:
Büyük Menderes’in etrafında sağlı sollu, ta Ege denizine kadar uzanan pamuk tarlalarında hummalı bir faaliyet vardı. Toprağın doğuracağı pamuk fidanlarını sulamak için tarlalar kanallarla nehre bağlanmış, gene tarlanın içindeki cetveller hazırlanmıştı. Kanallar boyunca ve cetvellerin arasında şimdi; uzaktan bakınca, kaplumbağalar gibi, fakat telaşla dolaşan John Deere’ler, Massey- Harris’ler, Oliver’ler, Allis- Chalmers’ler, Caterpillar’lar, İnternational’lar ve daha çeşit çeşit traktörler görünüyordu. Hepsi bu gece, sanki bütün projektörlerini Ali Mehmet’in üzerine çevirmişler, onunla alay ediyorlardı. Ve şehvete susamış, ikrah bekleyen bütün tarlaları, Ali Mehmet’in elinden almışlardı. Homurdanıyor, sinirli sinirli hırlıyor, Ali Mehmet’i topraklarından kovuyorlardı…
Ali Mehmet, parmaklarının arasında, avcunun içinde sıktığı bereketli toprağı bıraktı. Bu cani makinelerin gürültüsünü duymamak için kulaklarını tıkadı. Koşmaya, Şeytan’dan kurtulmak için kaçmaya başladı. Fakat melum Şeytan’dan kurtulamıyordu:
Dünya yüzünde dikili tek bir ağacın yok. Bir karış toprak sahibi bile değilsin… Neye yaşayacaksın sanki?... At kendini Menderes’e!