SAMİPAŞAZADE SEZAİ (1860- 26 Nisan 1936)
Samipaşazade Sezai, 1860 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Tanzimat devrinin ileri gelen isimlerinden, Osmanlı Devleti’nin ilk Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) Abdurrahman Sami Paşa ile Dilarayiş Hanım’ın oğludur. Babasının Taşkasap'taki konağında özel eğitim gördü. Konaktaki eğitim yıllarında Farsça, Arapça, Fransızca, Almanca; daha sonra Londra'da görev yaptığı dönemde de İngilizce öğrendi. 20 yaşına kadar resmi bir görev almayarak edebiyat konusundaki bilgilerini arttırmayı tercih etti.
“Maarif “başlıklı ilk yazısı 1874 yılında Kamer adlı gazetede yayımlandı. 3 perdelik bir piyes olan “Şir” isimli ilk eseri 1879 yılında yayımlandı. Babasının ölümünden sonra Londra elçiliği ikinci katipliğine atandı. Londra'da kaldığı yıllarda İngiliz ve Fransız edebiyatını yakından izledi.
1885-1901 yılları arasında İstanbul'da yaşadı ve edebi açıdan verimli bir dönem geçirdi. Abdülhak Hamit ve Recaizade Ekrem ile yakın dost oldu. Diğer Tanzimat yazarları gibi çok sayıda eser vermeyen Samipaşazade Sezai bir roman, iki küçük hikâye kitabı, hatıra ve seyahat yazıları yazdı. Tek romanı olan “Sergüzeşt”, bütünüyle esaret konusunu işleyen ilk roman olarak Türk edebiyatında yer aldı; kölelik ve cariyelik sisteminin eleştirildiği roman onun en ünlü eseri oldu. Kitap Besim Ömer Paşa tarafından Fransızca'ya çevrildi.
Samipaşazade Sezai’nin, Mercek Yayınları tarafından yayımlanan ve Cuma Karataş’ın hazırladığı Türk Öykü Antolojisi isimli kitapta yer alan “Kediler” öyküsünü paylaşıyoruz.
KEDİLER
- Hanım! En son cevabını isterim, ya ben ya kediler?
- Kediler!
Bir kocanın masumiyeti, bir kadının sabırsız arzuları, sevginin, mutluluğun camları nurdan, temeli tülden, evlilik sarayının yıkılışı, hep bu birkaç kelimeden ibaret olan konuşmalarda belirtilmiş idi.
Kediler! Öyle mi? Demek ki otuz üç senelik bir tek olmanın yoldaşlığı sonucu, ortak kararların sonucu, evliliğin gizemli sözleri ilk aylarında, sonsuz sevgiye, sevginin geleceğine yeminler eden aşk sözlerinden, kendisinin kedilere, her türlü mana ve meziyetten mahrum bir keyfi isteklere feda edildiğini işitmek insanlığın kıymeti ve onurunu ihlâl ve coşkusundan artık bu hâle bir netice vermek kesin kararını kabullenmişti. Zavallı koca! Eşinin, yönettiği eve getirdiği ve topladığı yirmi otuz kedinin sıkıntı ve baş ağrısına artık katlanamaz olmuştu. Evin içinde ev sahibi olmaktan çok, bir emredercesine yürüyüşü ile kuyruklarını kaldırıp bu mutsuz kocaya bir küçümseyen bakışlarla ve küçümser gibi dolaşan bu kibirli hayvanlar kanepelerini istilâ etmiş, koltuk ve sandalyelerinde uyurlar, üstelik o seninin soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler. Sofalarında, odalarında ortalığı tırmalayan sesleriyle kavga ederlerdi. Günden güne küstah davranışlarını artırarak sürdüren kediler bu adama evinde rahat edecek bir an bırakmamaya başladılar.
Bir sabah gayet erken uyanarak kendi aleminde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği zaman, sokakta birtakım çocukların ağladığını işiterek pencereden dışarı baktı. Kulaklarına yansıyan kedilerin ağız dalaşları ve dolaşmaları olduğunu anlayınca, aldandığından dolayı öfkeyle iskemlesine oturdu. İskemleye oturduğunda yüzünün iki en uç olan tepesiyle, çenesi geriye doğru çekik, büyük ve biraz fırlak gözleriyle bir ayrıcalık hâli andıran yüzünü iki tarafa döndürerek hayretle etrafına bakınıyordu. Zira kedinin biri ekmeğini çalmış, diğeri sütlü kahvesini içmiş, öteki de fincanını kırmıştı. Kendi kendine üzüntü ve hayretle “Kime meram anlatmalı! Bu kibirli, vefasız, nankör hayvanların kadınlar elbette taraftarı olur. Zaten kedi kadındır.” diyordu.
Bir günlük çalışmasının ürünü böyle mahv ve boşa gitmesinden üzgün başını eline dayayarak pencerenin önünde oturdu.
(…)
Ev sahibi tarafından suçlanan hayvanların kayıtsız hareketleri hiddetine dokunarak sofaya çıktı. Orada merdivenin orta basamaklarında, bıyıkları, yüzü, başı, siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görürü görmez: “Kahvemi sen içtin! Fincanımı sen kırdın! Öyle mi?” diyerek odasından bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. Hazır eline fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en can alacak yerini nişanladı. Bastonunu kaldırdı. Kedi kımıldıyor. Kaçacak. Değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez hareketleri seri olan bu afacan hemen sıçrayınca ayağı kayarak büyük bir gürültü ile merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Merdiven altında, kolunun sızladığından şikayet ederken karısı karşısına çıkarak:
“Hiç kediye öyle vurulur mu? Ya bir yeri kırılsaydı…” deyince zavallı herif şiddet ve hiddetle:
“Ben sana şimdi gösteririm.” diyerek odasına çıktı. Haremi de kendisini takip ederek sakince ve yumuşak bir şekilde diyordu ki:
“Ne yapacaksın? Ne yapabilirsin? Söyle de ben de anlayayım!”
Bir camın arkasından görülen kıvılcım gibi, renkli güzellikten yansıyan bir damla yaş dinleme yeri olan büyük gözlerini; altmış senenin üzerinde nişanlar, lekeler bırakarak geçtiği eşinin yüzüne bakarak:
“Ne mi yapabilirim? Yerel yöneticilere müracaat edeceğim. Senin kedilerinden yiyecek hırsızlığı, eşyalar çalma, eve tecavüz davasına kalkışacağım. Bakalım! O zaman bu hırsızların, bu haydutların bir tanesini burada görebiliyor musun?”
Paltosunu, şapkasını giydi. Kapıyı kıracak şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.
2
Kaymakam Beyefendi meram anlamıyor! “Rossini” soylu torunlarından olan bu müzisyen İtalyalı hürmet ve adalet ister. Bu mutsuz koca mahkemelerden ve adalet isteyenlerin şikayeti karşısındakinin zihnine etki etmek ve isteğine kavuşmak için jimnastik yapar gibi ellerini kaldırarak bir acemi oyuncu karşısındakini etkilemeye çalışıyorsa da mümkün olamayacağını anlayınca hiddetle Adalar Kaymakamı Beyefendiye:
“Herkesin karısının kaşına, gözüne, yürüyüşüne, yüzüne, giyinişine karışırsınız da benimkisinin şu uygunsuz sevgisine, şu kötü hayvanlarına niçin müdahaleyi reddediyorsunuz?” söylenmesiyle üzgün evine dönüyordu. Evine döndüğü zaman eşi aşağılayan tehditlerinden dehşet içinde olduğu için titremeye başlamış altmış senelik başını sallayarak ve naz ve işve ile bir gözünü süzerek gülümseyerek:
“Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum! Ya bunların yerine herifleri sevsem…” dedi. (…) O gece bir sitemli tavırla hiçbir söz söylemeyerek yatağına girdi. Söz beynimizde… bu gülümseme, bu imalı sevgi, bu işve, bu nazlı davranışı kocasının üzüntü ve öfkesini hayliden hayliye azalmış ve yatışmıştı. Uyku giysisine bürünüp de galip gelmiş bir tavırla uzattığı ayaklarının acı acı tırmandığını hissedince telaş ve hâlecan ile yorganını kaldırıp o büyük gözleriyle baktı. Kedi! Hem de kahvesini içen kedi! Galiba bu afacanlar mallarının ortağı ve kadın taraftarı idiler ki zavallının yatak odasında yerleri vardı. Eşinin mutasarrıf olduğu bu evde kendine bir yatacak yer bırakmayan kediler sonunda yatak odasını da elinden almışlardı.
Gece yarısı verdiği kesin karar üzerine sabahleyin erken kalkarak kendisine ait ne kadar eşyası varsa bir sandığa doldurarak aşağıdaki taşlığa indirdi. Arkasına paltosunu, başına şapkasını giyerek iplerle bağladığı sandığın üstünde oturmuştu. İşte o zaman;
“Ya ben, ya kediler?” sorusunu sormuş ve
“Kediler” ümitsiz cevabını almıştı.
Elveda! Elveda! Artık bir daha geri dönmemek üzere yola çıktı.
(…) Sokakta, meyhanede “laterna”nın etrafında, birçok halk hep bir ağızdan Ada’nın sokaklarında mırıldanan, toplanma yerlerinde dans eder gibi nişanlı kızların lisanlarında sevgililerine sevgilerini ifade etme sözü olan
Corci, Corci, Carcakimo
Nesahro, pulakimo!
Şarkısını söylüyorlardı. Bulunduğu ümitsiz duruma ve üzüntüye günah çıkaran kahkahalar oluyor gibi gelen bu şamatanın arasından geçerek “Cakomo” yolunu takip etmeye başlayınca doğanın güzelliği ve büyüklüğü o geceyi geçirmek için bir sığınak arayan kararsızca bakışları her tarafa ışıltılar saçtı. Hava güzel, rüzgâr sabit, Marmara lâcivert idi. Bir daha geri dönmeyecek. Bu kararlılık! Otuz üç senelik evlilik bağı kırılmış, artık yalnız başına kalmıştı.
(…)
Derin düşünceler içinde kaybolmuş bir hâl ile biraz deniz kenarına doğru yönelip önünde balık avlamak için bir kedinin sindiğini görünce hemen yolunu değiştirerek yokuş çıkmaya başladı, Yorgolu’ya vardığı zaman sevgi şarkısı olan güneş sırma saçlarını safanın kararsız denizlerine dökerek ışıklı yollar, süslü izler açtığı gibi karşı taraftaki uzaktan uzağa görünen sudan ibaret ufukları da aşıkça bir biçimde coşuyordu. Bir hayli zaman denizin verdiği tutku şaşkınlığı içinde dalıp gitmiş iken gerçeğin hayal kırıklığı bütün vücudunu sarsarak kendisini coşkusuz bir biçimde uyandırdı. Saat ilerlemiş, öğle zamanı idi. Evine bir daha dönmemek üzere verdiği karar, kesin idi. Bu belli. Fakat öğle yemeğini nerede yiyecek? Akşam nereye gidecek? Geceyi nerede geçirecek? Bir iyi yaşam, bir kararlılık, parayla olur. Hâlbuki kendisinin sabah yemeğini yemeye yetecek parası yoktu. Evini anımsayarak şimdi sofranın üzerine koyduğu sabah yemeğinin dumanı gözünde tütmeye başladı. Kıyısını izlemiş olduğu denizin dalgaları yavaş yavaş sahile çarptıkça, “Git, git haremine git!” diyordu. Ya kediler!... Bununla birlikte hareminin “Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum. Ya bunların yerine erkekleri sevsem!...” sözü makul değil miydi?
Issız dünyanın hareketlenmesini artıran horozların garipçe sesleri aksettikçe “Git git, haremine git” diyordu. Kiliseler öğle vaktini ilan için çan çalmaya başladılar. O sükûn ve sessizlik içinde uzaktan uzağa çanlar hep bir ağızdan sürekli bir uyumla “Git, git, haremine git!” sözünü tekrar ediyorlardı.
Ayağa kalktı. Geldiği yoldan yürümeye başladı.
Galiba verdiği kesin kararından caymıştı; çam ağaçlarının aralarından peyda ve nihan olarak evine doğru süratle geri dönüyordu. Düşünceli bir yüz, üzgün bir hâl ile evine giderek eşine hiçbir şey söylemeden doğru odasına çıktı. Minderin üzerine kapanıp da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca, eşi ağırbaşlılıkla ve incelikle oda kapısını açarak: