SÁNDOR MÁRAI ( 11 Nisan 1900- 21 Şubat 1989)
1900’de dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, bugünkü Slovakya’da doğdu. 1928’e kadar çeşitli Avrupa şehirlerinde gazeteci olarak çalıştı. Kafka hakkında yazan ilk eleştirmenlerdendir. 1928’de Budapeşte’ye döndü. Ancak önce faşist rejimle, sonra da komünist rejimle uzlaşamadığı için 1948’de Macaristan’ı terk ederek ABD’ye yerleşti. Karısının ölümünün ardından 1989’da intihar edene kadar da bu ülkede yaşayıp Macarca yazmaya devam etti. Elliden fazla roman kaleme almıştır. Bunların çoğu ölümünden sonra belli başlı Avrupa dillerine çevrildi ve ona 1990’da Macaristan’ın en saygın ödülü olan Kossath ödülünü kazandırdı.
Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturulan “İşin aslı Judit ve sonrası “ isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
İşin aslı Judit ve sonrası
Şuradaki adamı görüyor musun? Hayır dur, şimdi bakma; bana doğru dôn, konuşmaya devam edelim. Bu tarafa gözü kayıp beni görsün istemiyorum, bana selam vermesini istemiyorum. Tamam, şimdi tekrar arkana bakabilirsin. Şu kısa boylu tıknazı mı diyorsun, hani samur kürk yakalı kabanı olan? Yok canım. İşte şuradaki uzun boylu olan, solgun yüzlü, siyah pardösülü; bak şimdi zayıf, sarışın garson kadınla konuşuyor. Şimdi de portakal kabuğu şekerlemesi alıyor. Ne tuhaf, bana hiç portakal kabuğu şekerlemesi getirmemişti.
Neyim mi var? Hiç. Dur bir dakika, burnumu silmeliyim.
Gitti mi? Gidince bana söyle.
Şu anda ödeme mi yapıyor? Nasıl bir cüzdanı var? İyi bak, ben bakamıyorum. Kahverengi, timsah derisi bir cüzdan mı? Öyle mi? Buna sevindim.
Neden mi? Sevindim işte. Yani aslında cüzdanı ona ben hediye etmiştim; kırkıncı yaş gününde. On yıl önce. Onu seviyor muydum ha? Zor bir soru soruyorsun. Evet, sanırım onu seviyordum. Gitti mi?
Neyse ki gitti. Dur da burnumu pudralayayım. Ağladığım belli oluyor mu? Saçma ama böyle işte. Onu görünce hâlâ kalbim küt küt atıyor. Kim olduğunu mu söyleyeyim? Elbette canımın içi, bu bir sır değil. O adam bir zamanlar benim kocamdı.
(…)
Sana her şeyi anlatacağım. Vaktin var mı? Benim çok vaktim var, ne yazık ki…
(Syf 7)
Söylesene, iktidar nedir? Bunun üzerine çok yazılır, çok konuşulur. Politik iktidar nedir, bir insanın kendi iradesini milyonlara aktarabilmesinin sırrı ne? Peki ya bizim iktidarımızın, kadınca gücümüzün kaynağı? Sevgi, diyorsun. Olabilir. Benim bu konuda yer yer şüphelerim var. Hayır, sevgiyi inkar etmiyorum, kesinlikle etmiyorum. Sevgi yeryüzünün en büyük gücü. Fakat yine de bazen, başka türlüsü ellerinden gelmediği için bizi seven erkekler bütün bu meseleyi biraz küçümsüyorlarmış gibi bir hisse kapılıyorum. Her doğru erkekte bir kendini çekme eğilimi var, sanki varlığının, ruhunun bir kısmını sevdiği kadına kapatıyor, sanki şöyle demek istiyor. “Buraya kadar hayatım, daha ileri gidemezsin.”
(Syf 15)
Bana biraz önce, onu sevdim mi diye sormuştun. Onun yanında çok acı çektim. Fakat onu sevdiğimden eminim ve neden sevdiğimi de biliyorum. Çünkü mahzundu, yalnızdı ve kimse ona yardım edemezdi, ben bile.
(Syf 21)
Gördün mü bak, şimdi sen de huzursuzluğa kapıldın. Aramızdaki sorunun ne olduğunu kocamın nasıl bir adam olduğunu soruyorsun. Zor soru, canımın içi. Sekiz yıl boyunca bu soruya kafa patlattım. Boşandığımızdan beri de bunu düşünüp duruyorum. Bazen cevabı biliyormuşum gibi geliyor. Fakat her teori şüpheli.
(…)
Fakat ne annesi ne de ben onu anlıyorduk. Bu bizim hayatımızın yenilgisiydi.
Sevgi için birbirini “anlamaya” gerek yoktur mu diyorsun? Yanılıyorsun güzelim. Ben de uzun zaman böyle söyledim, bunu bir şikâyet olarak dünyaya haykırdım. Sevgi vardır ya da yoktur; neyi “anlamak" gerekiyor ki? Arkasında bilinçli bir maksat olan duygunun değeri nedir? Eh, bu işlerin böyle olmadığını, her şeyi “anlamak” gerektiğini insan yaşlanınca görüyor. Her şeyi öğrenmek zorundayız, sevgiyi bile. Evet, sen kafa sallayıp gülümsesen de bu böyle. İnsanız ve her şeyi aklımız yoluyla yaşıyoruz. Duygularımız ve heyecanlarımız bile akıl vasıtasıyla dayanılır ya da dayanılmaz oluyor. Sadece sevmek yetmiyor.
(Syf 22-24)
Acılar sayesinde ıslah olduğumuz, daha iyi, daha bilge, daha dirayetli biri haline geldiğimiz doğru değil. İnsan soğuk, çok daha net ve kayıtsız oluyor. Kaderin ne demek olduğunu hayatta ilk kez gerçekten anladığımızda, neredeyse dinginleşiyoruz. Hem dingin hem de son derece tuhaf ve ürkütücü biçimde yalnız oluyoruz.
(Syf 33)
Birden, ilkel bir kabilenin kasvetli enstrümanı gibi daima içime dokunan o yalnız ve derin sesiyle, “Söylesene Ilonka, sonra ne yapacağız?” dedi.
Neden söz ettiğini biliyor muydum? Hayatımızdan söz ediyordu. Gece berraktı; yıldızlara, İtalyan göğünün sonbahar yıldızlarına baktım ve içim ürperdi. Artık hiçbir çabanın fayda etmeyeceğini, gerçeğin açığa çıkmak zorunda olduğu o anın geldiğini hissettim.
Elim ayağım buz kesmişti; bir yandan da heyecandan terliyordum ve avuçlarım sırılsıklam olmuştu. “Bilmiyorum, bilmiyorum” dedim,”Seni bırakmak istemiyorum. Sensiz bir hayat düşünemiyorum.”
“Biliyorum, çok zor” dedi sakince. “Ben de senden böyle bir şey beklemiyorum. Belki henüz bunun vakti gelmedi. Belki de asla gelmeyecek. Fakat birlikte yaşadığımız hayatta, aynı zamanda bu seyahatte de, küçük düşürücü ve utanç verici bir şey var. Aramızda yolunda gitmeyenin ne olduğunu birbirimize söyleyecek cesaretimiz yok mu?”
(…)
En sonunda, “Ben öyle büyük bir sevilme ihtiyacı içinde değilim” dedi.
“Böyle bir şey olamaz dedim” dişlerim takırdayarak. “Sen insansın. Sen de mutlak suretle sevgiye muhtaçsın.”
(…)
O gece uzu uzun konuştuk, çokça da sutsak. Bazen her bir kelimeyi hatırladığım hissine kapılıyorum.
Bir şey daha söyledi. “Kadınlar bunu anlamıyor. Bir erkek kendi ruhundan beslenerek de yaşayabilir. Diğer her şey ilavedir, yan üründür. Çocuğa gelince; o, fazladan bir mucize. O zaman insan birtakım anlaşmalara hazır hale geliyor. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Birlikteliğimizi sürdürelim ama beni daha az sev. Çocuğu daha çok sev” dedi tuhaf, boğuk bir sesle ve neredeyse biraz tehditkâr bir edayla. “Beni ruhen özgür bırakmalısın. Bunu söylerken başka bir şey istemediğimi, herhangi bir art niyetim ya da gizli planlarım olmadığını biliyorsun. Fakat böyle bir duygusal gerilim içinde yaşayamam. Kadınsı bir yanı olan erkekler vardır ve onlar tam da buna, sevilmeye ihtiyaç duyarlar. Fakat sevgiye olsa olsa katlanabilen başka tip erkekler de vardır. Ben onlardanım. Bütün gerçek erkekler yabanidir; bunu bilmeliydin.”
“Ne istiyorsun?” diye sordum ıstırap içinde, “Ne yapabilirim?”
“Benimle bir tür ittifak yap. Çocuk için. Ki birlikte yaşayabilelim. Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun” dedi çok ciddi bir tavırla. “Bunu ancak sen kurtarabilirsin. Bu bağı ancak sen gevşetebilirsin. Gitmek istesem giderdim. Fakat seni de çocuğu da terk etmek istemiyorum. Senden daha fazlasını, belki de olmayacak bir şeyi istiyorum: Birlikte yaşayalım ama bu kadar fazla değil, böylesine kayıtsız şartsız, böylesine ölüm kalım meselesiymişçesine değil. Çünkü buna katlanamıyorum. Üzgünüm ama katlanamıyorum” dedi nazikçe.
Aptalca bir şey sordum: “O zaman neden benimle evlendin?”
Cevabı ürkütücüydü: “Seninle evlenirken kendim hakkında hemen hemen her şeyi biliyordum. Buna karşılık senin hakkında çok az şey biliyordum. Seninle evlendim, çünkü beni bu kadar seveceğini bilmiyordum.”
“Bu bir suç mu?” diye sordum. “Seni çok sevmek bu kadar büyük bir suç mu?”
Güldü. Karanlıkta durmuş, sigara içiyor ve sessizce gülüyordu. Fakat bu hüzünlü bir gülüştü; kesinlikle alaycı ya da kibirli değildi. “Suçtan daha kötü” dedi, “Bu bir hata”.
(Syf 29-31)
Üçümüz de bir şey bekliyorduk: kayınvalidem ölümü, kocam Judit Áldozóyu, bense ölümün, Judit Áldozőnun ya da öngörülemeyen bir şeyin günün birinde hayatıma girerek bana ne olacağını ve kime ait olduğumu nihayet anlamamı sağlamasını. Kocamı neden terk etmediğimi soruyorsun. Başkasını bekleyen, her kapı açıldığında bembeyaz kesilip irkilen, insanlardan kaçan, kendi dünyasından kopan, bir duygu yüzünden hasta, engellenemez bir bekleyiş yüzünden takıntılı olan biriyle nasıl yaşayabildiğimi... Kolay değil, orası kesin. Hoş bir pozisyon da değil. Fakat ben onun karısıydım, tehlike altındayken onu bırakamazdım. (…)
Bu duyguyu bilirim. Daha sonra, boşandığımızda ben de onu bir süre, belki bir yıl boyunca böyle bekledim. Gece bir astım hastası gibi zar zor nefes alarak uyanırsın. Karanlıkta elini uzatır, başka bir eli ararsın. Diğerinin artık orada olmadığını, yakınlarda, komşu evde ya da yan sokakta olmadığını idrak edemezsin. Telefon etmek anlamsızdır, gazeteler dünya savaşının çıktığı ya da milyonların yaşadığı bir şehirde sıra sıra evlerin olduğu birçok sokağın enkaza döndüğü gibi eften püften haberlerle doludur. Bu tür haberleri nazikçe ve yarım kulak dinler, "Ah, öyle mi? Gerçekten mi? Çok ilginç" ya da "Çok üzücü" dersin ama bunu söylerken hiçbir şey hissetmezsin. Zekice yazılmış, güzel, acıklı bir İspanyolca kitapta -yazarının adını unuttum, bir boğa güreşçisi gibi çeşitli uzun ön adları vardı- bu sihirli uyuşukluğun, yani birbirini boş yere bekleyen âşıkların ruh halinin, hipnotize edilenlerin transa geçişini andırdığını okumuştum; onların bakışlarında da ateşler içinde yanarak gördüğü rüyadan sonra gözlerini yavaş yavaş açıp kendine gelen hastaların perdeli bakışları gibi kırık dökük bir şeyler oluyordu. Bu tür insanlar için dünya bir yüzden ibarettir ve tek bir isimden başka hiçbir şeyi duymazlar.
Fakat günün birinde uyanırlar.
Mesela bana bak.
Uyandığında sağa sola bakınır, gözlerini ovuşturursun. Ve artık sadece tek bir yüz görmüyorsundur. Onu görmeye devam edersin ama şimdi bulanıklaşmıştır. Bir kilise kulesini, bir ormanı, bir resmi, bir kitabı, başka insanların yüzlerini, dünyanın sonsuzluğunu görürsün. Bu tuhaf bir duygudur. (…) Dün intikam ya da kurtuluş istiyordun, onun telefon etmesini, sana acilen ihtiyacı olmasını ya da hapse atılıp idam edilmesini istiyordun. Biliyor musun, böyle hissettiğin müddetçe diğeri uzaklarda bir yerde sevinmeye devam edebilir. Çünkü hâlâ senin üzerinde iktidarı vardır. İntikam çığlıkları attığın müddetçe o da ellerini ovuşturacaktır, çünkü intikam arzusu aynı zamanda özlem ve bağlılık anlamına gelir. Sonra o gün gelir: Uyanırsın, gözlerini ovuşturursun, esnersin ve birden, artık hiçbir şey istemediğini fark edersin. Onunla sokakta karşılaşsan bile senin için fark etmez. Telefon ederse gerektiği gibi konuşursun. Seni görmek isterse ve bu buluşma kaçınılmazsa, hay hay, neden olmasın... Ve biliyor musun, bütün bunları içinden gelen bir rahatlık ve dürüstlükle yaparsın. Kasılma, acı, kendini kaybetme, hiçbiri yoktur. Bu nasıl olmuştur? Anlayamazsın. Artık intikam almak da istemiyorsundur, hayır; ve işte o zaman, hakiki intikamın bu olduğunu fark edersin, tek intikam, tek kusursuz intikam budur. Artık ondan hiçbir şey istememek, ona ne iyilik ne kötülük dilemektir, çünkü o zaman artık seni yaralayamaz.
(…)
Kalbim kırılmıştı; bir yıl boyunca ölmem gerektiği duygusuyla yaşadım. Sonra uyandım ve bir şeyi idrak ettim... Evet, şu insanın ancak kendi kendine öğrenebileceği, en önemli şeyi...
(…)
Ne mi öğrendim? Şunu, canımın içi: Doğru kadın ve doğru erkek diye bir şey yoktur.
Günün birinde uyandım, yatağımda doğrulup oturdum ve gülümsedim. Artık en ufak bir acı çekmiyordum ve birden, doğru insan diye bir şeyin olmadığını idrak ettim. Ne yeryüzünde ne de cennette. Öyle biri, öyle tek bir kişi yok. Sadece insanlar ve her insanın içinde bir tutam doğru insan var ama kimsede, bizim diğerinden beklediğimiz ve umduğumuz şey yok. Kusursuz insan diye bir şey yok ve o mutluluk veren, harikulade tek adam aslında hiç var olmadı. Sadece içlerinde ışık kadar moloz da olan insanlar...
(Syf 98-101)