SAUL BELLOW (10 Haziran 1915- 5 Nisan 2005)
10 Haziran 1915’te, ailesinin kısa bir süre önce Rusya’dan göçerek yerleştiği Kanada’nın Quebec şehrinde doğdu. Dokuz yaşındayken ailesiyle beraber bu sefer Amerika’ya, hayatının büyük bölümünü geçireceği ve roman ile hikâyelerinin büyük kısmının ana mekânı olan Chicago’ya göç etti. Babası soğan ithalatçılığı yapıyordu. Çok küçük yaştan itibaren kitap okumaya meraklı olan Bellow, bir röportajında söylediğine göre, Tom Amca’nın Kulübesi’ni okuduğunda yazar olmaya karar verdi. Chicago Üniversitesi’nde başladığı İngiliz Edebiyatı eğitimini iki sene sonra yarıda bırakarak, Northwestern Üniversitesi’nin Antropoloji Bölümüne geçti.
Bellow romancılık kariyerinden önce geçimini bir süre gazete ve dergilere kitap eleştirileri yazarak sağladı. İlk romanı Boşlukta Sallanan Adam 1944’te, ikinci romanı Kurban ise 1947’de yayımlandı. 1948’de aldığı Guggenheim bursuyla iki sene Paris’te ve başka Avrupa şehirlerinde kaldı. Asıl başarı ve ünü bu iki yıl içinde yazmaya başlayıp 1953’te yayımladığı ve yayımlanır yayımlanmaz Ulusal Kitap Ödülü’ne değer bulunan Augie March’ın Maceraları ile elde etti. March’ın Maceraları’nın ardından, 1956’da çok daha farklı, çok daha kısa ama bir o kadar güçlü olan dördüncü romanı Günü Yaşa’yı yayımladı. Bellow beş senede yazdığı ve 1964’te yayımladığı en büyük kitabı Herzog ile ikinci defa Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı, 1970 yılında Bay Sammler’ın Gezegeni’ni yayımladı ve bu kitapla beraber üst üste üç Ulusal Kitap Ödülü kazanan ilk Amerikan yazarı oldu. 1975’te de Pulitzer Ödülü’nü kazanacak olan Humboldt’un Armağanı’nı yazdı. 1976’da İsveç Akademisi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
20. yüzyılın en büyük romancılarından biri sayılan Saul Bellow, 5 Nisan 2005’te, 90 yaşında Chicago’da öldü. Yazarın İletişim Yayınları tarafından okurla buluşturulan Günü Yaşa romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
GÜNÜ YAŞA
Dertlerini saklamak söz konusu olduğunda Tommy Wilhelm bir başkasından daha az yetenekli değildi. En azından o böyle düşünüyordu ve kendisini destekleyen bazı kanıtlar vardı. Bir zamanlar oyuncuydu – yo, tam olarak değil, daha çok bir figüran- ve oyunculuk nedir, ne değildir biliyordu. Ayrıca puro içiyordu; bir insan puro içip bir de şapka taktı mı avantaj elde eder, ne hissettiğini anlamak daha zorlaşır. Kahvaltıdan önce mektuplarını almak için yirmi üçüncü kattan asma kattaki lobiye iniyordu; yeterince iyi göründüğünü düşünüyordu- umuyordu- işleri yolundaymış gibi. Salt umut meselesiydi bu, zira şu anki çabalarına ekleyebileceği fazla bir şey yoktu. On dördüncü katta babasının asansöre bindiğini görmeye hazırladı kendini; kahvaltıya giderken sık sık bu saatte karşılaşırlardı. Görünüşü dert ediyorsa bunun nedeni esas olarak babasıydı. Ama asansör on dördüncü katta durmadı, aşağı doğru inişini sürdürdü. Kapı gürültüsüzce açıldı; holü kaplayan iyi serilmemiş, koyu kırmızı büyük halı Wilhelm’in ayaklarının altında dalga dalga uzanıyordu. Lobinin ön tarafı karanlık ve sakindi. Tavandan yere kadar uzanan yelkeni andıran perdeler güneş ışığının içeri girmesine izin vermiyordu, ama dar uzun üç pencere açıktı; Wilhelm mavi gökyüzünde, lobinin hemen altındaki sinemanın tentelerini tutan kalın zincirlere konmak üzere olan bir güvercin gördü. Kısa bir süre kuvvetle çırpılan kanat seslerini işitti.
Hotel Gloriana’nın müşterilerinin çoğu emeklilik yaşını geçmişti. Broadway boyunca Yetmişli, Seksenli, Doksanlı sokaklarda New York’un hayli kalabalık erkek, kadın yaşlı nüfusunun büyük bir kısmı oturur. Hava çok soğuk veya yağışlı olmadıkça minik parmaklıklarla çevrili parklardaki ve Verdi Meydanı’nın Collumbia Üniversitesi’ne kadar metro boyunca sıra sıra bankları doldurur; dükkanlara, kafeteryalara, ucuzcu dükkanlara, çayhanelere, ekmek ve pasta dükkanlarına, güzellik salonlarına, okuma odalarına ve kulüp odalarına doluşurlar. Wilhelm yerinin Gloriana’daki bu yaşlı adamlar arasında olmadığını hissediyordu. Nispeten gençti; kırkların ortasında, geniş omuzlu, cüsseli ve sarışındı; şimdiden biraz kamburlaşmış ve kalınlaşmış da olsa güçlü bir sırtı vardı. Kahvaltıdan sonra otelin yaşlı müşterileri lobideki yeşil deri koltuklara ve divanlara oturup dedikodu yapar, gazetelere göz atarlardı; günün geçip gitmesini beklemekten başka yapacak işleri yoktu. Ama Wilhelm hareketli bir hayata alışkındı; sabahları yenilenmiş bir enerjiyle dışarı çıkmayı seviyordu. Aylardır işi olmamasına rağmen, sabahları erken kalkarak moralini yüksek tutmuştu; tıraşını oluyor, sekizde lobide arzı endam ediyordu. Babasıyla birlikte kahvaltıya gitmeden önce gazete ve birkaç puro satın alıyor ve bir veya iki Coca-Cola içiyordu. Kahvaltıdan sonra iş bakmak için kendini dışarı atıyordu. Dışarı çıkmanın kendisi başlı başına iş olmuştu. Sonunda bunu böyle daha fazla sürdüremeyeceğini anlamıştı ve bugünden korkuyordu. Bu alışkanlığının bozulmak üzere olduğunun farkındaydı; çoktan içine doğan, ama henüz şekillenmemiş büyük bir sorunun kapıda olduğunu seziyordu.
(Syf 9-10)
(…)
Wilhem’in babası, ihtiyar Dr. Adler, oğlundan tamamen farklı bir dünyada yaşıyordu, ama bir defasında onu Dr. Tamkin’e karşı uyarmıştı. Sanki öylesine söylüyormuş havalarda – hatır gönül sayar, yaşlı bir adamdı- “Wilky, şu Dr. Tamkin’i çok fazla dinliyorsun gibime geliyor, demişti. “Konuşmaları ilginç. Bundan hiç kuşkum yok. Bence çok sırada, ama çok ikna edici bir adam. Ancak ne kadar güvenilir, bilmiyorum.”
Babasının onu uyarırkenki mesafeli tavrı Wilhelm’i derinden incitti. Dr. Adler cana yakın görünmeyi severdi. Cana yakın! Kendi oğlu, biricik oğlu ona ne düşündüğünü söylemez, yanında içini dökemezdi. Ona yanaşabilseydim, diye düşündü, Tamkin’e yanaşmadım. En azından Tamkin bana yakınlık gösteriyor, el uzatıyor, babamsa rahatsız edilmek istemiyor.
Yaşlı Dr. Adler artık doktorluk yapmıyordu; hatırı sayılır bir serveti vardı; rahatlıkla oğluna yardım edebilirdi. Bu yakınlarda Wilhelm ona, “Baba… şu sıralar kötü bir dönemden geçiyorum. Bunu sana söylemekten nefret ediyorum. Sana iyi haberlerle gelmek isterdim, biliyorsun. Ama gerçek bu. Gerçek bu olduğu içindir ki, baba… başka ne diyebilirim? Gerçek bu,” demişti.
Başka bir baba bu itirafın – bunca şanssızlığın, yorgunluğun, zayıflığın ve başarısızlığın- ne kadar zor olduğunu takdir edebilirdi. Wilhelm yaşlı adamın tonunu taklit etmeye çalışmış, görmüş geçirmiş birinin alçak ve seçkin sesiyle konuşmuştu. Sesinin titremesine izin vermemiş, aptalca el kol hareketleri yapmamıştı. Ama doktor cevap vermedi. Sadece başını salladı. Sanki Seatte’ın Puget Sound üzerinde olduğunu ya da Giants ile Dodgers’in gece maçı yapacaklarını söylemişsiniz gibi sağlıklı, varlıklı, yakışıklı, güler yüzlü ihtiyar adamın yüz ifadesinde bir değişiklik olmadı. Doktor, oğluna eskiden hastalarına davrandığı gibi davrandı ve bu Wilhelm’i fazlasıyla üzdü, bu kadarına dayanamadı. Görmüyor muydu? Hiçbir şey hissetmiyor muydu? Aile kavramını mı kaybetmişti?
Derinden yaralanan Wilhelm yine de adil olmaya çalıştı. Yaşlı insanların değişmesi kaçınılmaz, dedi. Düşünmeleri gereken zor sorunlar var. Gitmekte oldukları yere hazırlanmaları gerekir. Artık eskisi gibi yaşayamazlar, bakış açıları baştan aşağı değişir, akrabalarla tanışırlar arasında bir fark gözetemez olurlar. Babam artık aynı kişi değil diye düşündü Wilhelm. Ben doğduğumda otuz ikisindeydi, şimdi seksenine merdiven dayadı. Ayrıca onun yanında bir yumurcak, küçük bir çocuk gibi davranmaya son vermenin zamanı geldi.
(Syf 17-18)
Wilhelm gerçekliğe saygı duyardı, ama yalan da söyleyebilirdi; hakkında sık sık yalan söylediği şeyse eğitimiydi. Penn State mezun olduğunu söylerdi; gerçekteyse ikinci yılını tamamlamadan okulu bırakmıştı. Kız kardeşi Catherine'in lisans diploması vardı. Müteveffa annesi, Bryn Mawr mezunuydu. Wilhelm, ailenin eğitimli olmayan tek ferdiydi. Bu da bir başka hassas noktaydı. Babası ondan utanıyordu.
Ama yaşlı adamın bir başka yaşlı adama, “Oğlum satış müdürüdür. Okul bitirecek kadar sabır göstermedi. Ama durumu iyi. Geliri beş haneli rakamlara ulaşıyor,” dediğini işitmişti.
“Otuz bin dolar mı, kırk bin dolar mı, ne kadar?” dedi iki büklüm olmuş yaşlı dostu.
“Doğrusu, hayat tarzı en az bu kadarını gerektiriyor. Evet bu kadarına ihtiyacı var.”
Canının sıkıntısına rağmen Wilhelm neredeyse gülüyordu. Seni gidi iki yüzlü, ihtiyar palavracı! Oğlunun artık satış müdürü olmadığını biliyordu. Haftalardır ne satış müdürlüğü ne satışı ne de gelirı vardı. Ama el alemin gözünde iyi görünmeyi nasıl da severiz… birini aldatmaya çalışırken yaşlılar nasıl da sevimlidir! Wilhelm, asıl satıcı babam, diye düşündü. Beni satıyor. Turneye o çıkmalıydı.
Peki, gerçek neydi? Gerçek şu ki Wilhelm’in kimi sorunları vardı ve bu sorunlara babası bulaşmak istemiyordu. Babası ondan utanıyordu. Gerçek utandırıcı diye düşündü Wilhelm. Dudaklarını sıkı sıkıya birbirine bastırdı; dilinin yumuşadığını ve ses telleriyle, boğazının sızladığını hissetti; göğsüne bir ağrı oturdu. Ben küçükken babam hiçbir zaman bana arkadaşlık etmedi diye düşündü. Ya bürosundaydı ya hastanede ya da ders veriyordu. Kendi kendime bakacak kadar büyüdüğümü varsayıyor, hiçbir zaman beni yeterince düşünmüyordu. Şimdi beni küçük görüyor. Belki de bazı bakımlardan haklı.
(Syf 20-21)
Orta yaşa ulaştınız mı, artık özgür irade üzerine düşünceleri aklınıza getirmezsiniz. O zaman dedelerinizin birinden kristalize olmuş bal ya da kavanozdaki şeker rengi saçları, bir diğerinden geniş, güçlü omuzları, bir amcadan tuhaf telaffuzu, bir diğerinden küçük dişleri, göz aklarına kadar yayılan karanlığıyla iri, gri gözleri ve bir Peru heykelinkine benzer kalın dudaklı bir ağzı miras almış olduğunuzu kavrarsınız.
(…)
Geçmişi düşündüğünde iyi diyebileceği ne vardı? Çok, çok az şey. İnsan bağışlamayı bilmeliydi. Önce kendini, sonra herkesi. Hataları yüzünden babasının çekebileceğinden daha çok acı çekmemiş miydi?
(Syf 33)
Posta.
Mektupları teslim eden otel çalışanı onun bu sabah nasıl göründüğüne ilgi göstermedi. Mektuplar el değiştirirken sadece kaşlarının altından yukarı doğru baktı. Otel çalışanları ne diye ona gülümsemekle boşa zaman harcasınlardı ki? Ciğerinin içini biliyorlardı. Görevli mektuplarla birlikte ona otel faturasını da uzattığının farkındaydı. Wilhelm bu tür şeylerin üstündeymiş gibi bir hava takındı. Ama durum gerçekten kötüydü. Faturayı ödemek için borsadaki yatırım hesabından para çekmesi gerekiyordu, fakat domuz yatağı fiyatlarındaki düşüş nedeniyle hesabı gözetim altındaydı. (…) Bu arada babası otel faturasını ödemeyi teklif edebilirdi. Bunu neden yapmamıştı ki? Ne kadar bencil bir ihtiyardı! Oğlunun ne zor durumda olduğunu görüyordu, istese ona kolayca yardım edebilirdi. Bu ona hiç dokunmazdı, ama Wilhelm için ne kadar önemliydi! İhtiyarın kalbi neredeydi?
(Syf 35)