Selçuk Baran: Haziran

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Selçuk Baran ile devam ediyor.

02 Eylül 2022 - 11:27

 SELÇUK BARAN (7 Mart 1933 – 4 Kasım 1999)

Ankara’da doğdu. Ankara Kız Lisesi’ni ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni üstün derecelerle bitirdi. Berlin'de başladığı yüksek lisansı sırasında Almancasını geliştiren Baran aynı zamanda Alman hukuku üzerine çalışmalar yaptı. Opera ve şan sanatçısı Ayhan Baran’la 1957 yılında evlendi. Bu evlilikten Ayda ve Işıl adında iki kızı oldu. Ankara Hukuk Fakültesi'nde ve Banka ve Ticaret Hukuk Araştırma Enstitüsü'nde araştırmacı olarak çalıştı. 

1987-93 yıllarında TRT İstanbul Radyosu’nda radyo oyunları yazdı. “Türkân Hanım” adlı oyunu Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. İlk öyküsü (“Çocuğun Biri”) 1968’de “Yeditepe” dergisinde çıktı.

Öykü ve romanlarında kadını anlatan yazarın İlk öykü kitabı Haziran (1972) yayımlandıktan hemen sonra 1973’te TDK Öykü ödülüne, ikinci öykü kitabı Anaların Hakkı (1977) ise 1978’de Sait Faik Hikâye Armağanına layık görüldü. Baran'ın Bir Solgun Adam (1975) romanı 1974'te, Bozkır Çiçekleri (1987) romanı ise 1979'da düzenlenen Milliyet Roman yarışmasında mansiyon kazandı.

4 Kasım 1999’de geçirdiği mide kanaması sonucu hayatını kaybeden yazarın YKY tarafından yayımlanan tüm öykülerinin yer aldığı “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” isimli kitaptan Haziran öyküsünü paylaşıyoruz

HAZİRAN

Nuri, bütün kış boyunca soğuktan yakındı durdu. Kaç yıldır böylesine soğuk bir kış olmamıştı. Bu yüzden geçen yıl diktirdiği paltosunu kalın bir kumaştan yaptırmak hiç aklına gelmemişti. İşte şimdi de sıfırın altında on beş derece soğukta titreyip duruyordu. Hem soğuk olan yalnız dışarısı mıydı? Zaman zaman kömür bittiğinden kaloriferler de yanmayıveriyordu. Apartman yöneticisi “Kömür yok, para da yok,”  deyip çıkıyordu işin içinden. Anlaşılan kimse böylesi bir kışa hazırlıklı değildi. Çalıştığı yer bile soğuktu Nuri’nin. Memurlar masalarının başında paltolarını çıkartmadan oturuyorlardı. Kısacası günün her saatinde, yatağında bile üşüyordu Nuri. Bu yüzden kış boyunca somurttu. Karısıyla konuşmadı. Isınmak için olacak, cıgara üstüne cıgara içti. Karı koca sık sık sinemaya gittiler. Sinemalar sıcak oluyordu hep. Sevim (karısı), onun somurtkanlığından yakındıkça, Nuri: ‘‘Ne yapalım,’’ diye karşı çıkıyordu, “belki sen benim kadar çok üşümüyorsundur. Her insanın dayanıklılığı bir olmaz ki! Sen de sıcağa gelemezsin sözgelimi. Yazın güneşin altında beş dakika yürüsen bayılacak hale gelirsin. Bense hiç yakınmam sıcaktan. Hem senin hiç değilse çalıştığın yer soğuk değil. Okulları kömürsüz bırakmıyorlar. Keşke ben de öğretmen olsaydım!’’

“İnsan bir kez yakınmaya başlamasın,” dedi Sevim de, “Hiç susmaz artık. Soğuk der, yakınır. Sıcak der, yakınır. Gazete geç geldi, çorba tuzlu olmuş… Söylenir de söylenir. Kırk yılda bir azıcık üşüyecek oldun, kıyameti koparıyorsun. Suratından düşen bin parça… Ne yapalım, herkes üşüyor.”

“Bir çay yap da bari konyakla içeyim. İçim ısınsın.”

Mart ayı gelince Nuri’nin üşümesi geçti. Kömür boldu. Soğuklar azalmıştı. Paltosu da, kendisini ısıtmaya yetiyordu. Bu yüzden eve döndüğünde merdivenleri ıslık çalarak çıkıyordu. Kapıyı açıp koridorda terliklerini giyerken de bir şarkı mırıldanıyordu. Gerçi bütün bunları yapmak pek içinden gelmiyordu ama sırasında pekâla yakınmayan biri olabileceğini karısına göstermek istiyordu. Nuri, “gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen,” diye mırıldanarak yapmacık bir taşkınlıkla içeri girdiği akşam Sevim onu azarlayıverdi:

“Şarkı, türkü söylemenin de tam sırası hani,” dedi. “Üstelik yanlış da söylüyorsun. Hiç kulağın yok senin. Şimdiye dek bir tek şarkıyı doğru dürüst söylediğini duymadım.”

“Canım şarkı söylemek istiyorsa, doğru yanlış aldırmaz söylerim. İçimden geliyor, sevinçliyim, türkü söylüyorum. Ne var bunda kızacak, anlamıyorum doğrusu. Yoksa bir engel mi var? Sözgelimi biri filan mı öldü? Yas mı tutmak zorundayız?”

“Kimse ölmedi canım. Niye ölsün ki! Ama ne denli sıkıntılı olduğumu görüyorsun. İnsanın sıkılması için de ille birinin ölmesi gerekmez tabii.”

(…)

“Bahar geliyor,” dedi birden Sevim uğursuz bir haber veriyormuş gibi. “Yakında, ağaçlar tomurcuklanır. Erikler, kayısılar çiçeğe durur. Sonra bir de bakarsın, ortaklık yemyeşil olmuş. Gökyüzü de güneş ışığında mavi mavi parlıyor, kuşlar ötüşüyor.”

Nuri karısının yüzüne baktı. Kadının derinleşip uzayan yüz çizgileri, camdan vuran ışıkta, kalın, boz renkli lekelere dönüşüyordu. Koltuğunda garip bir oturuşu vardı. Neredeyse kayıp yere düşecekti. Tekdüze ses tonundaki boğukluk Nuri’yi ürküttü. Sebepsiz yere bahardan korkmaya başladı. Elinden gelse kışa, o soğuk günlere doğru gerisin geri koşup gidecekti.

“Çimenler yeşerecek,” dedi o da elinde olmadan aynı hüzün ve bıkkınlık dolu sesle. “Sokaklarda çiçekler satılacak… Laleler, papatyalar…”

“Papatyaları sevmiyorum. Bakımsız, unutulmuş mezarların üzerinde açarlar en çok. Babamın bir arkadaşı vardı; papatya gübresi olmak istemem derdi.”

Yemekte çorba içerken:

“Bu evden çıkalım,” diye önerdi Sevim birden.

“Hadi canım sen de, iş çıkarma durup dururken.”

“Bıktım bu evden… Güneş almıyor. Pencereden bakınca ne gökyüzü görünüyor, ne de bir ağaç. İki çatının arasında sıkışmış bir bulut parçası görebiliyorum ancak. Ya da iki, üç dal… Yalnızca üç dal koskoca bir ağaç demek değildir ki! Bir bulutun da bütün biçimini görmek gerek… Şöyle yukarılara çıksak… Çankaya’ya, Ayrancı’ya doğru…Ne dersin?”

“Oralarda evler pahalı olur. Paramız yetmez.”

“Küçük bir daireye taşınırız. Ne olur? Çok istiyorum. Bıktım artık bu evden dedim sana.”

“Canın değişiklik istiyorsa neden bir çocuk doğurmuyorsun? Ne biçim kadınsın sen? Kadın dediğin çocuk sahibi olmayı ister.”

“Ancak sağlıklı insanların çocuğu olmalı bence. Benim baş ağrılarım var. Senin miden bozuk.  Sinirlerimiz de sağlam değil. Bak ellerime, titreyip duruyor. Sonra çok içki içiyorsun sen. Bu yüzden sağlıklı bir çocuğumuz olacağını sanmıyorum. Kışın soğuktan, yazın sıcaktan yakınan, baharda da ağaç,  çiçek yüzü görmeyecek olan bir çocuğu ne diye doğurmalı? En iyi taşınalım buradan… Bir aya varmaz leylaklar açar. Başımı penceren uzatınca mor çiçekler açmış bir leylak fidanı görmek hakkım doğrusu.”

“Bir de bana yakınmamak gerektiğini söyleyip duruyordun. Deminden beri yalnızca yakınıyorsun oysa.”

“Ben de şu yakınmalarım bitsin diye taşınmak istiyorum zaten. Geniş ufuklu, bahçeli bir eve taşınınca yakınmam için neden kalmayacak ortada.”

“İyi öyleyse taşınalım. Hem bu kez fuel oil’li bir apartman bulalım da kömür derdimiz olmasın. Kışın üşümeyelim evimizde.”

Uzun uzun aradılar. Tanışları da yardım etti. Ama Sevim’in istediği gibi bir ev bulmak kolay olmadı. Kimi daireler çok yüksekteydi; uzaklarda boy atmış kavaklara, meşelere, geniş bir göğe rahatça yayılan bulutlara bakıyordu da doğru dürüst bir bahçesi yoktu. Oysa Sevim çiçek de görmek istiyordu. Kimilerinin küçük de olsa bakımlı bir bahçesi vardı ama bu kez de göğü, bulutları, yaşını başını almış soylu bir ağacı görme olanağınız yoktu. Sonunda yatak odasından geniş bir gök görünen, salonu, mutfağı da apartmanın önündeki güllü, leylaklı, hatta çamlı bir bahçeye bakan bir apartman dairesi buldular. Dairenin pek küçük olmasına da aldırmadılar. “Eşyanın bir kısmını atarız olmazsa,” dediler.

Bütün ağaçların yaprağa durduğu, güllerin tomurcuklandığı günlerde yeni evlerine taşındılar. Nedir, Sevim, atması gerekli gibi görünen eşyalarından bir türlü vazgeçememişti. “Çocukluğumda içinde yıkandığım leğen… Nasıl olur da atarım,” diyordu. “Aaa genç kızlık karyolam… Dünyada vazgeçmem. Evet, iki kahve takımımız daha var ama bunları da en iyi arkadaşım armağan etti… O koltuk babamdan kalma… Rahmetli emekli olduktan sonra bütün gün gazete okurdu üzerinde. Yatak odası çok dara ama gene sığar bir köşeciğe. Modası geçmişse geçmiş, ne olacak, sandığın dibinde durur. İlk buluşmamızda giydiğim etek ceket bu, ne çabuk unuttun…”

Bunun üzerine Nuri bütün kışlıklarını üst üste yığdı (paltosu hariç) kapıcıyı çağırdı. “Götür şunları,” dedi. Karısı şaşırdı:

“Deli mi oldun? Gelecek kışa ne yapacaksın?”

“Daha çok var kışa… Gerekirse yenisini alırım. Hem ne bileyim canım, belki de sonbahara dek yaşamayız. Yani ben yaşamam demek istiyorum. Kusura bakma, saçmalıyor muyum, neyim… Daha doğrusu sonbahara varana dek her şey değişebilir. Yalnız bütün bu eşyalar gereğinden çok göründü bana. Bir kısmını atmakla kıyamet kopmaz.”

Böylece yeni evlerine taşındılar. Yalnız her şey üst üsteydi. Büfeyi, ayaklarını çıkarıp duvara çakmak zorunda kalmışlar, altına da yemek masası sürmüşlerdi. Yatağa yatmak için önce Sevim’in babasından kalma koltuğu, daha sonra da bir sandığın üzerinden aşmaları gerekiyordu. Sevim’in genç kızlık somyası, naylonla örtülerek banyonun duvarına dayatılmıştı. “Gördün ya, yerleştik işte,” diyordu Sevim kocasına. Diyordu ya, aslını sorarsanız evin içinden oraya buraya çarpmadan yürümek olanaksızdı. Tabii önemli olan biri mutfağın, öteki de yatak odasının önünde bulunan iki küçük balkondu.

Yatak odasının balkonundan geniş, boş bir arsa görünüyordu ve arsa şimdilik yemyeşildi. Yağmur yağdı mı, çeşitli genişlikte su birikintileriyle doluyor; çevre apartmanların, ağaçların yansımalarıyla, sular üzerinde birbirine geçmiş renk buğularından garip şekiller oluşuyordu. Hele balkona küçük bir halı serip de üzerine uzandınız mıydı, akıp giden bulutları seyredebilirdiniz. Onlar da cumartesilerini ve pazarlarını balkonda yatarak geçiriyorlardı. Mutfağın önündeki balkon aşağıdaki bahçeye bakıyordu. Gerçi beşinci katta oturduklarından fidanlar biraz küçük görünüyordu, ama ıslak çimin, güllerin kokuları iyice duyuluyordu. İşten döndüklerinde iki tabure atıyorlardı mutfak balkonuna ve kollarını balkon demirliklerine dayayıp aşağıya bakıyorlardı. Karşıda iki blok ötedeki yapının önünde bir askeri cip duruyordu devamlı… Yapının bulunduğu sokağı kesen bir başka sokağın iki başında da sten tabancalı jandarmalar… Gür yeşillikli ağaçların gizlediği bir bahçeden çocuk sesleri geliyordu. Çocuklar belki de saklambaç oynuyorlardı.

“Nasıl, mutlu musun? diye soruyordu karısına Nuri. Sevim yavaşça başını sallıyor, ama mutlu görünmüyordu. Sonra kalkıyor, içerde, mutfakta kabak kızartıyordu. Nuri sarımsaklı cacık, taze nane kokusu duyuyor; aşağıda, bahçede oynayan kapıcının çocuğuna seslenip bir şişe rakı aldırıyordu.

“Böyle her akşam rakı içersen kirayı nasıl öderiz?”

Hakkı vardı Sevim’in. Nuri paltosunu sattı. “Kışa çok var nasıl olsa,” diye düşündü, “hele kış gelsin çaresine bakarız. Şimdilik bu parayla yirmi şişe rakı alınır.” İki yüz elli lirayı bir iskemleye çıkıp büfenin üzerinde duran vazonun içine koydu.

Bir gece yağmur yağdığından balkona çıkamamışlardı. Mutfaktaki küçük masaya karşılıklı oturmuş kahve içiyorlardı.

“Ne dersin,” diye sordu Sevim. Sesi hafifçe titriyordu. “İyi yapmadık mı? Bu evde de pek mutlu değiliz sanırım. Taşınmamız bir işe yaramadı.”

“Yoo,” diye yanıtladı Nuri kuru bir sesle. “Ben öyle düşünmüyorum. Bulutları, çimenleri, ağaçları görmek istiyorduk. Hepsini her gün doyasıya görüyoruz işte. Bence bir ömür boyu bütün bu güzelliklerin özlemini çekip durmak iyi bir şey değil… Bak, eskisi gibi sinemaya bile gitmiyoruz artık. Tanışlarımıza da gitmiyoruz.’’

“İyi değil yalnızlık…”

Sevim hafifçe içini çekip kahve fincanlarını kaldırdı.

“Yasak da değil… Kanunlarda yazıyor mu yasak diye? Kararnamelerde, bildirilerde de böyle bir şey yok…”

Akşamları yağmur yoksa ellerinden geldiğince balkonlardan birisine oturuyorlar, sonra yatıyorlardı. Sevim kitap okuyordu bir süre yatakta. Ve kocasının yatak odasında cıgara içmesine ses çıkarmıyordu. 

(…)

Yağmurun yağmak üzere olduğu kapalı bir havada yatakta yatıyordu gene Nuri. Garip bir pembeliğin camdan sızdığını gördü. Işığın nereden geldiğini merak etti. Çünkü kurşun rengindeydi gök. Yangın olabilir miydi? Yerinden kalkıp balkona çıktı. Batıda, kat kat bulut yığınlarının ince bir çatlak boyunca aralandığını, şimşeğin bir anlık görüntüsünü andıran bu çatlaktan gün batımı pembeliğinin gösterişsiz, kendi halinde sızdığını gördü. Pek ölgün, pek kayıtsız bir pembelikti bu ama bulutların yeryüzüne saldığı karamsarlığa başkaldırarak her yanı büyülü bir renge boğuyordu. Nuri, Sevim’i çağırmayı düşündü bir an. Sonra vazgeçti. Ocağın başında, önünde önlüğüyle makarna salça hazırlayan karısı öyle uzaklardaydı ki!

Pembelik iyice soluk parlak gümüş rengini alana dek bekledi balkonda Nuri. Pembeliğin yitip gitmesiyle birlikte hafif bir rüzgar çıktı; yağmur bulutlarını önüne katıp güneye doğru götürdü. Ve Nuri bulutlardan temizlenen doğu yakasında belirmeye başlayan yıldızları gördü. Hiç olmazsa şimdi çağırmalıydı Sevim’i. Çünkü daha dün yıldızları göremediğinden yakınıyordu. “Kentte ışıklar öyle bol ki, yıldızlar seçilemiyor,” diyordu. Sanki yaşaması, yıldızların görünmesine bağlıymış gibi konuşmuştu. Ya da iki üç saatlik bir ömrü kalmıştı da yıldızları görmek son dileğiydi. Zaten artık çok yaşamayacak gibi solgun, yorgun, isteksizdi Sevim. İyice de zayıflamıştı. Bütün bunlar gerçekten önemli miydi? Üzülmesi gerekmez miydi Nuri’nin? Bilmiyordu. Ellerini balkonun soğuk demirlerine koyup bekledi. Yıldızlar, sağdaki henüz tamamlanmamış boş yapının karanlığı üzerinden birer birer çıkıyor sonra yok oluveriyordu. Yapının iki yanında ışıklar yanmıştı çünkü. Ve yıldızların, henüz bütün bütün kararmamış gökteki solgun ışıkları, neonlarla, floresanlarla, cıvalı lambalarla başa çıkamıyordu. “İşte her şey eskisi gibi,” diye düşündü Nuri. “Yani bir çaresizliktir gidiyor. Ya da ben bilmiyorum savaşmayı. Bilenler vardır belki. Olur ya… Ama banane onlardan? Birçokları gibi duvarların arasına sığınıp, orada güven içinde yaşamaya alıştım, öyle eğitildim. Esintili kırlar, ıssız dağ başları ürkütürdü beni. Dalgalı denizin ortasında kalsam, ne yapacağımı şaşırıverirdim.”

Haziran sonuna doğru yağmurlar dindi. Sıcaklar bastırdı. Küçük bahçede rengarenk güller, aslanağızları, filbaharlar, avize çiçekleri açtı. Nuri, ansızın bastıran bir sağanak yüzünden içeri kaçmak korkusu olmaksızın, rahatça oturuyordu balkonda. Bulunduğu yerden batı yanı pek görünmüyordu ama günbatımının kızıllığı belli belirsiz seziliyordu gene de. Bir aşağıdaki katın balkonuna dek yükselen akasya türünden bir ağacın yapraklarına takıldı gözü. Yapraklar telek damarıyla çaprazlama sıralanmışlardı. En üsttekilerden başladı, daha alttakileri, en alttakileri görmeye çalıştı. Her katta yeşilin rengi değişiyordu. Birden, gittikçe koyulaşan, neredeyse kararan yeşillerin arasında bir pembelik gördü. Yosunlu bir gölün derinliklerinden vuruyor gibiydi. Biraz daha eğildi.

“Şuna bak,” diye konuştu kendi kendine, “yaprakların boşluğunda hiç titremeden duran bir ışık… Ya da renk… Karıştırıyorum sanırsam. Ama zararı yok. Çünkü yeniden başlamak mümkün… Kim engel olabilir? Sevim mi? O ütü yapıyor. Bir de türkü tutturmuştur. Ben de doğru ya da yanlış aklıma eseni yapıyorum. İçkili olduğumu söylerler belki. Ama paltomu satmadım mı? Kimse kınayamaz beni. Kınasalar da haberim olmaz. Öldüm çünkü. Evet, böyle de ölünebilir. Kayıtsızlık içinde…”

Pembelik genişledi, genişledi, dağıldı… Dünya kocaman pembe bir top oldu. Ve Nuri’nin avuçlarından sıyrılıp boşluğa doğru fırladı. O sırada Sevim ütünün fişine uzandı, prizden çekti. Evin önündeki sokaktan kocaman bir kamyon geçiyordu.

 

ARŞİV