Selim İleri: İstanbul Lâle ile Sümbül

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Selim İleri ile devam ediyor.

17 Ocak 2025 - 12:30

SELİM İLERİ (30 Nisan 1949- 8 Ocak 2025)

1949'da Kadıköy Bahariye’de doğdu. 19 yaşında Cumartesi Yalnızlığı isimli ilk öykü kitabı yayımlandı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki öğrenimini 1972'de yarım bıraktı. 1976'da Dostlukların Son Günü ile Sait Faik Hikâye Armağanını, 1977'de Her Gece Bodrum ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü aldı.

1978’te, Ali Bozok ve Mehmet Tim’le birlikte Günebakan Yayınevi’ni kurdu. 
Yayınevi üç dört yıl sonra maddi olanaksızlıklar yüzünden kapandı. 1987’de Argos dergisinde yöneticilik yapmaya başladı ve dergi kapanıncaya kadar buradaki görevine devam etti. Selim İleri, 1970’lerden sonra yaşamı boyunca yazıdan başka bir uğraş edinmeyen, roman, öykü, şiir, deneme, tiyatro, anı, inceleme gibi edebiyatın bölümlerinde ve türlerinde nitelikli eserler ortaya koyan çağdaş Türk edebiyatının üretken kalemlerinden biri oldu. Romanları ve öyküleriyle edebiyat çevresinde geniş yankılar uyandırdı. Çeşitli ödüller aldı. Romanları dışında yirminin üzerinde senaryo yazdı. Yeni Ufuklar, Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Türk Dili, Politika, Dünya, Milliyet, Milliyet Sanat, Gösteri, Cumhuriyet gibi birçok gazete ve dergide inceleme, eleştiri yazılarıyla yer aldı, gazetelerde köşe yazarlığı yaptı, yazı dizileri hazırladı. Radyo ve televizyonlarda kültür-sanat programları sundu.

Kadıköy Belediyesi’nin 2016’da Haydarpaşa Garında düzenlediği Kitap Günleri’nin onur konuğu oldu. 

Edebiyatımızın naif kalemlerinden biri olan İleri 8 Ocak’ta aramızdan ayrıldı. Yazarın anısına saygıyla Everest Yayınları’ndan çıkan “İstanbul Lâle ile Sümbül” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

İSTANBUL LÂLE İLE SÜMBÜL

Bahariye Caddesi üstündeki Geren Apartımanı'nda doğmuşum. 1949 yılında, 1949 Nisanı'nın son günü. Geren Apartımanı yorgun cephesiyle hâlâ yerli yerinde. Giriş katında doğmuşum.

Beş yaşıma kadar oturduğumuz o kira evini hayal meyal hatırlarım. Önde, biri caddeye bakan iki oda. Klasik ev düzenlememizde olduğunca, pencerelisi oturma odası; içerlek olanı, yemek odası. Yemek odasından küçük, dar bir koridora geçiliyor. Mutfak orada. Mutfağın avuç içi kadar bir balkonu var. Yatak odalarını gözümün önüne getiremiyorum. 

Ama mutfakta, yaz günleri, keskin çiroz kokusu şimdi de iştahımı kabartıyor. Patlıcan kızartmasının kokusunu unutmuyorum. Galiba mangalımız vardı ve mangalda çok sevdiğim cızbız köfte...

Geren Apartımanı'nın giriş katı böyle puslu ve bu kadarken, Bahariye çok daha seçik. Evet, nedense, semtimizi aradan geçen bunca zamana rağmen apaydınlık görebiliyorum. Semti, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum'da yer alan “Perisiz Evler”de yazdım. Fakat her şeyini anlatamadım.

(…)

Bahariye benim için bir tramvay sesleri cümbüşüdür. Cümbüşe bazan Ayia Trias Rum Ortodoks Kilisesi'nin çanları eşlik eder. Tramvayların sesleri hep uçarıyken, çanınki hüzünlü, ağırbaşlı, hatta matemlidir. 

Ayia Trias'ın bahçesi çok güzeldi, handiyse küçük bir çamlıktı. 1950'lerin İstanbul'unda farklı kültürler, farklı dinler birbirine kardeşti. Henüz 6-7 Eylül felâketi yaşanmamıştı. Bağnazlık yoktu. Kiliseyi gezdiğimizi, kilisede dua ettiğimizi hatırlıyorum. 

Hem yalnız Ayia Trias'ta değil. Kadıköyü'nün başka kiliselerine de arada bir uğranılırdı. Bursa'dan gelen Nezihe Halamız, Moda'da, Koço'nun altındaki ayazmada yalnız dua etmemiş; dilekleri için iki küçük, gümüşten ev de almıştı, mumlar dikmişti...

Bahariye Caddesi'nin adını sonradan değiştirdiler. Asım Gündüz Caddesi oldu. Asım Gündüz Cumhuriyet'in ilk genelkurmay başkanlarından. Evi, Ayia Trias Kilise'nin yanında. Nisbiye Sokağı'nın bir köşesinde kilise, öteki köşede ev. 

Ev dediğime aldanmayın. Bütün hayatım boyunca unutamayacağım mekânlardan biri. Eskilerin ‘köşk yavrusu’ dediklerinden. Onun da harikulâde bir bahçesi var. Ayia Trias'ınkini çamlar bezemişken, bu bahçede sünger taşlarıyla yapılmış havuz ilk anda göze çarpıyor. Havuzun nilüferli olduğunu söylememe gerek yok herhalde.

Derken öteki güzelliklere dalıp gidersiniz: Mevsim çiçekleri, meselâ, anasına babasına pay verenler, leylakî ortancalar -başka bahçelerdekiler çividîyken, bunlar gerçekten leylakî-, sincabî horozibikleri, havuz kenarında öbek öbek hercai menekşeler.

Bahçe olsun, ev olsun, rüyadan çıkageliyormuşçasına, yazdıklarımda göründüler. Pastırma Yazı'ndaki “Annemin Sardunyaları” oradan esinlenme; Dostlukların Son Günü’nde “Erişmez Nevbahar”, yıllar sonra Ada, Her Yalnızlık Gibi... Dönüp dolaşıp oraya geri dönmüşüm.

Her sokağa çıkışımızda ille bahçeye bakmak isterdim. Değişen mevsimle onun yeni görünümü belleğime çakılı kalmalıydı. 

Çakılı kalanların en büyüleyicisi, taştan cüce heykelleriydi, Pamuk Prenses masalının cücelerinden oldukları söylenirdi. Rengârenk boyanmış, sakallı, külâhlı, az sonra yürüyüp gidecekler.

Zaten bahçeye göz atmak isteğimin gerisinde, cücelerin orada olup olmadıkları kaygısı vardı. Ya çıkıp gitmişlerse! Neyse ki, çocukluğum, yeniyetmeliğim boyunca terk etmediler bahçeyi. Sonra güzelim ev yıkıldı, yok edildi. Hiçbir şey kalmadı, havuz, çiçekler, süs ağaçları...

Tramvay, kilise, Asım Gündüz'ün evi, ama bir de sinemalar! Bahariye, Kadıköyü'nün neredeyse bütün sinemalarının toplaştığı semtti. Kimi sinemalar yeni düzenlemelerle bugün de duruyor.

Süreyya'yı sona saklayacağım. Yurt'tan başlayayım. 

Yurt sineması, Halkevi binasındaydı. Yurt'a yıllar sonra gittim, artık on beş yaşımda falan. Yaz günlerinde. İki Türk filmi birden gösteriliyor. Türk sinemasına vurgunum ve kaçırdığım filmler için soluğu Yurt'ta alıyorum.

Gelelim Halkevi binasına: Ellime yaklaşırken gezdim. Kültür birimi olarak göz kamaştırıcı bir işlevselliği yansıtıyor. Ne yazık ki tam anlamıyla hiçbir zaman değerlendirilememiş.

Sakızgülü Sokağı'ndaki Hâle bende uzun yıllar adının çağrıştırdıklarıyla yaşadı. Hâle: Ay ağılı, ayın çevresinde bazen görülen parlak ve buğulu ışık, ayla. Bir sinema salonuna bundan daha yaraşır isim bulunabilir mi? Az sonra film başlayacak ve her film de ayla olup çıkacak!

Güzelim Hâle durup dururken Reks oldu. 

Hâle, eskiden tiyatroymuş; Apollon Tiyatrosu. İlk Müslüman Türk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale'nin o kadar trajik yaşamını bilenler, bedbaht ve çaresiz Afife'nin Apollon'da başına gelenleri, o can yangınını hatırlayacaklar. Büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin, Afife Jale'yi kaleme getiren içli yazısında Apollon'u, Bahariye'de bahar kokan geceyi, aktrisin, kamuoyunca değil, zabıtaca lânetlenişini anlatır.

Acı anılardan kaçarak, uzaklaşarak, Opera sinemasına sığınıyorum. Gerçi o da-hele balkonu-uçurumu andırır bir sinemaydı, adeta dikey bir salon.

Opera'da hangi tarihteyse, Dalida'nın filmini seyretmiştim. Mısır asıllı Dalida hayat doluydu ve öylesine güzeldi. Film, iddiasız bir güldürüydü. Dalida'nın güzelliği, canlılığı, şarkıları alıp götürüyor. 1980 sonrasında Dalida'nın canına kıyışını gazetelerden okuyunca, yüreğim ezgin, yine Opera sineması, yine gümrah saçlar, iri gözler. Ölümü, cana kıyışı yadsımak isteyerek.

Bahariye'nin sinemaları arasında sona sakladığım Süreyya, İstanbul'a sevgisini pek çok kez ödemiş Süreyya İlmen'in yaptırttığı bir salon. Belleğim yanıltmıyorsa, 1925 sonrasında açılmış. 

Girişte, Süreyya Opereti'nin primadonnası Suzan Lütfullah'la -bir başka primadonnanın, Gülriz Sururi'nin genç yaşta ölen annesi- Süreyya İlmen'in büstleri dururdu. Primadonna sözcüğünü Suzan Lütfullah'ın büst altı yazısından öğrenmiş olmalıyım. Sevgili dostum Gülriz Sururi'den annesinin hikâyesini dinlediğimde ise, o şatafatlı sözcük hüzünlerle donanacaktı... 

Süreyya süslü püslü sinemadır, büstler, heykeller, masklar, iki yanlı-deyiş yerindeyse-zengin merdivenler, yine heykeller, tavanın tam ortasında “Tiyatro mekteb-i ebedîdir, musiki ruhun gıdasıdır” yazısı... Sonra, akrabadan Şevket'in sünnet düğününe gittiğimiz balo salonu, freskolar... Freskolardan izdüşümleri Yaşarken ve Ölürken'e katmıştım. Öyle anlaşılıyor ki, çocukluğumun semti, semtteki yapılar, bahçeler, özellikler, yazılara, öykülere, romanlara yol açmış.

Annemle Bahariye'den Altıyol'a inerdik. Hafif eğimli yokuş. Altıyol'da dedemin kitapçı dükkânı, ufarak kitabevi. Tezgâhın üstünde Miki fareli, Vakvaka kardeşli, Varyemez Amcalı çıkartmalar. Dedem cimri. Anneciğim hayatta. Çıkartmalar tezgâhta kalacak, ama annemle el ele tutuşup Geren Apartımanı'na döneceğiz. Az sonra. Ah keşke!

Şifa’da Bazı Akşamlar

Doğduğum semt Bahariye'yi sizlerle paylaştım ama, Kadıköyü'nde yıllar yılı yaşamış bir hanımefendi, “Şifa'sız Bahariye olmaz” dedi. Sonra da, geçmiş günlere dalıp giderek, “Doğduğunuz Gerede Apartımanı'ndan Moda İlkokulu'na doğru yürüyün, sola kıvrılın, Şifa'ya giden yoldasınız artık...”

Hanımefendiyi dinlerken, Şifa'yı yazmadım mı diye düşünüyordum. Çocukluğum, yeniyetmeliğim... O yoldan aşağıya, Kurbağalıdere'ye doğru inişlerimiz, inerken sağda kalan Saint Joseph'i -eskiler “Frerler Mektebi”  derlerdi- geçince, ucunda Mahmut Ata'nın rüzgârgüllü evi, Şifa, çıkmaz sokak!.. Dedemlerin Bakla Tarlası Apartmanı -bugün de yerli yerinde duruyor- tam Şifa'nın karşısındadır. Oradan hatıralar... Mutlaka yazmışımdır...

Sonunda Dostlukların Son Günü'nde buldum, “Gelinlik Kız” hikâyesinde:

“Kapıdan kedi adımlarıyla çıkıyoruz.” (İşte Gerede Apartımanı'nın kapısından!) “Annem, dikkatle sokak kapısını kilitlemiyor. Sonra sokak, yazsa daha bir iç açıcı serinlikte, sonbaharı yaşıyorsak iyicene iliklerimizi ısıtan ılık güneşlerle dolardı.”

Durakaldım. Sözcüklerim, anlatım mı şaşırttı? 1970'lerin bu öyküsü hangi koşullarda hangi duyuşlarla yazılmıştı? 

(…)

Kadıköyü, bir bakıma, şairler, yazarlar beldesi. En çok buluşulan yerler ise, Moda ve Şifa kıyıları.

Kimler yok ki aralarında: Yusuf Ziya (Ortaç), Faruk Nafiz (Çamlıbel), Fahri Celâl (Göktulga) Reşat Nuri, Ahmet Hâşim, Ömer Seyfettin, mitologya esinli şiirler yazarı Salih Zeki (Aktay)...

Hemen her akşam, Şifa'da, Bakla Tarlası'nın ucundaki bir açık hava kır kahvesinde buluşuluyor. Kızıltoprak sahilleri, Kalamış Koyu kahvenin manzarası. Bazan tavla oynanıyor. Sonra, kır kahvesinde, “beş aşağı beş yukarı” dolaşmalar. “Kahveci Yervant, kıranta, yaşlıca bir Ermeni”.

Yervant'ın en çok önemsediği kahve gediklisi Ahmet Rasim'dir. Ahmet Rasim o zamanlar Kızıltoprak'ta, Papazın Bağı'nda bir kulübede oturuyormuş. Sık sık kahveye geliyor, “ta dipte tenha bir köşede, Yervant'ın getirdiği koltuğuna yerleşerek, yukarıdan Kalamış'ı seyre” dalıyormuş.

Koltuk da koltuk azmanı! Kır kahvesinin kapalı kısmından sağa sola çarparak binbir güçlükle çıkarılıyor. Şehir Mektupları'nın usta yazarına çıkarıldığı için külfetten yakınmak kimsenin aklından geçmiyor.

O zamanlar yolun başındaki Halit Fahri, yıllar ve yıllar geçince şöyle yorumlayacak:

“Artık yaşlanmış olan Ahmet Rasim, şişman vücudunu bu koltuğa gömerek, gözlüklerinin altından, ayna gibi düz ve şeffaf koy sularını temaşaya dalarken kimbilir içinden eski İstanbul ve bilhassa Kadıköy’ün akşamlarına dair ne gençlik hatıraları geçerdi!”

(…)

Şifa akşamlarına derken iki genç daha karışır: Mecdi Sadrettin'le Nâzım Hikmet. Nâzım Hikmet o tarihlerde daha ilk şiirlerini yazmaktadır; “fakat bu heveskârlık şiirlerinde bile kuvvetli bir heyecan”... Bu şiirlerden bir ikisi kırık aşk şiirleridir. "İri siyah gözlü" sevgilisiyle Nâzım'ın arası açılmış ve şair taşkın bir "intikam feryadıyla" şiirleri yazmış.

Faruk Nafiz de âşık o günlerde, hem de bir Romeo-Juliette sevdası. Fahri Celâl, "boylu boslu, tombul bir dul hanımı" uzaktan sevmektedir. Şifa akşamlarında boyuna onu anlatır, boyuna onun geçip gitmesini bekler.

Yaz mevsiminde bazı akşamlar Yahya Kemal Kadıköyü'ne geçer. Edebiyatçılar Geçiyor'dan iz sürelim:

"Yahya Kemal bizi alır, Kuşdili'nde dere kenarındaki meyhanelerden birine götürürdü. Gölgeler çökerken derenin ruha sükûn veren karartısı karşısında bir taraftan Cemşid'in ruhunu şâd eder, bir taraftan da üstadın Şeyh Galib’den okuduğu mısraları daha tatlı bir içki gibi yudum yudum içerdik.”

(Syf 14-24)

İstanbul’da en eski kedi Arkeoloji Müzesi’ndedir, üstelik bu bir mumya kedidir. Handiyse elli yıl önce, ilkyaz günüydü, babam beni Arkeoloji Müzesi’ne götürmüştü, koca koca mermer sütunlar, görkemli alınlık, içerde de büyük salonlar. Eski Mısır’dan kalma mumyalanmış kediyle mumyalanmış sahibi birlikte uyuyorlar camekan içinde.

Nice zamanlar var ki Arkeoloji Müzesi’ne gitmedim. Mumya kedi yerli yerine duruyor mu?

Şefkati İstanbul'un kedilerinden öğrendim. Çocukluğumda, Bahariye Caddesi'nde, daha o zaman yıprak, bir Kadıköyü evi, kapısına üç dört basamakla çıkılan. Basamaklardaki yiyeceği iki tekir kediden biri yiyor, öteki tekir yemiyor, yiyecekleri patisiyle arkadaşına âdeta ikram ediyor. Neden sonra fark ettim: Usul usul karnını doyuran tekir, kör bir kedi! Bugün hâlâ içimi sızlatır o kedi şefkati...

Çocukluğun kedileri unutulmuyor. Kadıköyü'nden sonra Cihangir'e taşındığımızda, Kumrulu Yokuş Sokağı'nda pek çok sokak kedisiyle haşır neşir oldum. Tabiî, büyüklerimizin “Şimdi tırmalayacak!” itirazlarına kulak asmayarak.

Bütün Cihangir'i arabasıyla birlikte dolaşan Rum balıkçı, bir kediler sürüsünü ardına takardı. Görülecek manzaraydı. Deri önlüklü Rum balıkçı önde, kediler bazan arkasında, kimisi yanında, bazı kediler de önden koşuyorlar. Bir pencere açılıyor, hanımlardan biri sanki ilk defa alışveriş yapıyormuş gibi, "Balıklar taze mi?" diye soruyor, mahallemizin balıkçısı da balıklarını övmeye koyuluyor. Sonunda hangi balık tercih edilmişse, kesilip biçiliyor; artıklar kedilere!

(Syf 35-36)

Yoğurtçu Parkı benim çocukluğumun parkıydı. 1950'lerin dünyasında, parkta çok günlerim, hatıralarım...

Şimdi yoğun trafiğin âdeta kesip biçtiği, kanını akıttığı park, o zamanlar bana uçsuz bucaksız görünürdü. Çocukluğun bütün mekânları olduğundan geniştir.

Parkta kış günleri gözümün önüne gelmiyor. Daha çok ilkbaharlar, yazlar, yaz sonları; en çok da sonbaharlar.

Yoğurtçu Parkı'nı, yeşertisi bol olduğu mevsimlerde, çocukluğumun en güzel masal-romanlarından İpek Prenses'ten çağrışımlarla tadardım. İpek Prenses'in başlangıcında, büyülü bir şato korusu vardı. Ağaçlar sık, yaprak örtüsü alabildiğine. Park da öyleydi. Ya da bana öyle gelirdi. En sıcak bir yaz günü bile, yaprak örtüsü, gölgelikler, serinlikler serperdi.

Sonra eylül gelince, yapraklar sararmaya, kurumaya, dökülmeye koyulurdu usul usul.

Bununla birlikte, onca sarartının, boz alacanın ortasında, sonbahar geldi mi, Yoğurtçu Parkı kıpkırmızılar da kuşanırdı. Bunlar ateşçiçekleriydi.

Belleğim aldatış içinde değilse, ateşçiçeğini ilk kez Yoğurtçu Parkı'nda gördüm. Elliyi aşkın yıl geçti; ateşçiçeği benim için hâlâ Yoğurtçu Parkı'nın çiçeğidir.

(Syf 46-47)

Hatırladığım balık avı heyecanları Boğaziçi'nde geçmiyor. O zamanlar Kadıköyü'nde Şifa, denizle yüz yüze geldi mi bir çıkmaz sokaktı. Şimdiki gibi merdivenle denize inilmiyordu. Şifa'nın en ucunda "Esma'nımların kayıkhanesi" vardı. Kayıkhanenin üstündeki küçük ahşap evde de Esma Hanım kızları, oğulları ve gelinleriyle otururdu.

Şifalılar, Yoğurtçu'da oturanlar bu kayıkhaneden denize açılırlardı. Bir öbek sandal, kıyıdan ilerler, Moda'ya varır. Bir öbek sandalsa Kalamış'a uzanır, Adalar'a doğru açılır.

Fener açıklarında belli yerlere sepetler bırakılırdı. Istakoz ateş pahası değildi, handiyse istavrit gibi küçümsenirdi, o kadar boldu. (…)

Şifa'daki Cemil Ağbi'nin bize getirdiği o balıklar hemen kızartılır, iştahla yenirdi.

Boğaziçi'nde olduğu gibi, Esma Hanım'ların kayıkhanesinden bazan da geceleyin yola çıkılır; tam günbatımında hazırlıklar tamamlanmış, gecenin balık şenliği başlardı.

Balık mevsimiyle birlikte akşamlar serinlediğinden, kazaklar, hırkalar alınır, yün başlıklar ihmal edilmez; ama mangal, kömür, ızgara hiç ihmal edilmezdi. Çünkü bu akşamların, bu gecelerin özelliği tutulan balığın hemen pişirilmesi, bir iki kadeh rakı eşliğinde yenmesiydi.

Denizin mihnetini çeken asıl balıkçılara gelince, onlar amatör heveskârlara için için gülüp geçerler, çetin hayatlarını sürdürürlerdi. Moda iskelesinde, taze tuttuğu balıkları satmaya çalışan yaşlı balıkçının kırış kırış yüzünü hiç unutmadım...

Biz balığı daha çok Kadıköyü Çarşısı'ndan alırdık. Kıpkırmızı, koskocaman tablalara serili incir yaprakları üstünde mevsimin balıkları. Hemen bitişikteki tezgâhta, hele güz gelmişse, kıpkırmızı turplar, yemyeşil kıvırcık salata, maydanoz, kırmızı soğan.

Demin anmıştım: Lüfer, eylül ayının balık bereketiydi. Önce kısacık boylu lüferler görünürdü; onlara 'defne yaprağı' denirdi. Sonra çinekop, lüfer, biraz daha büyüyünce de kofana. Bu isimler ille yerli yerinde kullanılır, böylece mevsimin yol aldığı duyumsanırdı.

Balıkçılar “Kestane bunlar! Kestane!” diye ünlemi kondururlardı. Palamuda niye "Kestane!" dediklerini anlayamazdım. Meğer irice palamuda denirmiş.

Marmara'da artık pek görülmeyen uskumru, elli yıl öncesinin Kadıköyü Çarşısı'nda handiyse sıradan bir balıktı, boldu, ucuzdu. Uskumru dolması beceri istediğinden, her evde yapılmaz, ama şık, lüks mezecilerde büyük beyaz kayık tabaklarda alıma sunulurdu.

(...)

Kadıköyü'nden Karaköy'e, Karaköy'den Kadıköyü'ne geçtiğimiz yaz günlerinde, harikulâde bir balik bizlerle, vapurun yolcularıyla arkadaşlık kurmak isterdi. Bu, yunustu! Yunuslar birlikte yüzerler, vapura iyice yanaşırlar, sıçrarlar, derinlere yine dalarlar, kavisler çizerek yine su üstüne çıkarlardı. Birkaç yıl önce Büyükada'ya giderken, birdenbire iki şakacı yunus gördüm. Gözlerime inanamadım. Eskisi gibi eğlendiler, su püskürttüler.

O yaz Büyükada'ya çok sık gittim. Fakat iki yunusu bir daha göremedim.

 (Syf 93-96)

Ben, Haydarpaşa'yı tren seslerinden hatırlarım. Bu ilk hatırlayış, belki de garı görmeden yaşandı. Çünkü, dedemlerin Şifa'daki evlerinde, arka balkona çıktığımda, o zamanın... bundan elli yıl öncesinin tenha ve handiyse kırlık İstanbul'unda, tren sesleri Haydarpaşa'dan Şifa'ya kadar yankır dururdu.

İnanmayanlar çıkacak; bana da hayal gibi geliyor.

Sonra, hangi tarihteyse, Haydarpaşa Garı'nı gördüm. Çocukluğumun peyzajları arasında bu yapının çok ayrı bir yeri var. Hem görkemliydi, hem sarsıcı, hem de ayrılıklar kuşanmıştı. Gelen trenler kavuşturuyordu ama, kavuşmalar gönlüme su serpmezdi. Çünkü ayrılanlar, vedalaşmalar hep üzer, acıtıcılıklarıyla bellekte saltanat kurardı.

Kimi geçirmeye gitmiştik? Uzağa bir yolculuk olmalı. Trenin hareketine daha vakit vardı. Peronda bir aşağı bir yukarı gidip gelmeler, yakın bir zamanda yeniden buluşmak, görüşmek temennileri. Gelgelelim, lokomotif, vagonlar, raylar, demiryolu ille gidileceğini, ille ayrılığı söylüyordu. Bir iki damla gözyaşıyla. Geriye kalanı, başkalarının önünde ağlayış olmasın diye içe akıtılmış.

Tren kalktı. Omuzlar düşük, perondan çıkıldı. Kadıköyü yakasından atlı arabalar büsbütün silinmemişti. Kadıköyü İskelesi'nde olduğu gibi, Haydarpaşa'da da son faytonlar. Çok sevdiğim atlı arabaya bindik, oysa içimden sevinç geçmedi.

Galiba ayrılığı öğreniyordum...

Pek çok anıyla yüklü olsun, bir semte, bir yapıya derin anlamı yine de edebiyat eseri katar. Uzun yıllar, çok uzun yıllar, çocukluğum, ilkgençliğim İstanbul'da Beyoğlu yakasıyla Kadıköyü arasında mekik dokumakla geçti. Haydarpaşa'da iskeleyi, gari epey yaşadım.

(Syf 215-216)

 


ARŞİV