SELMA LAGERLÖF (20 Kasım 1858- 16 Mart 1940)
Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ilk kadın yazar Selma Lagerlöf İsveç’te doğdu. Çocukluğunu bu kırsal bölgede geçiren Lagerlöf, ailesinin maddi sıkıntıları nedeniyle erken yaşta sorumluluklarla tanıştı. Kalıtsal bir hastalık nedeniyle genç yaşta kısmen sakatlandı, bu durum onun hareketlerini sınırladı ancak edebiyata olan ilgisini artırdı. Evde eğitim aldı. 1885'te Landskrona'daki bir ortaokulda öğretmenliğe başladı. 1890 senesine kadar şiir yazdı. İlk romanı Gösta Berling'in Destanı'nı 33 yaşındayken yayımladı. 1895'te seyahat bursu kazandı, öğretmenliği bırakarak kendini yazmaya adadı.
1909'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan ilk kadın oldu.Lagerlöf, kazandığı ödül parasıyla çocukluk evi Mårbacka’yı satın alarak restore etti. Bugün bu ev bir müze olarak kullanılmaktadır. Bir süre İtalya'da yaşadı ve Sicilya'da geçen Deccal'in Olağanüstülükleri adlı romanını yazdı. Eserlerinde İsveç’in halk hikayelerini, kültürel mirasını ve kırsal yaşamını işledi. Çalışmaları, İsveç’in doğal güzelliklerini ve geleneksel değerlerini yansıtmasıyla tanındı. Kitapları birçok dile çevrildi. Sinema ve televizyona uyarlandı.
Yazarın Epona Yayıncılık tarafından yayımlanan “Genaral’in Yüzüğü” kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz
GENERAL’İN YÜZÜĞÜ
Eski zamanlarda "korku" nedir bilmeyen insanlar yaşarmış. İncecik buzun üstünde kaymaktan ve vahşi atlara binmekten korkmak bir yana bundan keyif alan bu kişiler hakkında çok şey duydum. Maharetli parmaklarıyla yaptığı hileler sayesinde kağıt oyunlarında bir kere bile kaybetmemiş olan Ahlegard'ın karşısına geçmeye cesaret edenler; Cuma günleri seyahate çıkmaktan, masaya on üç kişi oturmaktan korkmayanlar da varmış.
Ama bu kişilerin içinde acaba Hedebyli General Löwensköld'ün korkunç yüzüğünü takmaya cesaret edebilmiş birileri de olmuş muydu?
Löwensköldlere, ünlerini ve topraklarını kazandıran işte bu General'di; aile epey bir zamandır Hedeby'de oturmaktaydı. Üst kattaki büyük oturma odasında General'in bir portresi asılıydı. İki pencere arasında duran bu resim, yerden tavana kadar bütün bir duvarı kaplardı. (…)
Mavi paltonun yakasından geniş ve kaba bir köylü suratı yükselmekteydi. Bu haliyle daha çok, yaşamı boyunca her gün saban sürmüş birine benziyordu. Bu sıradanlığına rağmen akıllı, güvenilir, hatta büyük bir adam olduğu izlenimi veriyordu. O kadar ki günümüzde yaşasa rahatlıkla bir mahkeme ya da belediye meclisi üyesi olabilirdi. Ama o, Kahraman Büyük Kral zamanında yaşamış, askerlik görevi için köyünden ayrılmış, savaşlara katılmış ve hizmetleri karşılığında kraliyet tarafından Bro bölgesindeki Hedeby arazileriyle ödüllendirilmiş, yani memleketine hem zengin hem de General Lövensköld olarak dönmüş yoksul bir adamdı.
(…)
Resmi inceleyen aile üyelerinin içinde mutlaka ve hemen her zaman, General'in sol elindeki eldiveni, işaret parmağına taktığı büyük mühürlü yüzüğü sergilemek için çıkarmış olduğunu söyleyen birileri çıkardı. Bu yüzük, kralının - onun için tek bir Kral vardı ona bizzat vermiş olduğu bir armağandı. Yani yüzük, Bengt Löwensköld'ün krala bağlılığının bir nişanı olduğu için resimde yer alıyordu. Ne yazık ki kralın iyi bir hükümdar olmadığını söyleyenler de yok değildi, hatta sonuçlarını düşünmeden attığı adımlar yüzünden krallığı çökme noktasına getirdiğini bile dile getirenler olmuştu. Bütün bunlara rağmen General, krala olan bağlılığından hiç vazgeçmedi. Onun kralı, kimselere benzemezdi. Bir süreliğine olsun yanında bulunmuş herkes, dünyevi şeref ve başarının yanı sıra, daha soylu ve yüksek amaçlar uğruna da savaşılabileceğini kavrardı.
Bengt Löwensköld yüzüğün resimde görülmesini nasıl istediyse öldüğünde onun kendisiyle birlikte mezara gömülmesini de arzu etmişti. Bunun kibirle bir alakası yoktu. Elbette Tanrı'nın ve meleklerinin huzuruna çıktığında, kralın ona verdiği bu mücevherle övünmek gibi bir çabası olamazdı; onun tek arzusu, öteki dünyada XII. Charles'ın güvendiği şovalyeleriyle birlikte oturduğu o salona girdiğinde, yüzük sayesinde onun tarafından tanınmak ve hayatı boyunca büyük bir şerefle hizmetinde bulunduğu bu adamın sonsuza kadar yakınında olmaktı...
Öldüğünde, General'in bedeni bir tabut içinde Bro kilisenin bahçesine, kendi hazırlattığı mezara yerleştirildi; yüzük sol elinin işaret parmağında takılıydı. Törende bulunanlar, böyle büyük bir hazinenin tabutla birlikte mezarı boylamasına elbette teessüf ettiler; General'in yüzüğü, en az kendisi kadar bilinir, tanınırdı. Yüzüğün büyük bir arazi satın alacak kadar, kraliyet mührünün oyulmuş olduğu kırmızı taşın da bir o kadar kıymetli olduğu söylenirdi. İnsanlar, oğullarının General'in bu arzusuna karşı gelmeyip babalarını böyle bir hazineyle birlikte gömecek kadar cömert olduklarını düşünmekle yetindiler.
Eğer General'in yüzüğü gerçekten resimde görüldüğü gibiyse birkaç yüz yıl öncesi için epey makbul olabilir, ama bugün kesinlikle kimsenin takmaya cesaret edemeyeceği irilikte bir şey! “Gortz'un Adamları”na karşı verilen savaş yüzünden ülke iflasın eşiğine geldiğinde mücevherlerin, değerli madenlerden yapılmış kap kacak ne varsa her şeyin kraliyet hazinesine bağışlanmış olduğunu, o dönemde birçok insanın altın diye bir şey görmediğini, altının yalnızca sözü edilen bir nesne olduğunu unutmamalıyız. İşte bu nedenle, halk hiçbir işe yaramaksızın tabutla birlikte gömülen yüzüğü bir türlü unutamadı. Toprağa gömülmesi büyük bir haksızlıktı yabancı bir ülkeye götürülüp büyük paralara satılabilir, bu para ile yiyecek içecek hiçbir şeyleri olmayan, saman ve ağaç kabuklarıyla karınlarını doyurmaya çalışan halka gıda sağlanabilirdi.
Birçok kişi düşlemesine rağmen, bu değerli hazineyi ele geçirmeyi ciddi olarak düşünmek pek mümkün değildi. Yüzük, üstü sıkı sıkı vidalanmış bir tabutun içinde, taş duvarlarla çevrili bir mezarlıkta ve ağır bir mezar taşının altında, yani en cesur hırsızın bile ulaşamayacağı bir yerde duruyordu, dünyanın sonuna kadar da orada kalacağına herkes inanmıştı.
General Bengt Löwensköld 1741 yılının Mart ayında ölmüştü, birkaç ay sonra Hedeby'de yaşayan en büyük oğlu George Löwensköld ise dizanteriye yakalanan küçük kızını kaybetti. Zavallı çocuğu pazar ayininden hemen sonra gömdüler; ayine katılanların tümü cenaze töreni için Löwensköldlerin mezarlığında toplanmıştı. Ufak tabut büyükbabanınkinin yanına konulacaktı, bu nedenle aileye ait mezar odası bir taş ustası tarafından açılmış, hazırlanmıştı.
Cenaze ayinine katılmak için mezarın etrafına toplanmış herkesin aklında tek bir şey vardı; kimseye yararı olmaksızın mezarın dibinde öylece yatmakta olan kraliyet yüzüğü. İçlerinden bazıları yanındakine, ertesi güne kadar mezar kapatılmayacağı için yüzüğü almanın hiç de zor olmadığını fısıldamış bile olabilir.
Kalabalığın içinde, Mellomstuga'da yaşayan Olsbyli Bard Bardsson adlı bir köylü de vardı. Ama yüzük konusunda hayıflananlardan biri değildi o. Tam tersine, insanlar bu konuda konuşmaya başladıklarında o, her zaman iyi bir çiftliği olduğunu, General'in koca bir altın külçeyi kendisiyle birlikte mezara götürmüş olmasının kendisini hiç mi hiç ilgilendirmediğini söyleyip durmuştu.
Bununla birlikte, şimdi orada dikilirken mezarın açılmak zorunda kalmış olmasının çok garip olduğunu düşünüyordu. Bu onu, ve muhtemelen başkalarını da çok rahatsız etmişti.
Hiç üstüne vazife olmadığı halde, bütün gece mezarın açık kalmasının ne kadar tehlikeli olacağını düşünüp duruyordu. Ağustos ayıydı, geceler çok karanlıktı ve eğer mezar o gün kapatılmazsa hırsızın biri kolayca girer kıymetli yüzüğü yürütürdü. O kadar büyük bir endişeye kapılmıştı ki neredeyse gidip yüzbaşıyı uyaracaktı, ama insanların kendisini biraz alık bulduklarını biliyor, gülünesi bir duruma düşmek istemiyordu. “İşte bunda haklısın” diye düşündü kendi kendine, “işgüzarlık yaparsan elbette alay edilirsin. Sağduyulu bir adam olan yüzbaşı tabii ki mezarın kapatılması için bir girişimde bulunmuştur.”
Düşüncelerine öyle dalmıştı ki cenaze töreninin sona erdiğini farketmemiş, mezarın başında dikilmeyi sürdürüyordu; karısı kolundan çekiştirmese daha da dikilecekti.
(…)
Merak ettiği şeyi karısına söylemek istiyordu elbette, ama onun kendisinden daha akıllı olduğunu biliyordu. Gereksiz endişeye kapıldığını, mezarın açık ya da kapalı olmasının yalnızca yüzbaşı Löwensköld'ü ilgilendirdiğini söyleyeceğinden emindi.
Eve gitmek için yola koyuldular. Bard Bardsson kiliseden çıkınca konuyu unutacağını sanıyordu. Ne var ki öyle olmadı, çünkü karısı sürekli cenaze töreninden, tabuttan, törene katılanlardan, ayinden ve vaazdan söz edip durdu. Kendisi de karısının söylediklerini hiç duymadığı halde, sırf dinlenmediğini anlamasın diye ara sıra bir şeyler mırıldanıyordu.
(…)
Güneş batar batmaz, sabaha kadar deliksiz bir uyku çekmeye kararlı bir şekilde doğruca yatağa girdi, ama hiç uykusu yoktu. Sabahki huzursuzluğu geri gelmişti, bütün gece bir o yana bir bu yana dönüp durdu. Tabii karısı da uyuyamadı ve çok geçmeden neden o kadar huzursuz olduğunu sordu.
“Yok bir şey,” diye yanıtladı adam her zamanki gibi. “Aklıma takılan şeyi düşünüp duruyorum.”
“Bütün gün bunu söyleyip durdun," dedi karısı, “artık düşündüğün şeyi bana da söyleme zamanı gelmedi mi? Aklındaki şey bana söyleyemeyecek kadar kötü değil herhalde.”
Bard, karısının bu sözünden biraz cesaret aldı ve eğer ona her şeyi anlatırsa uyuyabileceğini düşündü.
“General'in mezarının kapatılıp kapatılmadığını, gece boyunca açık kalıp kalmayacağını düşünüyordum,” dedi.
Karısı güldü. “Ben de onu düşünüyorum, üstelik bugün kilisede olan herkesin de aynı şeyi düşündüğüne eminim,” dedi. ”Ama bu uyku kaçıracak bir şey değil ki!”
Bard, karısının olayı bu kadar basit bir şekilde açıklamasına sevindi. Rahatlamıştı, artık uyuyabilirdi.
Ancak tam bitti derken her şey yeniden başladı. (…) Tekrar bir o yana, bir bu yana dönmeye başladı. Sonunda karısının sabrı taştı ve yarı şaka:
“Sevgili kocacım, gözünü kırpmadan bir oraya bir buraya dönüp duracağına kiliseye gidip mezarlığa baksan daha iyi olmaz mı?” dedi.
Kadın sözlerini daha bitirmemişti ki adam yataktan fırlayıp giyinmeye başladı.
(…)
Bard karısının arkasından geldiğini görünce güldü. “General’in yüzüğünü çalmayacağından emin olmak için mi peşimden geldin?” diye sordu.
“Tanrım sen sabır ver!” dedi kadın. “Böyle bir şey aklına bile gelmez, bilirim. Hayaletlerle, şeytanlarla karşılaşırsan yanında olayım diye geldim.”
(…)
Mezarın başına geldiklerinde kapağın açık olduğunu gördüler. Mezar odasına açılan duvar henüz örülmemişti.
“Bu ne dikkatsizlik!” dedi Bard. “Burada bir hazinenin yattığını herkes biliyor, belli ki onu bir kez daha sergilemek hırsına kapılmışlar.”
(…)
Kapağı kaldırdıktan sonra hazineyi almamak gibi bir imkan kalmamıştı. Çürümüş parmaktan yüzüğü çekip çıkardılar, tabutun kapağını kapattılar ve bir ölü kadar sessiz, odadan ayrıldılar. Kilisenin bahçesinden geçerken el ele tutuşmuşlardı. Taş duvardan atlayıp yola ulaşana kadar da tek bir kelime etmeye cesaret edemediler.
“Düşünüyorum da,” dedi kadın, “adam bunu yapmamızı istiyordu bence. Bir ölünün yüzük takmasının doğru olmadığını artık o da anladı ve onu bize kendi isteğiyle verdi.”
Kocası bir kahkaha attı. “İşte bu iyi!” dedi. “Beni onun yüzüğü gönüllü olarak verdiğine asla inandıramazsın. Yüzüğü aldık çünkü bizi engelleyecek gücü yoktu.”
(…)
Kendilerinden emin ve memnun yürümeye devam ettiler. Bir yandan da neden başkalarının da kendileri gibi bu işe girişmediğini merak ediyorlardı. Bard ilk fırsatta Norveç'e gidip yüzüğü satmayı planladığını söyledi. Karşılığında hayatlarının sonuna kadar yetecek paraya sahip olacaklardı.
Birden kadın durdu. “Şuraya, doğuya doğru bak, o gördüğüm ışık da neyin nesi? Gün ağarmaya mı başladı?”
“Hayır, henüz güneş doğuyor olamaz,” dedi adam, “Yangın falan olmalı - Olsby tarafında bir yerler. Neresi, acaba...”
Karısının keskin çığlığı adamın sözlerini bastırdı.
“Yanan bizim kulübemiz" diye haykırıyordu kadın, “Mellomstuga yanıyor. Kim yakmış olabilir, sakın General olmasın...”
Pazartesi gününün sabahı, mezar kazıcısı, kiliseden çok uzak olmayan Hedeby'ye gelip duvar ustası ile birlikte mezar odasının duvarını örmek için içeriye girdiğinde tabutun kapağının yerinden oynamış ve üzerini süslemek için konmuş yıldızlarla kalkanların çalınmış olduğunu gördüklerini haber etti.
Bunun üzerine derhal bir araştırma başlatıldı. Mezarın iyiden iyiye karıştırıldığı ve tabutun kapağının vidalarının gevşetilmiş olduğu anlaşıldı. Kapağı kaldırır kaldırmaz da General'in yüzüğünün, olması gerektiği yerde, işaret parmağında takılı olmadığı görüldü.