Sevim Burak: Pencere

“Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Sevim Burak'ın Pencere öyküsü ile devam ediyor

08 Temmuz 2021 - 09:21

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Sevim Burak ile devam ediyor

SEVİM BURAK (29 Haziran 1931- 30 Aralık 1983)

Tam adı Zeliha Sevim Burak olan hikâye ve oyun yazarı 1931 yılında doğdu. Nakkaştepe 45. İlkokulunu ve Alman Lisesi ortaokul bölümünü bitirdikten sonra mankenlik, kitabevi tezgâhtarlığı ve terzilik yaptı, kendi açtığı giyimevini yönetti.

İlk hikâyesini on iki yaşında yazdı. Yayımlanan ilk hikâyesi 1951’de Yeni İstanbul gazetesinde çıkan “Büyük Günah”, gazetenin katıldığı Dünya Hikâyeleri Yarışmasında ilk altı içine girdi. Daha sonra bazı öyküleri Ulus ve Milliyet gazetelerinde, Yenilik ve Türk Dili dergilerinde yayımlandı. Yanık Saraylar 1965’te basıldığında yarattığı tartışmalar ve çektiği ilgiyle yılın edebiyat olayı sayıldı; Türk öykücülüğündeki modern yönelişler içinde ayrı bir yeri olduğu kabul edildi.

Sevim Burak yapıtlarının içeriğini “Kendimi anlatıyorum hikâyelerimde, başka kılıklara girerek, bütün özlemlerimi harekete geçirerek, ne olduğumu, ne olacağımı kestirmeye çalışarak, evhamlarımı, korkularımı körükleyerek, yangına koşarmışcasına” sözleriyle; öykücülük anlayışını ise “Hikâye insanın doğduğu günden ölümüne kadar yürüdüğü yolda kendi kendine konuşmasıdır” şeklinde dile getirdi.

1982’de Sahibinin Sesi adlı oyunu ve Afrika Dansı adlı ikinci öykü kitabı yayımlandı. Ölümünden bir yıl sonra Everest My Lord/İşte Baş, İşte Gövde, İşte Kanatlar adlı oyunu, oğlu Karaca’ya yazdığı mektuplar Mach I’dan Mektuplar 1990 yılında okurla buluştu. Yarım kalmış romanı Ford Mach I ise Nilüfer Güngörmüş Erdem tarafından 2003 yılında yayıma hazırlandı. 

Sevim Burak’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturulan Yanık Saraylar öykü kitabından Pencere isimli öyküyü okurlarımızla paylaşıyoruz.

PENCERE

İki gündür karşı apartmandaki kadının intihar etmesini bekliyorum.

Belki de etmez;

Ne düşündüğünü bilmiyorum onun.

Gizli kapaklı bir amacı olabilir.

İki gün oldu tam.

Bir pencere bitince öbürküne geçiyorum, pencere önlerinde durmaktan bir vazgeçsem kurtulacağım. Bütün pencereleri dolaşıyorum;

Kadın da o yüksek terasta çabuk, kaygan adımlarla yürüyor.

Terasın tehlikeli uçlarına gidiyor.

Duvara çıkıp ipleri, çamaşırları geriyor.

Gene de güvenim yok. "Benim kendisini penceremden gözetlediğimi bildiği için bu oyuna mahsus kalktı," diye geçiriyorum kafamdan.

 Sık sık yarı belinden tramvay caddesine sarkıp aşağıya bakıyor, iki kez art arda "hayır" gibisine başını geri sallıyor.

Bundan onun ölmek istemediği anlamını çıkarıyorum.

Gene de kesin değil.

Yıllardır umutlanmadım.

Yeni bir anı defterime başlarmışçasına ara sıra başımı kaldırıp kadına bakıyorum.

O da bana bakıyor.

İçimden geçeni okuyor.

Bu yüzden kırık bana.

Çok kaygılı.

İkimiz de iyi değiliz.

Kendini kaldırıp atmak için ufak bir işaretçik bekliyor benden; benim elimden çıkmış bir insanmışçasına istediklerimi yapıyor, buna karşılık onun ölümünü göreyim istiyor. Oysa, kırmızı güllü perdemin ardında, hiçbir şeyi yönetmiyorum, içimden kadının işine karışmak gelmiyor.

Önlemek

kurtarmak

istemiyorum...

Ne görebilirsem - ne alabilirsem - YAŞAMINDAN - yetiniyorum bununla; beni görmemesi için perdemin ortasına küçücük bir delik açıp O'nu gözetliyorum. Ayağının biri baştan başa beyaz sargılı; sargının birden al bir renge gireceğini düşünüyorum. Cesedinin pat diye tramvay caddesine düştüğünü - bütün caddeyi kaplayıp aştığını - gelen geçeni durdurttuğunu - sihirli bir iki saniyede cesedin kutsallaşıp büyüdüğünü - her şeyin değişip mutlu bir sona bağlandığını - düşünüyorum.

O da aynı şeyleri düşünüyor.

Tramvay caddesine bakıp gülümsüyor.

Bu gülümseme, ağzının çevresinde yumuşayıp dağılıyor; içine çevrik bir gülümsemenin bu denli büyüyebileceğini görüyorum ilk kez. İnsanın kendi ölümünü düşündüğü zaman böyle gülebileceğini -kadının da yerde uzanıp yatan kendi ölüsüne sevgi gösterdiğini- kuruyorum. Kendisini terastan ya da pencereden aşağıya atmasında hiçbir sakınca görmüyorum. Tam tersine, bu bana gerçek bir davranışmış gibi geliyor. Birazdan başını kolunu koparıp dostlarına: Bilemediniz, bakın, neyim ben diyecek... Saklı kapalı yerlerini açarak başına toplanıp kendisini izleyenlere -yüz- el - diz- parçalarını kösnüyle titretecek can çekişirken. Bu anlamda bir açıklamaya koşacak herkes, birkaç dakika dayanabilecekler, unutamayacaklar bir daha da...

Tramvay caddesinden bomboş geçip giden otobüslere başka bir gözle bakıyorum, bomboş geçip gidiyorlar, boşken dolaşmalarının bir nedeni olmalı diye kurmaya başlıyorum. Onların önüne tanıdıklarımı çıkarıp koyuyorum bir bir -hiç tanımadığım bir adamı itiyorum otobüsün önüne- ayak bileklerine kadar inen siyah paltosuyla bir sağa bir sola bakıyor -boyu uzayıp kısalıyor- sonra berberden yeni çıkmış koyun başlı bir kadını -keçi, inek, tilki başlı bir sürü insanı itiyorum otobüslerin önüne- hepsi de şaşırıyorlar, yapmacıklaşıyorlar; düşünmemişler böyle bir son kendilerine besbelli... Binlerce ayak olup kaçıyorlar. Kedi ayakları, tavşan ayakları, horoz ayakları, kendi ayaklarım...

Beyaz sargılı bir bacak görüyorum sonunda, dizine dek kapalı. Sargıların açılıp çözülüvereceğini, altından bunca aradığım bir gerçeği göstereceğinden kuşkulanıyorum. İyileşmemiş bir yaradaki titrek pembe etler, birleşmemiş kemikler bütünlüğümü sarsıyor, kendi vücudumun her parçasında kemiklerimin ayrı ayrı gelip bana dayandıklarını ve sağlam bir düzen kurduklarını düşünüyorum.

Kadın bu bacakla terasın duvarına çıkıp yürümeye başlıyor, adımlarını attığı noktadan duvarın bitimine dek olan yol epeyce uzun görünüyor bana. Bir şeyin olup bitmesinden önce hep böyle uzadığını, yavaşladığını düşünüyorum.

Birini kaldırıyor ayağının.

Bir taş düşecek aşağıya.

Kadınla ilgisi yok.

Önemsiz bir iş yaparmış gibi atacak kadın kendini aşağıya.

Tek ayağının üstünde sallanıyor.

Bu sıra beklenmedik biri -kocaman urunu taşıyan bir adam geliyor sokağın başından- koşarak yetişiyor giriyor son dakikaya - bugünkü günde bu kadar hepsi diyorum, "ağır ve yabancı kişiler olacak yarınkiler."

Kadın kollarını açıyor uçmak istermişçesine

Sol gözünü görüyorum.

Tam perdedeki deliğin yuvarlağı kadar "Bu işi sen yapsan nasıl olur," diyor. Düşmancasına bakıyor. "Ya cayarsa diyorum atlamaktan? Ya düş ise diyorum, kurduğum bunca şeyler, düzenliğim bozulur yıkılırım."

Kadın gururla pencereme bakıp, “Ben varım,” diyor.

Sargılı bacağının üstünde hopluyor.

Geri çekilip tos vuracakmış gibi pencereme koşuyor, alay ediyor benimle, ayaklarının bastığı duvarın çökmesini diliyorum. Büyük bir güç gösteriyor duvar kadının ayaklarını tutmak için.

Ölmesi gerekiyordu oysa.

Yerini ve zamanını ondan daha iyi biliyordum.

Perdenin önüne çıkıp seslendim:

“Haydi atla” dedim.

Elimle de işaret yaptım.

Durduğu yerde sallandı.

Ağır vücudu duvarın ince çizgisinde ikiye bölündü.

Bu sırada alt katlardan bir pencere açıldı. “Hermine!” diye haykırdı başka birisi.

Aralıklı tepinmeler oldu.

Yukarı doğru çıkan ağlamalar.

Yalvarmalar işitildi.

Sesler terasa doldu.

İlk kez gördüm kadını.

Yalancıksız,

Perdesiz.

İple oynatılan bir kukla gibi geldi pencerenin önüne.

Ağzı çarpılmış anlaşılmaz kelimeler söylüyor, benden yardım istiyordu. İki şişman kadın kollarına asılmışlardı silkinip atamıyordu onları.

Yenik ve zayıftı.

Kadını silkeliyor, konuşsun diye tokatlıyorlardı.

O hep bana bakıyordu.

Ne istiyordu benden?

Onu öylece alıp götürdüler.

Yemek odalarında,

Mutfaklarda,

Sandık odalarında

Gene bağırtacaklardı.

Yarın terasa çıkıp çamaşır asacaktı,

Görecektin yüzünü gene,

Çilli kollarını,

Çamaşırlarını,

İplerini.

Pencereme bakıp “artık akıllandım” diyecekti.

Günlerdir aklımı kurcalayan yüzlerce ölüm arasından en güzellerini anımsıyordum onun için.

Kalabalıklara,

çan kulelerine,

sokaklara

bakıp

duygulanıyordum...

Onun hesabına akşamlara dek pencerenin önünde yalnızlığımı büyütüyordum.


ARŞİV