Şevket Süreyya Aydemir: Keskin Kılıç Kullananlar

Edebiyat tarihimizden hatırlamalar yazı dizimizde bu hafta Şevket Süreyya Aydemir'in "Keskin Kılıç Kullananlar" yazısını yayınlıyoruz.

07 Şubat 2019 - 15:28

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR (1897- 25 Mart 1976)

Fikir insanı, yazar ve siyasetçi olması dışında aynı zamanda iktisatçı da olan Şevket Süreyya Aydemir,  Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli kalemlerinden biridir. Edirne’de doğan Aydemir ilk ve orta öğrenimi orada tamamladı. Bir süre öğretmenlik yapan Aydemir, 1928’den sonra Ankara’da bürokrat olarak çalışmaya başladı.1951 yılına kadar eğitimci ve iktisatçı olarak çeşitli devlet görevlerinde bulundu.

Türkiye tarihinde önemli rol oynayan kişilikleri inceleyen eserleri ile ünlenen Aydemir Atatürk ve İnönü dönemlerini incelediği üçer ciltlik Tek Adam (1963-65) ve İkinci Adam (1966-68) adlı kitapları ile bilinir. Aydemir’in Çağdaş Yayınları tarafından yayınlanan “Kırmızı Mektuplar Ve Son Yazıları” kitabında yer alan ve 1 Aralık 1975’te Cumhuriyet gazetesinde de yayınlanan “Keskin Kılıç Kullananlar” yazısını yayımlıyoruz.

KESKİN KILIÇ KULLANANLAR

Bu yazının başlığında yer alan sözleri, şu şekilde tamamlarsak, eski ve yaygın bir gerçeği, yeniden dile getirmiş oluruz:

“- Keskin kılıç kullananlar, yanlış hamlelerden sakınmalıdır!” Evet, keskin kılıç kullananlar, yanlış hamlelerden sakınmalıdırlar. Çünkü bu yanlış hamleler bir gün gelir, ellerindeki keskin kılıcı kullananların, kendilerini de yaralar. Hatta tamamen saf dışı bırakabilir. Bu sona sürüklenenlerin niceleri tarih içinde, kendi son nefeslerini, kendi kanları içinde çırpınarak da vermişlerdir.

Çünkü onları yücelten ve toplum sahnesine atan, bir Talih Devi varmış. Bu talih devi kendine hiç durmadan, kurbanlar, ya da kahramanlar ararmış. Ama bu talih devinin, yalnız bir gözü varmış. Bu gözü de tepesindeymiş. Onun için, ayaklarının dibinde kaynaşan ve ondan, talih, şöhret, güç ve yücelik dileyen binleri, yüzbinleri, milyonları görmezmiş. Ama ellerini onların üzerinde dolaştırır gelişigüzel seçtiklerini havaya kaldırır, tepesindeki tek gözle yargılarmış. Ama adına Talih Devi denilen gizemli güç, ya da toplum kanunu, şartlar, zamanlar ve yazgılarla işleyen karışık bir çarklar alemi demek olduğu için, yücelttiği adaylar üzerindeki hükümlerini, biraz geç ve dolambaçlı yollardan uygularmış. Bir gün, nihayet yargısı tamamlanıp da, seçimdeki yanlışını sezer, seçtiği adayının kahraman değil, ancak kurban olabileceğini anlarsa, o zaman onu birden başından atarmış. Ayaklarının altına düşüp, yine ayaklar altında ezilen bu zavallı, ardından bir damla gözyaşı bile bırakmadan, unutuluşun selleri arasında, sürüklenir, gidermiş… Evet bu bir kanunmuş. Değişmez ve şaşmaz bir kanun…

Onun içindir ki toplumlar; başlarında çarklarını işleten bu kanuna ister istemez uyarlar. Gerçek kahramanlar için, ya bağlılık veya inkârlarını, değersiz insanlar için de ya aldanış veya hayal kırıklıklarını ödeyerek, tarihin çarklarını bu çelişler içinde sürdürür, giderler. Çünkü insanoğlunun, inanmak kadar, aldanmaya da ihtiyacı vardır. Nitekim şimdi Türkiye’de de Türk ulusu, hem inanışların, hem aldanışların çelişkileri içinde, yarın kim bilir hangi noktalarda düğümlenecek olan kendi yazgısına kendini bırakmıştır.

Önce şu bir gerçektir ki, ülkemizde siyaset şimdi, kahramanlardan ziyade, değersiz ve hiçbir şeye inanmayan, ama inanır görünen bir takım insanların, oyunbazlık arenası haline gelmiştir. Bunun en belirgin kanıtı, sorumluluğun yerini her alanda, sorumsuzluğun almış olmasıdır. Önce iktidar, iktidar olmak şartlarını, hatta Oligarşik dar çıkar anlaşmaları içinde dahi olsa, yitirmiş gibidir. Bunun da en büyük kanıtı, iktidar oluşturan gruplar arasında, hiçbir konuda bir dil, dilek ve eylem birliğinin mevcut görünmeyişidir.

Ana ve temel yasalar havada kalmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını, bu kararlara uymakla görevli olan makamlar tanımaz. Danıştay ki, milletle devlet arasındaki yüksek hak ve yargı organıdır. Ama onun da kararlarını hükümet uygulamaz. Sorumsuz ve ne oldukları belirsiz birtakım güçler, hiçbir engel görmeden, sahnede aktiftirler. Oysa bizim tarihimizde, böyle bir durum yaşanmamıştır. İşkence ise, tarihimizde yoktur. Yani, İspanya’da, İngiltere’de Fransa’da Rusya’da Almanya ve İtalya ile, adına yanlışlıkla Moğol İmparatorluğu denilen Hint Türk devletinde ve eski Çin’de yürütülen binbir çeşit maddi ve manevi işkence usullerinin, bizim Osmanlı Türkleri ve Cumhuriyet tarihimizde örnekleri yoktur. Gerçi ölüm uygulamaları Osmanlılar tarihinde yaygındır. Örneğin her iç duvarına çinilerle Kur’andan ayetler yazılan Topkapı Sarayının bu duvarlar dibinde, padişahlar çocuklarını, kardaşlarını, hatta kul taifesi padişahı boğdurmuşlardır. Sayısız paşalar, beyler, Divan adamları, kumandanlar ve nice yüz binlerce kul, bu tür ölüm uygulamalarında hayatlarını vermişlerdir. Ama bunlarda, haksızlık olsa da işkence yoktur.

Hele ordunun işkencelere alet edilişi, tarihimizin bilmediği, kaybetmediği bir haldir. Ordu; isyanları bastırmış. Milletin başı sıkılınca, kendisinden medet umulan bir disiplin gücü halinde tutulmuştur. Ama, Celali isyanlarındaki bazı uygulamalarla, bozulmuş Yeniçeri ocağının kaldırılmasından önceki soygunculuk ve vurgunculuk dışında ordu, böyle örnekler vermez. Hele Tanzimattan sonra ordu, ancak cephelerde savaş ve içeride dar günlerde kendisinden nizam ve disiplin müdahalesi beklenen, son güç olarak kalmıştır. Bu bakımdan Türkiye’nin son yıllarda sürüklendiği durum, yani bütün sorumsuz çıkışların da, haklı veya haksız orduya maledilişi yolundaki söylentiler, öyle sanıyorum ki, herkesten önce ordu makamlarını, bu söylentiler üzerinde harekete sevketmeli ve bu yolda yapılan yayımların ve anıların yansıttığı şikayetler incelenmelidir.

Kendilerini polis olarak gösteren, ama davranışlarına bakılınca polislikle ilişkileri şüphe uyandıran, gizli veya açık saldırganların durumu da aydınlanmalıdır. Çünkü her gün faili belli olmayan, mahkemelerde yargılanmayan, ama ardı arası kesilmeyen kurbanlar, ölüler ve yaralılar bırakan olayların gerçek yönleri de, bugün olduğu gibi, kamuoyunda gizli kaldıkça, kamuoyu bunları doğru veya yanlış, kendi eğilimine göre değerlendirecektir.

Şimdi bir de, kendi arasında hiçbir dil ve dilek birliği olmayan iktidarın, yeni baskı kanunları getireceği haber ve bildirimler; (beyanları) meydan almıştır. Bunun ifadesi kısaca hastalığın değil, hastanın üzerine çullanmaktadır. Bu da ancak aczin, çaresizliğin ve iktidarsızlığın bir kanıtı olur. Hükümeti güçlendireceği yerde yıpratır. İktidarı itibarlı kılacağı yerde, itibarsızlaştırır. Çünkü, bu davranış iktidarın, yani elinde keskin kılıç olanın, bu kılıçla yanlış hamleler yapması demektir. Keskin kılıç kullananların yanlış hamleleri ise, ergeç kendilerini yaralar. Ve Talih Dev’i, gözü görmeden seçip yücelttiği insanları bir gün yine kendi eliyle aşağıya atabilir. Bunun örneklerini yakın tarihimizde görebiliriz. Oysa devlet demek bir toplumsal kudret demektir ve bütün toplumun malıdır. Gerçi toplum yapısı, daima iç çelişkiler yaşayacaktır. Ama bu iç çelişkiler de memleket arenasında, siyaset sahnesinde yer alanların kişisel kaprisleri, bir bardak suda fırtına değerindeki iç kavgaları, gürültüleri ile değil, yine toplum bilgisinin, toplumsal değerdeki bilimsel oluşumları ile çözülür. Kısacası, millet hükümetin değil, hükümet milletin buyruğunda ve hizmetindedir.

Gerçi bugün dar bir menfaat zümresinin sosyal, yahut siyasal – ekonomik diktatoryası, bu toplumun, tepeden tırnağa kadar bütün mekanizmasına ve bu zümre menfaatına egemendir. Şimdi ise bu egemenliği pekiştirecek, yeni kanunlar, yeni ve sübjektif tedbirler alınmak üzeredir.

Ama bu baskıların ilk sonucu, toplum içi mücadeleyi keskinleştirmek olacaktır. Bugün bu mücadeleye yön ve nizam vermekten aciz olan insanların, yarın daha da yoğunlaşacak ve yeraltına da yayılacak iç kavgaları nasıl önleyebileceklerini düşünmek, hakikaten güçtür.

Sözün kısası bize artık, gittikçe çıkmazlar içine giren durumumuzu, daha da umutsuzlaştırmak yerine, milli meseleleri, milletin aydınlarını söz ve kalem sahipleri olmaktan uzaklaştırmayarak, bütün gerçekleri ile, milli sahneye sermek olmalıdır. Hele Millet ve Milli sözlerini artık, titiz bir dikkatle kullanmak gerekmektedir. Örneğin Milli Cephe ne demek? Bu nerede başlayıp, nerede bittiği bilinmeyen ve adına Mili Cephe denilen kaynaşmamış gruplar dışındaki insanlar Milli ve Milliyetçilik TEKEL’i kimlerin kimlere karşı imtiyazıdır?

Kısaca, Talih Devletin kendilerini yanlış seçtiği, yücelttiği artık herkesçe bilinen insanlar, durumlarını artık tam bir gerçekçilikle bir daha gözden geçirmeli ve ellerindeki keskin kılıçla yanlış hamlelerden, hakikaten sakınmalıdırlar…

 Cumhuriyet, 1 Aralık 1975


ARŞİV