SIBILLA ALERAMO (14 Ağustos 1876 - 13 Ocak 1960)
Feminist yazar Sibilla Aleramo 1876 yılında İtalya’da dünyaya geldi. 11 yaşında ailesiyle birlikte babasının bir cam fabrikasında müdür olarak atandığı Civitanova Marche'ye taşındılar. Bu nedenle eğitimine devam edemedi. Babasının çalıştığı fabrikada çalışmaya başladı, kendisinden on yaş büyük Ulderico Pierangeli tarafından henüz 15 yaşındayken tecavüze uğradı. Ve onunla evlendi. 17 yaşında ilk ve tek çocuğu Walter doğdu. Şiddet gördüğü kocasından çocuğunu bırakmak zorunda kalarak ayrıldı ve Roma’da yaşamaya başladı. Çeşitli dergilerde çalışan Aleramo’nun ilk romanı “Bir Kadın” 1906 senesinde basıldı. Kitap hemen büyük bir başarı elde etti, birçok dile çevrildi ve yazar kısa sürede ülkenin kültürel manzarasında önemli bir referans haline geldi. Otobiyografik olan bu roman İtalyan edebiyatının ilk feminist kitapları arasında yer alıyor.
Bir Kadın’ın ardından, Bir Kadının Güncesi, Alışılmadık Bir Aşk, Günlük, Giderken Ve Kalırken gibi eserleri yayımlandı. Bir Kadın, yazarın Türkçe’ye çevirisi yapılan ilk romanıdır.
13 Ocak 1960 yılında hayatını kaybeden yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Bir Kadın” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
BİR KADIN
Özgür ve hareketli bir çocukluğum oldu. O dönemi hafızamda canlandırmaya, bilincimde aydınlatmaya çalışmam boş bir çaba. Altı, on yaşlarımdaki halimi ancak rüyamda görmüş gibi canlandırabiliyorum. Çocukluğum, içinde bulunduğum gerçeklikle ilgili en ufak bir çağrışımla bile kolaylıkla dağılabilen güzel bir rüya gibi. Bir müzik gibi de belki: Işıkla sarıp sarmalanmış ve hatırası hâlâ büyük sevinç uyandıran narin ve coşkun bir armoni.
Uzun zaman boyunca, hayatımın en karanlık döneminden, kendi şafağımı mükemmel bir şey gibi, gerçek mutluluk gibi gördüm. Şimdi, daha az kaygılı gözlerle bakınca, yaşamımın ilk yıllarında bile belli belirsiz karartılar seçebiliyorum ve daha çocukken bile kendimi asla büsbütün mutlu görmediğimi anlıyorum.
(…)
Bana egemen olan tek şey babama olan sevgimdi. Annemi seviyordum ama babama sınırsızca tapıyordum ve aradaki farkı kavrıyor ama bunun nedenini araştırmaya kalkışmıyordum. Küçük şahsiyetimin aydınlık örneği babamdı; benim gözümde hayatın güzelliğini temsil eden kişi oydu: İçgüdüsel olarak onun albenisine lütuf gözüyle bakıyordum. Kimsecikler ona benzemiyordu: O her şeyi biliyordu ve her zaman haklıydı. Onunla birlikte saatlerce şehrin içinde ya da surların dışında elim elinde baş başa yürüdüğümüzde, ben kendimi hafif, her şeyin üstünde havalanmış gibi hissediyordum. O bana doğumumdan kısa süre sonra vefat etmiş olan dedemlerden, kendi çocukluğumdan, küçüklüğünde yaptığı harika işlerden ve henüz sekiz yaşındayken, “daha İtalya yokken” Torino’suna geldiğini gördüğü Fransız askerlerden söz ediyordu. Böylesi bir geçmişte olağanüstü bir şeyler vardı. Ve o, babam, hızlı hızlı hareket eden zayıf endamı, mağrur ve dik başı, gençliğinin muzaffer tebessümüyle benim yanımdaydı. Öyle anlarda, bana yarınlar bir dolu macera vaat ediyormuş gibi gelirdi.
(…)
Ve ben her zaman babamın annemden daha haklı olduğuna inanmaya hazırdım.
Bu, babamın hepimizi titreten beni ani ve anlatılmaz bir kaygıya boğan o öfke patlamalarında da geçerliydi. Annem gözyaşlarını bastırıyor, odaya sığınıyordu. Babamın karşısındayken annemin yüzünde genellikle aşağılanmış, biraz sarsılmış bir ifade olurdu: Sadece ben değil, kardeşlerim için de otorite kavramının tamamı baba figüründe yatıyordu.
Her halükârda, onlar biz varken büyük kavgalar etmezlerdi: Aralarında tatsız bir iki sözden, sert bir iki azardan, net bir iki emirden fazlası geçmezdi; çok çok babam evdeki hizmetkarların dikkatsizliği yüzünden, bizim bir iki kaprisimiz yüzünden kendi fevri tabiatına yenik düşerdi: Ama her şeyin sorumlusu olarak görülen kişi, başını aniden çok yorgun düşmüş gibi eğen ya da boyun eğmiş güzel dudaklarını biçimsizleştirdiği için katlanamadığım bir tebessümle gülümseyen annem olurdu.
(Syf 7-9)
…
Annem neydi benim için? Onu sevmiş miydim?
Ben kendime de yeni bir gözle baktığımdan, aniden bir şimşek gibi çakıveren ve derhal sönen annelik hayalinin yıkımını yaşadığımdan bu sorulara cevap vermeye cüret edemiyordum. Annemi mutlu etmek için, belki de birbirine aşık iki eş arasındaki ilk görünüşüm dışında, hiçbir katkıda bulunmadığımı hissediyordum. Annem güzel hiçbir hatıramda başrol oynamıyordu, doğru ama bu, acı çeken o zavallı cana zaman içinde duyduğum kayıtsızlığı açıklamaya yeterli miydi?
Bütün geçmiş, şimdi tüm çıplaklığıyla ruhumun önüne seriliyordu.
Mutsuz kadıncağız on sekiz yıl boyunca koca evinde yaşamıştı. Bir eş olarak yaşadığı azıcık sevinç sonsuz acıya dönüşmüştü: Bir anne olarak çocuklarından asla minnet görmemişti.
Kalbi, içini dökmenin ne olduğunu hiç tatmamıştı. Hayatı boyunca kimse onu anlamamıştı. Genç bir kızken ailesi onu romantik hayalperest ve aynı zamanda beceriksiz buluyordu; oysa annem çok sayıdaki kardeşlerinin arasından en akılı ve ciddi olanıydı. Kocası antipatik bulduğu için kendi akrabalarıyla hiç pişmanlık duymadan neredeyse bütün ilişkilerini koparmıştı. Dini uygulamalardan hoşlanmayan ve belki de cesaret kırıcı bir mistisizme sahip olan bir inançlıydı ama din tek bir acısını dindirmemişti. Canlı ve sıcak bir hayal gücü, ince bir zevki olmasına karşın kendini hiçbir sanata vermemişti ve hiçbir deha tezahürü onu bir an olsun kendinden çıkarıp özel bir şekilde büyülememişti. Yoluna asla tek bir dost, kendisine nasihat verecek tek bir kişi çıkmamıştı. Zayıf bir sağlığı, ağır ağır ilerleyen fenalıklar yüzünden azap çeken bir bedeni vardı.
Zavallı, zavallı can! Güzellik, iyilik, akıl ona bir fayda getirmemişti. Hayat ondan kuvvet istemişti: Ama onda kuvvet yoktu.
Sevmiş ve acı çekmiş ve yenik düşmüştü! Kaderi miydi bu? Yoksa bu, bütün kadınların mı kaderi?
(Syf 49-50)
O güne dek, şüpheye kapılmadan ve sınanmadan yaşamımı sağlayacak sağlam, sade ve aşikar bir ahlaka sahip olduğumu düşünüyordum. Hayatımın nedenini kavrayamasam da çocukluğumdan bu yana çevremdeki heyecan, duygulanım, gurur vesilelerinin yavaş yavaş azaldığını gördüysem de bireyselliğimi neredeyse görmezden gelsem de ve ona her daim ihanet etsem de, irademe olan güvenim asla azalmamıştı ve duygulardan, duyulardan kaynaklanan bozgunlara, insanların bu nedenlerle dağılmasına hiçbir zaman aklım ermemişti. İlk büyük acımı bir tanrı gibi gördüğüm babamın zayıflığını keşfettiğimde hissetmiştim. Benim, sevmekten önce hayranlık duymaya ihtiyacım vardı. Küçük ve savunmasız bir haldeyken bana zulmetmiş ve yere fırlatmış bir adamla hayatımı birleştirmeyi kabul ederek doğaya, yalnız başına yürümekten âciz olduğumu kabullenmemi dayatan kadınlık kaderime itaat ettiğimi sanmıştım. Ama aynı şekilde alın yazım benden daha kuvvetli olmamasını istemiş, o kaderi insani bir yüzle karşılamıştım.
Şimdi yabancı ve tanımadığım bir gücün zavallı hayatıma ironik bir müdahalede bulunduğunu kabul edecek miydim? Kendimi onun oyuncağı sayabilecek miydim?
(…)
Yirminci yaşım geldi çattı… Neden bir an olsun mutlu olamayacaktım, neden aşkı, her görev ve iradeden daha güçlü bir aşkı tadamayacaktım?
(Syf 70)
Yaşamda, çözülemeyecek ve kabaca, mezar taşıyla üstü kapanır gibi örtülen dönemler vardır.
İçimdeki bunalım haberim olmaksızın ne zamandır kök salıyordu? Biçimsiz bir varlık, filizlenen ergenliğime kabaca son verdiğinde, içimde bir çözülme süreci başlamıştı. Yıkıcı etkiler ağır ağır içime işleyerek nüfuz ediyor, bedenimi ve ruhumu çürütüyordu. Felakete dek bu içsel trajedinin hiç bilincine varmamıştım. Kendimi hüzünlü, yorgun, ürkek hissetmiştim… Hiç beklenmedik ama gerçekleşmesi bir o kadar da mantıklı olan yenilgi gelmişti; onu ne geç gelen bir isyanla ne de hayretle karşılamıştım. Bir döngü kapanıyordu, düzen yeniden kuruluyordu.
Öte yandan… Kendimi öldürme noktasında dünyaya ve kendime kesinlikle yeni gözle bakmış, yeniden doğmuş gibi olmuştum.
(Syf 79)
Düşünmek, düşünmek! Bunca zaman nasıl olur da bunu yapmadan yaşamıştım? Artık insanlar ve nesneler, kitaplar ve manzaralar, her şey beni dur durak bilmez derin düşüncelere sevk ediyordu.
(…)
Bu arada yazdığım sayfalar arttıkça artıyordu. Peş peşe birbirinden ayrı denemelerde bulunuyordum. Görsel izlenimlerimin, çarçabuk betimlediğim birkaç tiplemenin yanı sıra, yüzlerce kesit halinde hayatla ilgili değerlendirmelerimi yazıyordum ve bu kesitler birbiriyle bağlanarak bir bütün oluşturmaya meylediyordu. Bana neredeyse kendi görüntümü arınmış bir şekilde ifade eden, beni yoğun ve faydalı olarak yaşayabileceğime ikna eden ve kendimden daha iyi bulup sevmeye başladığım o sayfalarda gizemli bir tutku akıyordu. Yaşamak! Ben artık yaşamak istiyordum, bunu sadece oğlum için değil, hem kendim hem de herkes için istiyordum
(…)
Kadınlar ve erkekler; ne de çoklar ama birbirlerinin yardımından ne de yoksunlar! O insanlık? Peki bu insanlığın tanımını yapmak için yanıp tutuşan kimdi? Aslında şimdiye dek köle olan kadın, tamamen görmezden gelinmişti ve romancılarla ahlakçıların keyfi kurgular ortaya çıkarmasını sağlayan ögelerin eften püften olduğunu onların kendi kibirli psikolojileri öyle güzel gösteriyordu ki! Ve erkek, erkek kendini de görmezden geliyordu: Kendisini tamamlayan diğer yarımı yanına almadığından hayatta bir başınaydı; evrenin bütün güzelliğinin derin anlamını kendisine ifşa edebilecek doğal ve bilinçli tebessümü aptalca yadsıdığı için zayıf ya da vahşi ama her halükârda bir eksik varlık olmayı sürdürüyordu. Hem kadın hem de erkek farklı şekillerde acınasıydı.
(Syf 95-99)
Hakiki kadınlar ne kadar da nadirdiler, ne kadar da tecrit halindeydiler! Yanımdaki nazik öğretmen, bana domina, hanımefendi diye hitap etmişti. Kadın hiç kuşkusuz henüz kendi kendisinin hanımı, kendi kendisinin efendisi değildi: Bir gün olabilecek miydi peki?
(…)
Aydın insanların aşkta yatan toplumsal sorunu önemsemesini garip, anlaşılmaz buluyordum. Erkekler kadınla ilgilenmiyor değildiler; aksine kadını birincil ya da nerdeyse birincil mesele gibi görüyorlardı. Şairler ve romancılar ona, duygusal sıkıntı ve şehvet sapıklıklarıyla dolu, iki ya da üç mısralı sonsuz şiirler düzemeye devam ediyordu. Ama hiç kimse büyük bir kadın figürü yaratamamıştı.
Bu anlayış doğrultusunda, o sıralar İtalyan şiirinin kadın figürlerine övgüler yazıp yayınlamış genç bir erkek şaire açık bir mektup yazmak konusunda heveslendim. Bu yazım, gazetelerde hatırı sayılır bir yankı uyandıran ve editörü gözle görülür derecede hoşnut ederek Mulier’den bahsetmesini sağlayan olumlu ve cesur bir hamle oldu. Hemen bütün şairlerimizin şimdiye dek sadece ideal kadına şakıdığını, Beatrice’nin bir sembol, Laura’nın bir hiyeroglif olduğunu ve şairlerimiz bir kadına şiir yazarsa o kadını elde edemedikleri için yazdıklarını: Onların, sahip oldukları, kendilerine çocuk doğuran kadının adını bile anmadıklarını dile getiriyordum. O halde metafizik bir kadına dizelerle hayran olmayı ve yasal bir evlilik bağı olunun ev kadınından sadece ihtiyaçlar doğrultusunda konuşmayı sürdürmenin ne gereği vardı? Aşk için böylesine doğa dışı bir ayrım yapmanın ne anlamı vardı? Asil, tam, tutarlı, gizlisi saklısı olmayan bir hayatı herkesten önce şairler istememeli miydi?
(Syf 131-132)
Neden annelikte kurban olmaya tapıyoruz? Annelerin kendini feda etmesi gerektiğini söyleyen insanlık dışı düşünce nereden çıktı? Annelerden kız çocuklara asırlardır kölelik aktarılıyor. Bu korkunç bir pranga. Biz kadınlar hayatımızın bir noktasında bizi dünyaya getiren kişinin iyiliğimiz için neler yaptığının bilincine varıyoruz ve sevgili annemizin bizim için kurban olmasına layıkıyla karşılık vermediğimiz için vicdan azabı hissediyoruz. O zaman da annelerimizi mahrum ettiğimiz ne varsa onu çocuklarımıza veriyoruz, böylelikle de yeni bir çile, yıkım örneği sergiliyoruz. Peki ya artık bu yazgısal zincir kopsa, anne içindeki kadını boğmasa ve çocuğu, onun hayatındaki haysiyeti örnek alsa ne olur? İşte o zaman anne ve babaların görevinin çocuklarının doğumundan çok önce başladığı, ebeveynlik sorumluluğunun önceden, tam da bencil hayat buyurgan ve baştan çıkarıcı bir şekilde çocuk sahibi olmayı dayattığı an duyulması gerektiği kavranmaya başlanır. Şerefli, güçlü, yaşamaya layık yeni bir can dünyaya getirmek için gerekli olan bütün ögelere sahip olunduğundan alçakgönüllülük içinde emin olan bir çiftte, illa borçlu hissedecek biri varsa, o da kendi evladı olmaz mı?
Çocuklarımız, onları körlemesine yoktan var ettikten sonra kendimiz olmaktan vazgeçtik diye değil; bizim ne olduğumuzla, onlarla daha asil ve daha güzel bir hayat aktarmayı istemiş olmamızla gurur duymalı…
(Syf 163-164)