SØREN ABBYE KİERKEGAARD (5 Mayıs 1813- 11 Kasım 1855)
1813’te Kopenhag’da doğdu. Çocukluğu insanlardan uzak ve mutsuz geçti. Annesini, ablalarını, iki ağabeyini daha yirmi birini bitirmeden kaybetti. Babası 1838’de öldüğünde geride Søren’e ve ağabeyine büyük bir servet bırakmıştı. Bu sayede Kierkegaard hayatını maddi sıkıntı çekmeden yazarak geçirdi; ama babasından kalan psikolojik mirasın çok daha önemli sonuçları oldu. Ortodoks Lutherciliğe çok bağlı olan babasının güçlü kişiliği ve dindarlığının derinlerinde yatan melankolisi tüm hayatı boyunca etkisini sürdürdü.
Ağırbaşlılıkla umursamazlığın birbirine karıştığı bir gençlik döneminden sonra, nişanlısı Regine Olsen’den ayrıldı. Her iki tarafın da büyük acı çektiği bu olaydan sonra yaşamını felsefi düşünceye adadı.
1841’de doktora tezini (İroni Kavramı) verdikten iki yıl sonra pek çok kitap yayımladı. Bunların hemen hepsinde takma ad kullandı. Bu takma adlar kâh editör kâh yazar oluyor, birbirlerine göndermelerde bulunup polemiğe de giriyorlardı. Bir yandan resmi kiliseye, öbür yandan Hegel’e karşı olmak üzere iki cepheli bir polemiğe girişti. Amacı, inancın özü açısından öznel olduğunu ileri sürerek Hıristiyanlığı onu karikatürleştiren Hıristiyanlara karşı savunmaktı. Bu tutum aynı zamanda, Hegel’in sistematik idealizmine karşı çıkmak anlamına geliyordu. Kierkegaard devlet dinlerine karşı olduğu kadar sistematik düşüncelere karşı da bireysel varlığın tekliğini ileri sürer, İsa’nın ölüm deneyinde Hıristiyanlığın yeni bir boyutunu görerek bunu inceler. Eksiksiz sistemler ve kişiliksizleştirici kavramlar karşısında öznelliğin “gerçeğin kendisi” olduğunu söylerken, bir yandan da Tanrı’nın aşkınlığı karşısında öznelliğin başıboşluğu üzerinde durur. Kierkegaard’ın felsefesi varoluşçuluğun kaynağını oluşturur. Kendi zamanında fazla tanınmayan felsefesi, kimi çağdaş düşünürleri, özellikle Heidegger’i, J.-P. Sartre’ı, K. Jaspers’i, K. Barth’ı derinden etkilemiştir.
Kierkegaard’ın Ayrıntı Yayınları tarafından okurla buluşturulan Kahkaha Benden Yana isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
KAHKAHA BENDEN YANA
Yazarlıkta şansımı deneme fikri, bundan dört yıl kadar öncesine dayanır. Gayet net hatırlıyorum; bir pazar günüydü, evet, bir pazar öğle sonu. Her zamanki gibi Frederiksberg Park’taki kafenin dışarısına oturmuştum; burası çocuklar için Kralın Kraliçeyle birlikte yaşadığı bir masal âlemi olan harika bir parktır; gençler için, insanların cümbüşünün ortasında hoşça vakit geçirme yeri olan şirin bir park; gençlik çağını geride bırakmış bir adam içinse burada, dünyanın ve dünyaya ait olan her şeyin üstünde hüzünlü coşkunluğun gösterişsiz duygusu vardır, kraliyet saygınlığının gıpta edilen şanı bile orada kraliçeden merhum kocasına bir hatıraya dönüşerek sönüp gitmiştir. Orada her zamanki gibi oturup puromu içtim. Ne yazık ki, minik felsefi çabamın başlangıcıyla o destan kahramanının mucizevi doğuşu arasındaki keşfedebildiğim tek benzerlik her ikisinin de bir dinlenme yerinde olmasıydı. Bunun ötesinde hiçbir benzerlik yok ve Felsefe Parçaları’nın yazarı olmama rağmen o kadar önemsizim ki edebiyatın dışında kalıyorum, edebiyatı abonelik açısından bile artırmaya yönelik bir katkım olmadı, doğrusunu söylemek gerekirse bunda da önemli bir yerim olduğu söylenemez.
On yıllık bir öğrencilik hayatım olmuştu. Hiçbir zaman tembel olmadıysam da bütün eylemim gösterişli bir eylemsizlikten ibaret gibiydi; hâlâ büyük düşkünlüğüm olan bir tür meşguliyet, belki bu konuda biraz deham da var. Çok okudum, günün kalan kısmını aylaklık ederek ve düşünerek geçirdim, ya da düşünerek ve aylaklık ederek, fakat hepsi bu kadardı; üretkenliğimin ilk filizlenmeleri günlük ihtiyacımı zar zor karşılıyordu ve daha başını gösterir göstermez tükeniyordu. Anlaşılmaz ikna edici bir güç beni sürekli tutuyordu, cebren ve hileyle. Bu güç benim tembelliğimdi. Coşkun aşk ilhamı gibi bir şey değil, ne de heyecanın güçlü zorlaması gibi bir şey; daha çok insanı frenleyen bir kâhyaya benziyor, onunla o kadar iyi, o kadar iyisinizdir ki aklınıza evlenmek hiç gelmez. En azından şu kadarı kesin ki, hayatı kolaylaştıran şeylere ve rahatlığa yabancı olmasam da, bunların içinde insanı en rahatlatanı tembelliktir.
(Syf 35-36)
Unutmak -bütün insanlar unutmak isterler, hoş olmayan bir şey olduğunda daima, “Ah bir unutabilsem,” derler. Fakat unutmak, önceden pratiği yapılması gereken bir sanattır. Unutabilme her zaman insanın nasıl hatırladığıyla bağlantılıdır, fakat buna karşılık hatırlama da insanın gerçeği yaşayış tarzına bağlıdır. Yaşadıklarına umudun itici gücüyle dalan kimse asla unutmayacak biçimde hatırlar. Bu nedenle, nil admirari (hiçbir şeye şaşma) hakiki hayat bilgeliğidir. Hiçbir an’a, zamanı geldiğinde unutulmayacak kadar büyük bir önem yüklenmesine izin verilmemelidir; fakat her an, istenildiğinde hatırlanacak kadar büyük öneme sahip olmalıdır. İnsanın en iyi hatırladığı ve en çok unuttuğu çağ çocukluk çağıdır. İnsan ne kadar şiirsel hatırlarsa, o kadar kolay unutur; çünkü şiirsel olarak hatırlamak unutuşun başka bir adıdır. Şiirsel hatırlayışta, yaşanılan şeyler bütün acılarını kaybederek bir dönüşüme uğramıştır. Bu şekilde hatırlamak için insanın nasıl yaşadığına, özellikle de nasıl zevk aldığına dikkat “etmesi gerekir. Yaşanılan bir şeyden son ana kadar dolu dolu zevk almak hem hatırlamayı hem de unutmayı imkânsız kılacaktır. Çünkü o durumda insanın unutmayı arzuladığı, irade dışı bir hatırlamayla gelip zihinleri bulandıran belli bir doymuşluktan başka hatırlanacak şey kalmaz geriye. Bu yüzden, eğer belli bir hazzın ya da yaşanılan şeyin akılda fazla yer ettiğini sezmeye başlarsanız, hatırlamak için bir an durun. Başka hiçbir yöntem bu deneyimi fazla uzun sürdürmeye karşı bir tiksinti yaratamaz. İnsan daha en başından hazzı kontrol altına almalıdır, karar verilen her şeye bütün yelkenleri açmamalıdır; eğer, “hiç kimse hem kekine sahip olup hem yiyemez, ” atasözünü yalancı çıkarmak istiyorsa, kendini arzuya belli bir şüpheyle bırakmalıdır. Gizli silahların taşınması yasaktır, fakat hatırlama sanatı kadar tehlikeli bir silah daha yoktur. Eğlenip dururken, hatırlamak gayesiyle dönüp o an yaşadığına bakmak tuhaf bir duygudur.
Hatırlama ve unutma ikiz sanatlarında ustalaşmış biri, bütün varoluşla “badminton” oynayacak bir konumdadır.
İnsanın esnekliği gerçekten unutma gücüyle ölçülebilir. Unutamayan kişiden bir şey olmaz. Bir unutuş ırmağının (Lethe) aktığı yer var mıdır, bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey var ki, unutuş sanatı geliştirilebilir. Fakat bunun yolu, izlenimlerin tamamen ortadan kaybolmasından geçmiyor; unutkanlık başka şey, unutma sanatı bambaşka bir şey. İnsanların bu sanattan pek anlamadıklarını görmek kolay; çünkü sadece hoş olmayan şeyleri unutmayı dilerler, hoş olanları değil. Bu tam bir tek yanlılıktır. Unutuş, yaşanılanın, ruhun kendi müziği için bir yankı levhasına indirgendiği ideal bir asimilasyon işleminin gerçek ifadesidir. Doğanın muhteşemliği, bir zamanlar kaos olduğunu unutmuş olmasından gelir: fakat bu düşünce her an yeniden canlanabilir. Pek çok insan sadece hoş olmayanı unutmaya çalışmanın sonucunda unutuşu, geçmişi gürültüsüyle boğan dizginlenemez bir güç olarak algılar. Fakat unutmak gerçekten sessiz sakın bir iştir, fakat hoş olmayanla olduğu kadar hoş olanla da pratiği yapılması gereken bir iş. Geçmişte kalan hoş bir şeyin bir de hoş olmayan yanı vardır ki o da bir yoksunluk duygusunu uyandırmasıdır; bu hoş olmayanın üstesinden unutarak gelinir.
(Syf 65-66)
Herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vaktinin geleceğini bilmiyor musun? Hayatın her zaman kendisiyle alay ettireceğini mi sanıyorsun? Bundan kaçmak için gece yarısından biraz önce sıvışabileceğini mi zannediyorsun? Yoksa ondan dehşete kapılmıyor musun? Gerçek hayatta insanlar gördüm, öylesine uzun zamandır başkalarını kandırmışlar ki en sonunda gerçek mizaçları ortaya çıkamaz olmuş; saklambaç oynayan insanlar gördüm, o kadar uzun zaman oynamışlar ki en sonunda delirip o ana kadar gururla sakladıkları gizli düşüncelerini iğrenç bir şekilde başkalarının gözünün içine sokmuşlardı. Peki, sonunda mizacının bir çokluğa dönüşmesinden, açıkçası çok sayıda olmaktan, o mutsuz şeytaniler gibi bir lejyon oluşturmaktan ve bu şekilde bir insanda bulunan en içteki, en kutsal şeyi, kişiliğin birleştirici gücünü kaybetmiş olmaktan daha korkutucu bir şey düşünebiliyor musun? Doğrusu, ciddi olduğu kadar dehşet verici de olan o şeyle dalga geçmemelisin.
(Syf 178)
Eğer herkesin sahip olmayı arzuladığı mücevher, buz tutmuş bir gölün ilerisinde, buzun inceldiği yerde duruyor olsa, kıyıya yakınken tamamen güvenli olan buz, uzaklarda insanı ölümle tehdit etse, o zaman tutkulu bir çağda kalabalıklar, tehlikeyi göze alan adamın cesaretini alkışlardı, onun için ve onun bu kararlı eylemindeki tehlikeden dolayı onunla birlikte titrerdi, boğulursa yas tutar, mücevheri kurtarırsa ilahlaştırırdı. Fakat tutkudan yoksun, derin düşüncelere dalan bir çağda başka türlü olurdu. İnsanlar, o kadar uzaklara gitmenin saçma olacağında, hatta harcanan emeğe değmeyeceğinde hemfikir olup kendilerini zeki bulurlardı. Ve bu şekilde, bir şeyler yapmak adına, cesaret ve heyecanı hüner gösterisine dönüştürürlerdi; çünkü ne de olsa bir şeyler yapılmalıydı. Kalabalıklar, gidip güvenli bir yerden seyrederek uzman gözüyle başarılı patencinin neredeyse ta uca kadar yaklaşıp (yani, buz hâlâ sağlamken ve tehlike başlamamışken) sonra geri dönüşünü değerlendirirlerdi. En başarılı patenci çok daha ileri noktalara gitmeyi başarır ve sonra daha da tehlikeli görünen bir tur atar, böylece seyirciler nefeslerini tutup, “Aman! Çılgına bak; hayatını riske atıyor,” derlerdi. Ama bakın, becerisi o kadar hayret verici ki buz hâlâ çok güvenliyken ve hâlâ tehlike söz konusu değilken tam zamanında dönmeyi başardığını göreceksiniz. Kalabalık, tiyatrodaymış gibi alkışlayıp tezahürat yapar, kahraman sanatçıyı aralarına alıp onuruna muhteşem bir şölen vermek için eve doğru yol alırlardı. Çünkü zekâ, üstünlüğü o derece ele almıştır ki, gerçek ödevi gerçek dışı bir numaraya, gerçeği de oyuna dönüştürür. Şölen sırasında hayranlık doruğa çıkacaktır. Artık hayran olan ile hayranlık nesnesi arasındaki hakiki ilişkide, hayran olan, o kahraman gibi biri olduğunu düşünerek yücelir, ama böyle büyük eylemler yapamayacağı için boynunu büker, yine de yetenekleri açısından onu geçmeye teşvik edilir; fakat zekânın üstünlüğü ele geçirdiği yerde hayranlığın niteliği tamamen değişir. Şölenin doruklarında bile, alkışla yer gök inlerken hayran olan konukların hepsi, adamın bütün saygıyı toplayan eyleminin aslında pek de öyle olağanüstü olmadığı fikrine kapılır, bunun sadece şans eseri olduğunu; çünkü ne de olsa biraz pratikle herkesin yapabileceğini düşünürler. Kısacası konuklar, ayırt ediciliklerinde güçlenmek ya da iyilik yapmaya özenmek yerine, muhtemelen hastalıkların en tehlikelisine, aynı zamanda en saygıdeğerine, daha da yatkın bir şekilde evlerine giderler: Özelde önemsiz hissedilene halk arasındayken hayran olmak -çünkü her şey bir şakaya dönüştürülmüştür. Hayranlık coşkusuyla hepsi gönül rahatlığıyla pekâlâ kendilerine de hayran olabileceklerine kanaat getirir.
Önceleri bir insanın, yaptığı eylemleri sonucunda ayakta duracağına ya da düşeceğine inanılırdı: bugünlerdeyse, tersine, herkes etrafta aylaklık ediyor ve biraz düşünmeyle başarılı oluyor, ne yapılması gerektiğini gayet iyi biliyor.
(Syf 257-258)