Stanislaw Lem: Yenilmez

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Stanislaw Lem ile devam ediyor.

07 Ekim 2022 - 09:21

STANISLAW LEM (12 Eylül 1921- 27 Mart 2006)

Bilim kurgu türünün en tanınmış yazarlarından Stanislaw Lem 1921 yılında Polonya’da doğdu. Lvov Üniversitesi’nde tıp okurken Soyvetler Birliği’nin Polonya’yı işgali sebebiyle eğitimini tamamlayamadı. II. Dünya Savaşı yıllarında otomobil tamirciliği, elektrik teknisyenliği ve kaynakçılık yaptı. Savaş döneminde Nazi kamplarında kaldı.

1946 yılında Krakow’a yerleşti ve tıp eğitimini tamamlayarak doktor oldu. Aynı yıllarda şiir yazmaya ve bilimsel yöntem üzerine kurumsal araştırmalara başladı. İlk bilimkurgu eseri olan Marslı Adam’ı 1946 yılında tefrika etti. Kariyeri boyunca Solaris, Küvette Bulunan Günce, Gelecekbilim Kongresi ve Siberya gibi eserleriyle türün en önemli yazarlarından biri olduğunu gösterdi. 1972 yılında Andrei Tarkovsky tarafından Solaris kitabı filme uyarlandı ve büyük ilgi gördü. 1991 yılında Avusturya’da verilen Franz Kafka Ödülü’ne, 1996 yılında Polonya’da hem sivillere hem de askeri personele verilen en büyük ödül olan Beyaz Kartal Nişanı’na layık görüldü. Lem 2006 yılında kalp yetmezliği yüzünden hayata gözlerini yumdu.

Stanislaw Lem'in Lehçe yazdığı kitaplar 40'tan fazla dile çevrildi ve yaklaşık 27 milyon adet sattı. Yazarın İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Yenilmez” isimli romanından kısa bir bölüm paylaşıyoruz.

YENİLMEZ

Lir takımyıldızında bulunan üssün emrindeki en büyük birim olan ikinci sınıf uzay kruvazörü Yenilmez, takımyıldızın galaktik dörtlüğünün çeperinde ışı çoğaltıcıyla yol alıyordu. Seksen üç kişilik mürettebat merkez güvertenin tünel hibernatöründe uyuyordu. Seyir nispeten kısa olduğundan, tam hibernasyon  yerine, beden sıcaklığının on derecenin altına düşmediği derinleştirilmiş uykuya geçilmişti. Kumanda merkezinde sadece otomatik aygıtlar çalışıyordu. Bu aygıtların görüş alanında, ekranın odağında, sıradan bir kırmızı cüceden (soğuk bazı yıldızlara verilen ad) pek de sıcak olmayan bir güneşin diski vardı. Güneş diskinin yuvarlağı yarı ekran genişliğini kapladığında, anhilasyon (maddenin ışınlara dönüştürülerek yok edilmesi) reaksiyonu kesildi. Bir süre boyunca tüm gemiye ölü bir sessizlik hakim oldu. Klimalar ve dijital aygıtlar sessizce çalışıyordu. O âna dek kruvazörün kıç kısmından çıkmakta olan ve gemiyi karanlığa dalmış sonsuz uzunluktaki bir epe gibi, geri tepme suretiyle iten ışın sütununun emisyonuna eşlik eden çok hafif titreşim durdu. Yenilmez aynı ışık hızıyla ilerliyordu. Uyuşuk, sağır ve görünürde boştu.

Sonra minik ışıklar ortadaki ekranda duran uzak güneşin pembesinin yayıldığı kumanda panellerinden birbirlerine göz kırpmaya başladılar. Ferromanyetik şeritler hareket etti, programlar bu yeni aygıtların gitgide içine ilerledi ağır ağır, devre anahtarları kıvılcımlar çıkardı ve elektrik akımı kimsenin duymadığı bir vızıltıyla kablolara aktı. Elektrik motorları uzun süredir donmuş gres yağlarının direncini kırarak harekete geçti ve çıkardıkları bas sesler yüksek sesli bir iniltiye ulaştı. Kadmiyumun mat çubukları yardımcı reaktörlerden çıktı, manyetik pompalar soğutma bobinine sıvı sodyum doldurdu, kıç güvertelerin plakalarında bir titreşim oldu ve o sırada duvarların içinde sanki orada bütün bir hayvan sürüsü kudurmuş da hayvanlar pençeleriyle metali kazıyormuş gibi cılız bir kazıma sesi belirdi, ki bu da hareketli oto onarım testlerinin demir kirişlerin her bağlantısını, gövdenin sağlamlığını, metal bağlantıların bütünlüğünü kontrol etmek üzere kilometrelerce uzunluktaki bir yolculuğa çıktığını gösteriyordu. Tüm gemi uğultularla, hareketle dolarak uyanıyordu, sadece mürettebatı hâlâ uyuyordu.

Ta ki bir sonraki otomat kendi program şeridini yutup hibernatörün merkezine sinyaller gönderinceye dek. Uyandırıcı gaz soğuk hava akımına karıştı. Yatak sıralarının arasında zemindeki ızgaralardan sıcak bir rüzgâr esti. Ancak, uyuyan mürettebat uzun bir süre boyunca sanki uyanmak istemedi. Bazıları ellerini güçsüzce kıpırdattı; dondurucu uykularının boşluğunu sayıklamalar ve kâbuslar dolduruyordu. Biri nihayet gözlerini açtı. Gemi buna hazırdı artık. Uzun güverte koridorlarının, asansörlerin, kamaraların, kumanda merkezinin, çalışma yerlerinin, basınç odalarının o âna dek süren karanlığına suni, beyaz bir gün ışığı yayılıyordu birkaç dakikadır. Hibernatör, iç çekişlerden ve yarı bilinçli inlemelerden oluşan mırıltılarla dolarken, gemi – sanki sabırsızlanıp mürettebatın uyanmasını bekleyememiş gibi– ilk fren manevrasına başladı. Merkez ekranda pruvadan çıkan alevlerin parıltıları görünüyordu. Işık hızının o âna kadarki uyuşukluğunu bir sarsıntı bozdu, pruve fırlatıcılarındaki etkili bir güç Yenilmez’in, şimdiki devasa hızının kat kat artığı on sekiz bin tonluk uyuşuk kütlesini  ezmeye çalışıyordu. Harita odalarındaki sıkıca kapatılmış haritalar makaralarında huzursuzca sallandı. Yerlerine pek de iyi yerleştirilmemiş nesneler canlanıyormuş gibi kıpırdanıyordu orada burada; geminin mutfaklarında birbirine çarpan kap kaçaktan çınlama sesleri yükseldi, köpükten yapılmış boş koltukların sırtlıkları titredi, güvertelerin duvar kemer ve halatları sallanmaya başladı. Bir patırtı sesi, cam, plaka ve plastiklerin birbirine karışmış sesleri pruvadan kıça kadar geminin tüm dış kaplaması boyunca bir dalga halinde yayıldı. Bu arada hibernatörden insan sesleri geliyordu artık; mürettebat yedi aydır içinde bulunduğu hiçlikten kısa bir uyku çekerek uyanıyordu.

Gemi hız kaybediyordu. Gezegen yıldızları örtmüştü, tamamı kızıl bir bulut yumağı içindeydi. Okyanusun güneş ışığının yansıdığı dışbükey aynası gittikçe daha ağır biçimde hareket ediyordu. Görüş alanına, kraterleri nedeniyle benek benek görünümlü, boz renkli bir kıta girdi. İnsanlar güvertede bulundukları yerlerden hiçbir şey görmüyorlardı. Altlarında çok derinlerde, geminin transmisyon sisteminin titanyumdan iç kısımlarında boğuk bir kükreme giderek artıyor, devasa bir ağırlık tutacakları tutan parmakları tutacaklardan indiriyordu. Geri tepme ışınına kapılan bir bulut cıva patlaması nedeniyle grileşti, dağılıp yok oldu. Motorların kükremesi bir an için arttı. Kızılımsı kalkan yassılaşıyordu: Bir gezegen anakaraya dönüşüyordu. Rüzgârla sürüklenen, hilâl biçimindeki kumullar ve tekerlek ispitleri gibi, en yakın karterden yayılan lav izleri artık görünür olmuştu ve roket çıkış ağızlarından yansıyan ve güneşten yansıyan daha güçlü bir alevle parlıyordu.

“Eksende tam güç. Statik itki.”

İbreler kadranın bir sonraki bölümüne geçiyordu tembel tembel. Manevra kusursuz ilerliyordu. Gemi gezegenin kumlara gömülü kaya tünekleri bulunan çiçekbozuğu görünümlü yüzeyi üzerinde yarım kilometre yükseklikte, ters dönmüş, alev soluyan bir volkan gibi asılı duruyordu.

“Eksende tam güç. Statik itkiyi azalt.”

Aşağıya dikey biçimde patlayan bir geri tepme dalgasının zemine çarptığı yer görünüyordu artık. O noktada kızıl bir kum fırtınası yükseldi. Geminin kıçından mor şimşekler çakıyordu, bunlar görünürde sessizdi çünkü daha güçlü bir gaz kükremesi bu mor şimşeklerin sesini yutuyordu. Gizil güçler farkı dengelendi, şimşekler yok oldu. Küçük bir bölme duvarı inledi, kaptan duvarı bir baş hareketiyle mühendise gösterdi: rezonans. Bunu gidermek gerekiyordu. Ama kimse tepki vermedi, şafttan bir uğultu sesi geldi, gemi şimdi artık hiç sarsılmadan, görünmez halatların ucunda asılı bir çelik dağ gibi alçalıyordu.

“Eksende yarım güç. Küçük statik itki.”

Tüten çöl kumu dalgaları, gerçek bir denizin dalgaları gibi, dairesel biçimlerde her yöne yayılıyordu. Alev çıkışlarından çıkan yoğun bir alevle yakın mesafeden isabet alan odak noktasından duman çıkmıyordu artık. Kum yok olmuş, kızıl baloncuklu bir aynaya, kaynayan bir erimiş silis gölüne,( kum, çakmak taşı vb. silisyumun oksijenli birleşimleri) bir gürültülü patlamalar sütununa dönüşmüştü, ta ki buharlaşıncaya dek. Gezegenin, etinden sıyrılmış bir kemik gibi çıplak kalmış yaşlı bazaltı yumuşamaya başlamıştı.

“Reaktörler rölantiye. Soğuk itki.”

Atom ateşinin mavi ışıltısı söndü. Roket çıkış ağızlarından eğik bir biçimde borik hidrojen ışınları püskürdü ve çölü, kayalardan oluşmuş kraterlerin duvarlarını ve bunların üzerindeki bulutları bir hayalet yeşili kapladı bir an. Yenilmze’in geniş kıçının oturacağı bazalt zeminin erime tehlikesi yoktu artık.

“Reaktörler sıfıra. Soğuk itkiyle iniş.”

Tüm kalpler daha hızlı çarptı, gözler aygıtlara çevrildi, kasılmış parmakların tuttuğu kumanda kolları terlemişti. Mırıldanılan dualar artık geri dönüş olmadığını, çölden bir kürenin kumu olsa da ayakların gerçek bir zemine basacağını ifade ediyordu ama güneşin doğuşu ve batışı, bir ufuk, bulutlar ve rüzgâr olacaktı burada.

“Ayakucu nokta inişi.”

Gemi, yakıtı aşağı iten türbinlerin uzun süren iniltisiyle doldu. Koni biçiminde dönen yeşil bir alev sütunu gemiyi tüten bir kayayla birleştirdi. Her taraftan kum bulutları yükseldi, orta güvertelerin periskobunu kaplayıp kör etti, sadece, kumanda merkezindeki radar ekranlarında manzaranın bir tayfun kargaşası içinde boğulan ana hatları kıpır kıpır ışıklar boyunca sürekli olarak belirip kayboluyordu.

“Yere temasta stop.”

Roketin, üzerlerine milimetre milimetre çöken kütlesi altında ezilmiş alevler geminin kıç kısmının altında inatla kaynaşıyor, yeşil bir cehennem dalgalanan kum bulutlarının derinlerine uzun kıvılcımlar çakıyordu. Geminin kıçı ile kayanın yanmış bazaltı arasındaki boşluk dar bir aralığa, yeşil bir akkor hattına dönüşmüştü.

“Sıfır, sıfır. Tüm motorlar stop.”

Bir çan sesi. Bir, tek bir çarpma sesi, tıpkı devasa, kırılmış bir kalbin çarpması gibi. Roket durdu. Başmühendisin elleri acil kalkış aygıtının iki kolundaydı: Kaya pes edebilirdi. Bekliyorlardı.  Kronometrenin ibreleri kendi böcek hareketiyle ilerliyordu. Kaptan bir süre dikey göstergesine baktı; göstergenin gümüş renkli minik ışığı kırmızı renkli Sıfır’ın yanına azıcık bile kaymamıştı. Kimse konuşmuyordu. Vişne rengi bir kora dönüşünceye dek kızmış roket çıkış ağızları hırıltılı bir homurtuya benzer bir dizi karakteristik gürültü çıkararak büzüşmeye başlıyordu. Yüzlerce metreye yükselmiş kızılımsı bulut yere çöküyordu. Bu bulutun içinden Yenilmez’in küt tepesi, atmosfer sürtünmesi nedeniyle hafif yanmış ve bu yüzden sanki yaşlı bir kayanın rengini almış yan tarafları, pütürlü  çifte zırhı belirdi, kızıl toz hâlâ dönüp duruyor, geminin kıçında bir girdap oluşturuyordu ama gemi gezegenin bir parçası olmuş gibi sabit duruyor ve sadece kızıl güneşin hemen yakınında soluklaşan en güçlü yıldızların belirdiği mor göğün altında, yüzyıllardır süren uyuşuk bir devinimle gezegenin yüzeyiyle birlikte dönüp duruyordu şimdi.

“Normal prosedür mü?

Astrogatör (uzay gemisinin rotacısı) kartın ortasına simgesel iniş işaretini, saatini kaybettiği ve bunların başına gezegenin adı adı Regis III’ü eklediği seyir defterinden başını kaldırdı.

“Hayır, Rohan. Üçüncü seviyeden başlayacağız.”

Rohan şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu.

“Peki. Gerçi…” dedi Rohan, Horpach’ın kendine bazen izin verdiği bir samimiyetle. “Bunu diğerlerine söyleyecek kişi olmak istemem.”

Astrogatör, subayının söylediklerini sanki duymamış gibi, onu omzundan tutup pencerenin önüne götürür gibi ekranın önüne götürdü. İniş itkisiyle yanlara itilmiş kum, üzerine serpilmiş kumullardan bir taç giymiş sığ bir vadi tipinde bir biçim almıştı. On sekiz kat yüksekliğinden, elektron titreşimlerinin dış dünyanın gerçek görüntüsünü yaratan üç renkli yüzeyi aracılığıyla üç mil uzaktaki kraterin tırtıklı kayalık kenarına bakıyorlardı. Bu kenarı batıdan ufuk çizgisi yutuyordu.
Doğuda bu kayalığın, dikey, tırtıklı bölümlerinin altında nüfuz edilemez, kara gölgeler toplaşıyordu. Kumlar üzerinde yükselmiş çıkıntılara sahip geniş lav nehirleri pıhtılaşmış kan rengindeydi. Ekranın üst kenarında, gökte güçlü bir yıldız parlıyordu.

(Syf 7-13)

Etiketler; Stanislaw Lem

ARŞİV