Stefan Zweig: Satranç

Stefan Zweig'in Satranç isimli romanından bir bölümü yayımlıyoruz

13 Nisan 2020 - 10:58

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

STEFAN ZWEIG (28 Kasım 1881- 22 Şubat 1942)

Avusturyalı roman, tiyatro, biyografi yazarı ve gazeteci Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da doğdu. Küçük yaşlarda edebiyatla tanışan Zweig, öykü, roman, ve tiyatro oyunu dışında biyografi ve deneme kitapları da yazdı. En bilinen eserleri Satranç, Acımak (yeni baskıyla birlikte “Sabırsız Yürek” ismini almıştır), Olağanüstü Bir Gece adlı kitaplarıdır. Özellikle Satranç, dünya çapında büyük ilgiyle okundu. 1942 yılında yayımlanan Satranç Dr. B adında bir adamın hikâyenin anlatıcısına oyunu satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynayarak öğrenmesiyle ilgili olay örgüsüyle okuyucuları etkilerken II. Dünya Savaşı yıllarındaki Gestapo zulmünü de okuyucuya yansıtır.

II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkesinden sürülen yazar, Hitler’in getirdiği faşist dünya düzeninin değişmeyeceğini sanarak büyük bir kedere ve umutsuzluğa kapıldı ve eşiyle birlikte intihar etti.

Zweig’in eserleri İş Bankası Yayınları, Can Yayınları, İndigo Kitap, Koridor Yayıncılık olmak üzere farklı yayınevleri tarafından okurlarla buluşturuluyor. Can Yayınları tarafından baskıya hazırlanan Satranç kitabından bir bölümü  okurlarımızla paylaşıyoruz.

SATRANÇ

… Ertesi gün küçük grubumuz kararlaştırılan saatte eksiksiz toplandı. Şampiyonun karşısında, ortadaki yer elbette McConnor’a ayrıldı; adam birbiri ardına puroları yakarak ve durmadan huzursuzlukla saatine bakarak sinirini yatıştırmaya çalışıyordu. Ama dünya şampiyonu arkadaşımın anlattıklarından tahmin ettiğim gibi en az on dakika bekletti bizi, bu da gelişinin büyük bir etki yaratmasını sağladı. Sakin ve soğukkanlı bir biçimde masaya yaklaştı. Kendini tanıtmadan “Kim olduğumu biliyorsunuz sizin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor,” demek oluyordu herhalde bu saygısızlık profesyonellere özgü bir kurulukla gerekli düzenlemeyi yapmaya koyuldu. Gemide yeterli satranç tahtası bulunmaması yüzünden bir eş zamanlı oyun oynanması olanaksız olduğu için, hepimizin birlikte ona karşı oynamamızı önerdi. Her hamleden sonra, aramızda yapacağımız konuşmaları duymamak için, salonun dip tarafındaki başka bir masaya gidecekmiş. Karşı hamlemizi yaptığımızda, ne yazık ki elimizde masa çanı bulunmadığı için, kaşıkla bardağa vurmamız gerekiyormuş. İstediğimiz başka bir zamanlama yoksa, en uzun hamle zamanının on dakika olmasını önerdi. Her öneriye utangaç öğrenciler gibi uyduk elbette. Czentovic siyahı seçti; daha ayaktayken ilk karşıt hamlesini yaptı ve sonra hemen kendi önerdiği bekleme yerine giderek kayıtsız bir tavırla arkasına yaslanıp resimli bir dergiyi karıştırmaya başladı.

Oyundan söz etmenin pek anlamı yok. Bitmesi gerektiği gibi bitti elbette: Bir güzel yenildik, üstelik daha yirmi dördüncü hamlede. Bir dünya şampiyonunun yarım düzine orta ya da ortanın altı düzeydeki oyuncuyu hiç zorlanmadan yenmesi pek şaşırtıcı değildi; hepimizin canını sıkan şey, Czentovic'in bizi zorlanmadan yendiğini kafamıza kakan kibirli tarzıydı yalnızca. Her defasında tahtaya yalnızca şöyle bir göz atıyordu, ölü, tahta yontularmışız gibi kayıtsız gözlerle bakıyordu bize ve bu küstah tavır hasta bir köpeğe şöyle bir bakıp bir lokma yiyecek fırlatmayı andırıyordu ister istemez. Bence içinde biraz duygu olsaydı, yanlışlarımıza dikkatimizi çekebilir ya da dostça bir sözle bize gayret verebilirdi. Ama bu insan olmayan satranç makinesi oyun bittikten sonra da tek sözcük etmedi, 'mat' dedikten sonra, kendisinden ikinci bir oyun daha isteniyor mu diye masanın önünde kıpırdamadan bekledi. Duyarsız kabalığa karşı insanın her zaman içine düştüğü çaresizlikle ayağa kalkıp bu sona eren dolar işiyle en azından benim açımdan ilişkimizin de bittiğini ima edecektim ki, yanıbaşımdaki McConnor çok boğuk bir sesle, "Rövanş!" deyip beni sinir etti.

Meydan okuyan ses tonu beni neredeyse ürküttü; gerçekten de McConnor o an kibar bir beyefendiden çok, yumruğunu indirmek üzere olan bir boksör izlenimi veriyordu. Czentovic'in bize kaba davranmasından mı, yoksa kendi hastalık derecesindeki hırsından mı kaynaklanıyordu bu, bilmiyorum, öyle ya da böyle, McConnor'ın ruh durumu tümüyle değişmişti.

… O an anladım ki, bütün servetine mal olsa da bu fanatik, hırslı adam en azından tek bir oyun kazanana dek, Czentovic'e karşı oynayıp duracaktı. McConnor, Czentovic için bir altın madeniydi ve Czentovic sonuna kadar dayanırsa, Buenos Aires'e kadar birkaç bin dolar çıkarabilirdi bu madenden.

Czentovic yerinden kımıldamadı. "Buyurun," diye yanıtladı kibarca. "Beyler şimdi siyahla oynuyor."

İkinci oyun da farklı bir tablo çizmedi, bir şey dışında: Birkaç meraklı sayesinde topluluğumuz yalnız büyümekle kalmadı, hareketlendi de. McConnor tahtaya öyle sabit bakıyordu ki, sanki taşlan iradesiyle kazanmak, mıknatıslamak istiyordu; soğuk bakışlı rakibinin yüzüne büyük bir zevkle "Mat!" diye bağırmak için bin doları da seve seve feda ederdi, adım gibi emindim bundan. İnatçı heyecanının birazı, farkında olmadan tuhaf bir biçimde bize bulaştı. Her hamle üzerinde eskisine oranla daha tutkulu tartışıyorduk, Czentovic'i masamıza geri çağıran işareti vermeyi kararlaştırmadan önce, son anda bile bir hamleden vazgeçip öbürünü oynadığımız oluyordu. Yavaş yavaş on yedinci hamleye yaklaşmıştık ki, bizim için inanılmayacak kadar iyi bir konumun oluştuğunu gördük şaşkınlıkla, çünkü çizgisindeki piyadeyi sondan bir önceki c2 karesine getirmeyi başarmıştık; veziri almak için piyadeyi itmemiz yeterliydi. Bu fazlasıyla belli şans yüzünden içimiz pek de rahat değildi elbette. Görünüşte bizim elde ettiğimiz bu avantajın, çok daha ileriyi gören Czentovic tarafından bilinçli olarak bize atılan bir kemik olduğundan kuşkulanıyorduk hepimiz. Ama hep birlikte iyice aramamıza ve tartışmamıza karşın, hilenin nerede olduğunu anlayamadık. En sonunda, izin verilen düşünme süresi tam bitmek üzereyken hamleyi yapmaya karar verdik. McConnor piyadeyi son kareye sürmek için elini uzatmıştı ki, birisi kolundan yakaladı, alçak sesle ve heyecanla fısıldadı: "Tanrı aşkına! Sakın ha!"

Elimizde olmadan hepimiz dönüp baktık. Kırk beş yaşlarında bir beydi konuşan, neredeyse tebeşir kadar beyaz olan ince uzun, sert yüzü daha önce güvertede gözüme çarpmıştı, bütün dikkatimizi hamleye yönelttiğimiz son dakikalarda yanımıza gelmiş olmalıydı. Ona baktığımızı ayrımsayarak aceleyle ekledi: 

"Şimdi veziri alırsanız, fili cl'e sürüp piyadenizi kırar, siz de atınızı geri çekersiniz. Ama bu arada boştaki piyadesini d7'ye getirip kalenizi tehdit eder ve atınızla şah mat deseniz bile kaybedersiniz ve dokuz on hamle sonra yenilirsiniz. 1922'de Pistyaner Turnuvası'nda Aljechin 'in Bogoljubow'a karşı oluşturduğu konumun hemen hemen aynısı." McConnor şaşkınlıkla elini taştan çekti ve cennetten inen beklenmedik bir melek gibi yardımımıza koşan adama en az bizim kadar afallayarak baktı. Dokuz hamle öncesinden matı her saplayabilen birisi birinci sınıf bir profesyonel olmalıydı, hatta belki de aynı turnuvaya giden bir yarışmacıydı ve bu kadar can alıcı bir anda aniden çıkagelip oyuna karışmasında neredeyse doğaüstü bir şey vardı. Kendini ilk toplayan McConnor oldu.

"Ne önerirdiniz?" diye fısıldadı heyecanla. "Hemen ilerlemeyin, geri çekilin! Öncelikle şahı g8'den h7'ye alarak tehlikeli çizgiden kurtarın. Czentovic büyük olasılıkla öbür yandan saldıracaktır. Ama kaleyi c8'den c4'e getirip bunu savuşturursunuz; bu onun iki kalesine, bir piyadesine mal olur ve böylece üstünlüğünü yitirir. Boştaki piyadeler karşı karşıya kalır ve doğru savunma yaparsanız, oyun berabere biter. Daha fazlasını elde edemezsiniz."

Bir kez daha şaşırıp kaldık. Hesaplamasının hem hızlı hem de kesin olması bizi afallattı; hamleleri bir kitaptan okuyup söylüyordu sanki. Onun oyuna karışması sayesinde bir dünya şampiyonuyla berabere kalmamız beklenmedik bir şanstı ve sihirli bir değnek etkisi yaptı. Tahtayı daha iyi görmesini sağlamak için hep birden kenara çekildik. McConnor bir kez daha sordu:

"Şah g8'den h7'ye, öyle mi?" "Aynen öyle! Öncelikle geri çekilin." McConnor adamın dediğini yaptı ve bardağa vurduk. Czentovıc o alışılmış sakin adımlarıyla masamıza geldi ve bir bakışta karşıt hamleyi ölçüp tarttı. Sonra, tıpkı tanımadığımız yardımcımızın önceden söylediği gibi, şah kanadındaki piyadeyi h2'den h4'e getirdi. Ve yardımcımız heyecanla fısıldadı:

"Kale ileri, kale ileri, c8'den c4'e, o zaman önce piyadenin önünü kapatması gerekir. Ama bu onun işine yaramayacak! Boştaki piyadeye aldırmadan atınızı c3'ten d5'e getirerek saldırırsınız ve eşitlik yeniden sağlanır. Savunmak yerine bütün gücünüzle saldırın!"

Ne demek istediğini anlamadık. Söyledikleri Çince'ydi sanki. Ama bir kere kendini kaptıran McConnor hiç düşünmeden söyleneni yaptı. Czentovic'i geri çağırmak, için yeniden bardağa vurduk. İlk kez çabucak karar vermedi, tahtaya çabucak bir göz attı. Sonra yabancının bize önceden bildirdiği hamleyi aynen yaptı ve gitmek üzere döndü. Ama uzaklaşmadan önce, yeni ve beklenmedik bir şey yaptı. Başını kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi; kendisine karşı birdenbire böyle canlı bir direnç gösterenin kim olduğunu anlamak istiyordu besbelli.

O andan başlayarak heyecandan yerimizde duramaz olduk. O ana kadar ciddi bir umut beslemeden oynamıştık, ama Czentovic'in soğuk kibirini kırma düşüncesi yürek atışlarımızı hızlandırdı. Ama yeni dostumuz bir sonraki hamleyi belirlemişti bile, Czentovic'i geri çağırabilirdik; kaşığı bardağa vururken parmaklarım titriyordu. Derken ilk zaferimizi kazandık. O âna dek hep ayakta oynayan Czentovic, duraksadı, duraksadı ve en sonunda ağır ağır oturdu; böylece o âna dek bize tepeden bakan Czentovic, bizimle aynı düzeye inmiş oldu. En azından somut olarak bizimle aynı düzlemde bulunmaya zorunlu kılmıştık onu. Uzun uzun düşündü, gözlerini hiç kaldırmadan tahtaya dikti, öyle ki siyah kirpiklerinin altından gözbebeklerini görmek neredeyse olanaksızdı ve böyle derin düşünürken yavaş yavaş ağzı açıldı, yuvarlak yüzüne biraz bön bir ifade verdi bu. Czentovic birkaç dakika düşünüp taşındı, sonra bir hamle yaptı ve ayağa kalktı. Dostumuz şöyle fısıldadı:

"Zaman kazanmaya çalışıyor! İyi akıl! Ama pes etmeyin! Karşılıklı taş almaya zorlayın onu, o zaman paçayı kurtaramaz ve beraberliğe ulaşırız."

McConnor onun dediğini yaptı. Sonraki hamlelerde ikisinin arasında biz ötekiler çoktan figüranlara dönüşmüştük bizim anlamadığımız bir gidiş geliş başladı.

Aşağı yukarı yedinci hamlenin sonunda Czentovic uzun uzun düşündükten sonra başını kaldırdı ve "Berabere," dedi.

Bir an salonda çıt çıkmadı. Ansızın dalgaların sesi ve salonu cazla dolduran radyo duyuldu, gezinti güvertesinde atılan her adım ve aralık pencerelerden giren rüzgârın hafif, belli belirsiz uğultusu geldi kulaklarımıza. Hepimiz soluğumuzu tuttuk, bu inanılmaz şey çok ani olmuştu ve bu tanınmamış adamın yarı yarıya kaybedilmiş bir oyunda dünya şampiyonunu dize getirmesi bizi şaşkına çevirmişti. McConnor arkasına yaslandı, tuttuğu soluğu mutlu bir "Ah!" sesiyle döküldü dudaklarından. Öte yandan, ben Czentovic'i izliyordum. Son hamleler sırasında yüzü solgunlaştı gibi gelmişti bana. Ama kendini denetlemeyi iyi biliyordu. Sakin görünümünü korudu ve taşlan ağır devinimlerle tahtadan iterken kayıtsızca sordu:

"Beyler üçüncü bir oyun isterler mi?" Tam bir tüccar ağzıyla sordu bu soruyu

Ama işin tuhaf yanı, bunu sorarken McConnor'a bakmayıp keskin gözlerini dosdoğru kurtarıcımıza dikmiş olmasıydı. Atın yeni, daha iyi bir biniciyi eyerde oturmasından anlaması gibi, o da son hamleler sırasında asıl gerçek, rakibini ayrımsamış olmalıydı. Elimizde olmadan bakışlarını izledik ve heyecanla yabancıya baktık. Ama adam kafasını toplayıp yanıtlayamadan, McConnor zafer sarhoşluğuyla bağırdı ona:

"Elbette! Ama şimdi onunla tek başınıza oynamalısınız! Czentovic'e karşı siz!"

Ama o anda hiç umulmadık bir şey oldu. 

Tuhaf bir biçimde hâlâ satranç tahtasına bakıp duran yabancı, bütün bakışların kendisine yöneldiğini ve bu coşkulu sözlerin kendisine söylendiğini anlayınca ürktü. Yüzü allak bullak oldu. 

"Kesinlikle olmaz beyler," diye kekeledi gözle görülür bir utangaçlıkla.

"Olanaksız bu... benim oynamam söz konusu bile olamaz... yirmi, hayır, yirmi beş yıldır satranç tahtasının başına oturmadım ben... ve sizden izin almadan oyununuza burnumu sokmakla ne kadar terbiyesizlik ettiğimi ancak şimdi anlıyorum... Lütfen, karıştığım için beni bağışlayın... sizi daha fazla rahatsız etmeyeceğim." Ve biz şaşkınlığımızı üzerimizden atamadan, salondan çıkmıştı bile.


ARŞİV