Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
SUAT DERVİŞ (1905-1972)
23 Temmuz edebiyatımızın biraz gölgede kalmış kadın yazarı Suat Derviş'in ölüm yıldönümü. Çok sayıda romanın yazarı olan Derviş'in hayat serüveni de ilginçtir. Sovyetler Birliği'nde de bulunmuş, Türkiye'nin sosyalist önderlerinden Reşat Fuat Baraner'le bir süre evli kalmıştır. Birçok eseri devrin İstanbul gazetelerinde 'tefrika' şeklinde yayınlanmıştır. Bu haftaki "Hatırlamalar" köşesini ölüm yıldönümünü de düşünerek Suat Derviş'e ayırdık. Yazarın kendi hayatını anlattığı İthaki Yayınları tarafından basılan “Anılar, Paramparça” kitabında yer alan değerli şair Behçet Necatigil'e yazdığı mektuptan bir bölümü yayınlıyoruz. Bu mektupla birlikte, Nazım Hikmet’in Suat Derviş için yazdığı “Gölge” şiiri ve Selim İleri'nin 17 Aralık 2017 tarihinde Hürriyet Kitap sanat için yazdığı yazıdan küçük bir bölüm yayınlıyoruz.
İyi okumalar
BEHÇET NECATİGİL’E MEKTUP
Adım: Suat Derviş
Doğum tarihim: 1905
Doğduğum yer: İstanbul
Babam: Avrupa’ya ilk tahsile giden altı Türk gencinden biri olan ve sonradan Türk darülfünununun kurucuları arasında bulunan Kimya müderrisi Müşir Derviş Paşa’nın oğlu; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden Doktor İsmail Derviş Bey.
Annem: Abdülaziz’in Mızıka-yı Hümayun orkestra şefi ve sonra mabeyincisi Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım.
Tahsilim: Başlangıçta hususidir. Elifbayı Ali Rıza Efendi adında sarıklı bir hocadan, Fransızcayı da kız kardeşimle beni yetiştirmek için Fransa’dan getirilmiş bir Fransız mürebbiyeden öğrendim. Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra mürebbiyemiz Fransa’ya gittiği için yerli bir mürebbiyemiz oldu ve Almancayı husus, bir hoca ile öğrendim. Sonraları Abdülhak Hamit Bey’in ağabeyi Abdülhak Nasuhi Bey’le halamın torunu olan ve Fecriati’nin genç ölmüş bir şair bulunan Abdülhak Hayri Ağabey’imden edebiyat, Türkçe, Arapça, Farsça, tarih dersleri aldık. Babamız, kız kardeşimle bana hikmet, kimya, hayvanat, nebatat, teşrih, fizyoloji ve coğrafya, kozmografya, mantık öğretti. Amcamız Tevfik Derviş Bey de riyaziye derslerimizle meşgul oldu. Mütareke sıralarında İstanbul’da bulunan ve evlerinde hususi ders görmüş genç kızları darülfünuna, imtihana hazırlayan bir hususi mektepte bir sene zayıf olduğumuz derslerden kurslara devam ettik. O zaman bazı derslerde tıbbiye bir seviyesinde olduğumuz, bazılarında çok daha zayıf bulunduğumuz meydana çıktı. Fakat sene sonundu imtihan verdik ve Bilgi Yurdu’ndan belge aldık.
O zamana kadar hususi hocalardan Avrupa müziği öğrendik. (Ses ve piyano) Darülfünunun yerine de Berlin’e Stemisches Konservatorium’a gittik. Ses bölümüne girdik. Buna sebep, ailemizde Kamil Bey’den gelen bir musiki istidadı olması ve bilhassa kız kardeşimin sesinin nadir bulunan bir ses olması idi. Berlin’de kısa bir müddet konservatuvara gittikten sonra, büyüklerimizden gizli, üniversiteye geçtim. Edebiyat Fakültesi’nde okumaya başladım ama yazılarımın çok genç yaşımda gördüğü rağbet beni şımarttı galiba, derslere devam etmedim. Üniversite mezunu değilim.
Yazı hayatım: Çok genç yaşımda, çocuk denilecek bir yaşta yazılarım çıkmaya başladı. İlk intişar eden yazım, “Hezeyan” başlıklı bir mensur şiirdir. Komşumuz ve çocukluk arkadaşımız Nazım Hikmet Ağabey bir gün benden habersiz bu şiiri bir yevmi gazetenin edebiyat nüshasına götürmüş, yazıyı kabul etmişler ve methedici bir iki cümle ile de takdim etmişler. Hem sevindim hem de Nazım’a çok kızdım hem de ağladım. Ve işte, mütareke senelerinden bugüne kadar aralıksız çalıştım.
Almanya’da bulunduğum sırada Alman gazetelerine hikayeler, makaleler, fıkralar yazdım. Scheri, Mosse ve bilhassa Ullstein yayın müessesesinde çok faaliyet gösterdim ve gazetecilik öğrendim. Bu basın-yayın müessesinde çıkan ve devrin en yüksek edebiyat ve sanat dergisi olan Querscnitt’ten başlayarak, en ciddi siyasi gazete denilen Vossische Zeitung’a kadar on beşi bulan dergi ve gazetelerde çalıştım.
Ve bu sırada aynı müessesenin Tempo gazetesinde (1931-1932) Sultanın Karıları isimli, Abdülhamit devrine ait bir tarihi romanım çıktı ve Fransızca müstesna bütün Avrupa dillerine tercüme edildi. (Dergi ve mecmualarda. İskandinavya’da bile ve Balkanlarda.)
Hitler’in gelişi, Almanya’da Nazi gazetelerinden başka gazete bırakmadığı için, Almanya’daki yazı faaliyetim, 1933’ten sonra hiç kalmadı.
1932 senesinde babamı kaybettim, İstanbul’a ailemin yanına döndüm. Yalnız senede bir romanla hayatımı düzenleyemeyeceğimi düşündüğümden, hayatımı kazanmak için gazeteciliğe başladım. Zaten baştan beri bu mesleği severdim ve mesela daha evvel de gazetecilik yapmıştım. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazeteci benim. Refet Paşa, İstanbul’a ilk geldiği zaman onunla mülakat yapan ilk gazeteci yine benim. Cevdet Bey’in İkdam gazetesinde kadın sahibeleri hazırlayan ve sahife modasını çıkaran ilk gazeteci yine benim. (1926)
Gazetecilikte yaptığım röportajlar beni hayatın gerçekleriyle çok karşı karşıya getirdi. Ben gazeteci olduktan sonra gerçekçi eserlerimi yazmaya başladım. Ve asıl sevdiğim romanlarım bu tarihten sonra yazdıklarımdır.
Kitap halinde çıkmış romanlarım: Yolladığınız liste bir fazlasıyla doğrudur. Fazlası Sen Ben O… bu eser benim değildir.
1934’den 1953’e kadar çok roman yazdım, hepsi de intişar etti ama gazetelerde tefrika olarak. Bazıları satın alındı, fakat alan tabi basmadı.
Aklımda kalanlar:
Baba-oğul, Onları Ben Öldürdüm (Güven Yayınevi)
İstanbul’un Bir Gecesi (İnkılap Kitabevi)
Sınır (Remzi Kitabevi)
Ankara Mahpusu (Pınar Yayınevi)
Çok korkarım ki, eserlerim tarafımdan bastırılmazlarsa, ben ölmeden evvel basılmayacaktır.
Kitap halinde çıkmamış romanlarım:
Sultanın Karıları-Bir Haremağasının Hatıraları (1934-1936) Son Posta, 1952’de bir Ankara gazetesinde (Cavit Oral’ın gazetesinde), 1931-1932’de Berlin’de Almanca olarak Tempo gazetesinde.
Onu Bekliyorum, 1934-35 arasında Cumhuriyet gazetesinde.
Onları Ben Öldürdüm, 1934-1936 arasında Son Posta gazetesinde.
Baba Oğul, yine aynı tarihlerde Son Posta gazetesinde.
Bu Roman Olan Şeylerin romanıdır, Tan gazetesinde, 1937’de.
İstanbul’un Bir Gecesi, 1938-1939, Haber gazetesinde.
Biz Üç Kız Kardeşiz, Son telgraf’ta, 1944-1945.
Kendine Tapan Kadın, aynı senelerde, aynı gazetede.
Çılgın Gibi-Yalının Gölgeleri, 1945 Yeni Sabah’ta. Aynı sene Semih Lütfü Kitabevi’nde kitap olarak 1957’de yeniden Fransızca yazılarak Les Editeurs Français Reunis’te Paris’te Fransız dilinde. Aynı sene Fransa’da Les Femmes Française dergisinde. İki sene sonra Avusturya’da bir kadın dergisinde.
Fosforlu Cevriye, Gece Postası’nda, 1945. Bu roman, Sovyetler Birliği’nde Rusça, üç yüz binerden iki baskı yapmış ve mevcudu kalmamıştır. Bulgaristan’da Türkçe kitap olarak basılmış, ayrıca Bulgarcaya tercüme edilmiştir. Bulgar radyosunda sık sık temsil edilen Fosforlu Cevriye’nin, oranın bir tiyatro yazarı tarafından piyes haline sokulacağını ve devlet tiyatrosunda temsil edileceğini işittimse de neticeyi bilmiyorum. Bu roman Ankara gazetesinde iki sene evvel tekrar çıkmıştır.
Zeynep için-Ankara Mahpusu. Bu roman 1944-1945 yıllarında Haber gazetesinde çıkmıştır. 1957 yılında Paris’te intişar etmiş ve Fransızca çıkan ilk Türk romanı olmuştur. Eleştiriciler tarafından büyük bir ilgi ile karşılanan bu roman Les Lettres Française haftalık edebi gazetesinde Würmser imzasını taşıyan bir eleştirmede, aynı zamanda Fransızcaya tercüme edilmiş olan Drina Köprüsü ile mukayese edilmiş ve eleştirmeci, tarafından Drina Köprüsü’nden çok daha değerli görülmüştür. Drina Köprüsü, Nobel mükafatı kazanan bir edibin eseridir ve o, Drina Köprüsü’yle bu mükafatı kazanmıştır. Türkiye’de Zeynep için ismiyle çıkan bu romanımı, Paris’te ilk metne bakmadan yeniden yazdım ve kız kardeşim Hamiyet Derviş, onu Fransızcaya tercüme etti. Bu eser Hollanda’da, Sovyet Rusya’da, Bulgaristan’da kitap olarak çıktı. Muhtelif Fransız dergileri ve ecnebi dergileri tarafından iktibas edildi.
Büyük Ateş, 1947-48,Son Posta.
Yaprak Kıpırdamasın, Hürses,1950.
Yeniden Yaşayabilseydik, 1950-1951.
Aksaray’dan Bir Perihan, 1963-64, Gece Postası.
Şoför Mustafa, 1964-65.
Bütün eserlerim içinde tercih ettiklerim şunlardır:
İstanbul’un Bir Gecesi, Yalının Gölgeleri, Ankara Mahpusu, Fosforlu Cevriye, Aksaray’dan Bir Perihan.
Yazdığım gazete ve dergiler:
Yazı yazmaya başladığım günden bugüne kadar, bir Akşam, bir de Hürriyet gazetesinden başka ve yeni çıkmaya başlamış, yani 1953’ten bu yana dergiler ve gazeteler müstesna, bütün İstanbul ve birçok Ankara ve Adana, İzmir gazetelerine yazdım. 1934’ten 1944’e kadar hemen hiç olmazsa bir yazı vermediğim olmamıştır zannındayım. Dergiler de öyle.
1930-32 arasında yazar olarak Almanya’da çalışmıştım. 1953’te Avrupa’ya gittim. Fransa’da iki kitap çıkarttım, birini Türkçe yazdım, kız kardeşim Fransızcaya tercüme etti, (Ankara Mahpusu) ikincisini ben yazdım, o gözden geçirdi. (Yalının Gölgeleri) Paris’te Les Lettres Française, İstanbul’da ilk defa Tan gazetesinde çıkmış olan ve sonra birkaç kere haftalık dergilerde ve bayram gazetelerinde çıkan “Fukara Ölüsü” isimli uzun bir hikayem intişar etti. Horizon’da, Les Femmes D’aujourd’hui, Les Femmes Française, Eve, Antoinette dergilerinde, Parisien Libere gazetesinde çıkan hikaye ve romanlarım vardır. İki Almanya’da, Çekoslovakya’da, Polonya’da, Sırbistan’da, Hindistan’da, Finlandiya’da, Romanya’da, Kanada’da, İngiltere’de, Japonya’da, İspanya’da, İskandinavya’da, Kızıl Çin’de tercüme edildi. Batı Almanya’da Kölnischer Anzeiger, Morgenpost, Bild ve daha birçok yevmi gazetelere makale verdim. Avusturya’da Volksstimme gazetesine devamlı olarak hikayeler verdim ve Stimme der Frau kadın gazetesinde Yalının Gölgeleri romanım çıktı.
1963 yılında memleketime döndüm. İş bulduğum her gazete ve dergide (çocuk dergisi) ve yevmi gazetede çalışıyorum. (Çocuk masalları, sahife, tercüme, müstear isimlerle roman ve hikayeler) Kendi ismimle yazdığım romanlar, bu devrede Aksaray’dan Bir Perihan ve Şoför Mustafa’dır. Geldiğimden beri Fosforlu Cevriye’de tekrar intişar etmiştir. Kitap halinde çıkamayan Ankara Mahpusu, belki beni bilenlerden biri okur diye, bir akşam gazetesine verilmiş ve tefrika olarak çıkmaktadır (Her Gün)...
ANILAR GERÇEKTEN PARAMPARÇA!- SELİM İLERİ
Suat Derviş’in kendi hayatını anlattığı ‘Anılar, Paramparça’yı okumanızı, mutlaka okumanızı isterim. Edebiyatımızın yitik yazarlarını, hiç değilse şimdiden sonra koruyabilmek için. Koskoca bir çağdaş edebiyatı güncel şöhretli iki-üç yazarla sınırlama hastalığından belki kurtulabiliriz.
Bizim kuşak Suat Derviş’i ‘Ankara Mahpusu’ ve ‘Fosforlu Cevriye’yle tanıdı. İlkgençliğimizde bu iki romanı May Yayınları okurla buluşturmuştu. Kimselerin bilmediği, ama eserleri yurtdışında yayımlamış bir romancı. Bense ‘Çılgın Gibi’nin anısıyla, andığım iki romanı hemen edinmiş, okumuştum...
Sonra yine bir Suat Derviş sessizliği oldu. Yalnızca Attilâ İlhan onu yaşatmaya çalıştı diyebilirim. Suat Hanım, ‘O Karanlıkta Biz’in roman kahramanları arasındadır. Attilâ Ağbi Suat Hanım’a gönül borcu duyanlardandı. Sık sık onun Yeni Edebiyat dergisinde genç toplumcu şairlere, hikâyecilere yol açtığını belirtirdi. Suat Derviş’in bu yeni kitapta Behçet Necatigil’e yıllar önce yazılmış bir mektubu yer alıyor. Derviş, Yeni Edebiyat’taki çabasından, gayesinden kısacık söz açmış. ‘Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’ne baktım: Necatigil, Suat Derviş’in Yeni Edebiyat’taki emeğini daha geniş bir görüngeden değerlendirmiş. Bununla birlikte romanlarını anmakla yetinmiş. Acaba Suat Derviş romanları neden ilgi devşirmedi? Kendisi, özellikle ‘Aksaray’dan Bir Perihan’ı anıyor. Önce bir akşam gazetesinde tefrika edildi bu roman, hatırlıyorum. Hatta, günü gününe o gazetenin tefrika romanlarını kesmiş, saklamıştım.
Suat Hanım söyleşilerinden birinde, Son Saat gazetesinin sahibi Ethem İzzet Benice’ye gönül borcu duyduğunu belirtiyor. ‘Aksaray’dan Bir Perihan’ı Benice yayımlamaktan uzak durmamış; Suat Hanım, oysa dünya görüşlerimiz zıttı, diyor.
‘Anılar, Paramparça’yı okumanızı, mutlaka okumanızı isterim. Edebiyatımızın yitik yazarlarını, hiç değilse şimdiden sonra koruyabilmek için. Koskoca bir çağdaş edebiyatı güncel şöhretli iki- üç yazarla sınırlama hastalığından belki kurtulabiliriz.
Kutu Gölgesi
Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını
Bir kere eğemediğim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor
Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım
Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim!
Nazım Hikmet