Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
TALİP APAYDIN (1926- 28 Eylül 2014)
Ankara Polatlı’da dünyaya gelen Talip Apaydın Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü ardından Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü'nü bitirdi. Turhal ve Amasya'da öğretmenlik görev yapan Apaydın, edebiyata şiirle başladı. Daha sonra öykü ve romana yönelen Talip Apaydın’ın ilk şiir ve öyküleri Köy Enstitüsü Dergisi’nde daha sonra Fikirler, Yeditepe, Beraber, Yeni Ufuklar, Varlık, İmece ve Türk Dili dergilerinde de yer aldı.
Eserlerinde, kendi yaşadıklarından, anılarından, gözlemlerinden esinlenerek, köy ve kasaba gerçeklerini, su, toprak, eğitim, parasızlık, göç vb. sorunlarını ustalıkla işleyen Apaydın Köy Edebiyatı akımının en önemli temsilcilerindendir. Şiir, öykü ve romanlarının yanısıra anı, oyun ve çocuk edebiyatı türlerinde de eserler veren Apaydın’ın Cem Yayınları tarafından baskıya hazırlanan “Öte Yakadaki Cennet” isimli öyküsünü yayımlıyoruz
ÖTE YAKADAKİ CENNET
Irmağın öte yakası yemyeşil, bu yakası bomboz. O tarafı bağlık bahçelik, bu tarafı göz alabildiğine kır...
Biz çocukluğumuzda bunu Allah böyle yarattı sanırdık. Yasin ağanın karşıdan sonsuz gibi geniş görünen bahçesine imrenirdik. Boynumuzu bükerek bakardık. Hele meyveler olunca, sarı sarı kayısılar, kırmızı kırmızı elmalar, iri iri ayvalar... Bakar bakar yutkunurduk.
Irmak genişti, derindi. Bozbulanık akardı. Yüzüp geçemezdik. Analarımız babalarımız sık sık tembih ederlerdi, "sakın ırmağa girmeyin. Karşıya geçeyim demeyin. Yasin ağanın bekçileri adamı döve döve öldürürler."
Zaten geçemezdik. Çocuktuk daha.
Bazan delikanlı ağabeylerimizden duyardık, bu gece karşıya geçmişler. Torbalarını elmayla erikle doldurmuşlar. Yasin ağanın bekçileri uyudukları için görememişler. Amma yemişler ha! O kadar çok yemişler ki, ırmaktan geçerken tok karnına yüzememişler de az daha boğulayazmışlar.
Böbürlenerek anlatırlardı. Bizim de ağzımızın suyu akardı.
Irmak kıyısında öküz güderdik. Tarlalarda çalışırdık. Sıcaktan terledikçe ırmağın öte yakasına, Yasin ağanın bahçesine bakardık. Deniz gibi yeşillik, ağaç diplerindeki koyu gölgeler, sarı sarı, kırmızı kırmızı meyveler... Bize cennet işte orası gibi gelirdi.
Yasin ağa köyde sık sık tellal ünletirdi,
- Herkes çoluğuna çocuğuna, öküzüne eşeğine sahip olsun. Kim ırmağı geçerse av tüfeği ile ateş ettireceğim. Kulağını kuyruğunu kestireceğim. Duyduk duymadık demeyin haa!...
Dediğini yaptırırdı hem de. Bizim köyün öküzlerinin, mandalarının çoğu ya kulaksızdır, ya kuyruksuzdur. Çünkü hayvanlar karşıdaki yeşilliği görünce dayanamaz, ırmağa dalar karşıya geçerler. Sonraki belli işte. Yasin ağanın pala bıyıklı bekçileri bıçağı çekip,
- Gel bakalım kara oğlan, doo ha" deyip işlerini bitirirler. Sonra da götürüp dama tıkarlar. Üç gün, beş gün aç susuz bırakıp, aklını başına getirirler.
Bizim köylü ta Yassıhöyük köprüsünden dolaşıp Yasin ağaya varır, yalvar yakar olur, zor alır öküzünü. konuşmayı bilmezse, kendisi de bir dayak yer orada. Yukardan aşağı güzelce kalaylanır. Geri dönerken buna da şükreder köylüm. Çünkü kabahat kendisinindir. Hayvanına bakmamıştır. Elin bahçesine girmiştir kör olası öküz.
Onun için analarımız, babalarımız sıkı sıkı tembih ederlerdi:
- Aman iyi bakın mallara, karşıya geçmesinler. Gözünden ayırma.
Bu öküzlerde, mandalarda bir huy var, birinin başına gelenden öbürü ders almaz. Birbirlerine haber vermezler. "ben geçtim de şöyle oldu, sen de geçme" demezler. Onun için bizim köyün öküzlerinin mandalarının çoğu sakattır. Ya kulağı yoktur, ya kuyruğu yoktur.
Ben Yasin ağayı bir kez gördüm. Irmağın öte yakasında kara urbalı, iriyarı bir adamdı. Elleri arkasında geziniyordu. Hep dallara bakıyordu nedense. Yanında iki bekçi, omuzlarında tüfek, saygılı yürüyorlardı peşinden. Oraların sahibi demek bu adamdı. Gözümde iyice büyüdü. Ta ırmağın ötesinden kolunu uzatıp dövecekmiş gibi korktum. Pısıp kaldım oracığa. Onlar gözden kaybolunca, ne olur ne olmaz diyerek öküzlerimizi sürdüm. Belki karşıya geçiriverirlerdi. Sonu ne olurdu kim bilir?
Irmağın öte yakası cennet gibi yeşillik, bolluk ama ulaşılmaz, geçilmez bir yerdi bizim için. özlem duyarak bakardık. Meyvelerin büyümesini olgunlaşmasını, sonra sepet sepet toplanıp götürülmesini yutkunarak seyrederdik. "Ah bir kuş olsak" dediğimiz olurdu. "Şuradan uçup ırmağı geçsek, konsak bir kayısı ağacının dalına, sulu sulu kayısıları yesek. Elmaları ceplerimize, koyunlarımıza doldursak. Sonra pırr diye uçup geri gelsek."
Fakat olmuyordu. Ne kadar arzu etsek boşunaydı. Cennet hemen karşımızda, yüz adım ilerimizdeydi ama gidilemeyecek kadar da uzaktı.
Çocukluk yıllarımız böyle geçti. İmrenerek, uzaktan bakarak, iç çekerek...
Sonra biz büyüdük, delikanlı olduk. Kara Veli, Kamış Hasan, Yanığın Osman, Gaga Yakup... Güreşirdik. Irmakta yüzerdik. Bir oturuşta bir koyun yiyebilecek kadar iştahlıydık.
Bizim taraf gene kupkuru. Öte yaka gene yemyeşil. Yaz ayları döndü mü, gene kayısılar sararır, elmalar kızarır, ayvalar ağarır. Durulur mu, dayanılır mı buna? Yasin ağanın bekçileri tüfekli ama biz de genciz. Ateş olsa, içine atlayacak yüreğimiz var.
Bir gün dedik, "gidelim. Geceleyin ırmağı geçelim. Dalalım Yasin ağanın bahçesine. Ölüm yok ya ucunda?"
Ay karanlığında soyunduk. Gaga Yakup dedi ki,
- Donla mı geçelim, çıplak mı?
Kamış Hasan,
- Çıplak geçelim, dedi. Yakalanırsak götüremezler. Bir iki döver bırakırlar.
- Kimi dövüyorlar? Bu kadar yiğit bir aradayken sopa mı yenir be? Sıkı mı?
- Doğru söz. Asıl biz onları döveriz. Korkmayın!
- Peki. Tamam...
- Yavaş konuşun, duymasınlar.
- İsterlerse duysunlar, ne olacak?
En çok Gaga Yakup efeleniyordu. Irmağa önce o girdi. Suları şapırdatarak yüzmeye başladı. Sonra biz... Irmak burada hızlı akıyordu. Ta aşağıdan, kamışların arasından çıkabildik. Yalınayak, çırılçıplak geceye daldık. O taraf bilmediğimiz bir yerdi. El yordamı ile usul usul yürüyorduk. Benim içime bir titreme geldi. Kendimi yokladım, yüreğim bizim taraftaki kadar sağlam değildi. Hele çıplak olunca insan daha da zayıf oluyor besbelli. Giydikleri güçlendiriyor kişiyi. Bana bir pişmanlık geldi.
- Gelin arkadaş dönelim, dedim. Yakalanırsak kötü oluruz.
- Ne demek o? Vay korkak vay! Şuna bak, ta buraya gelmiş de geri dönecek.
- Yavaş konuş Yakup, duyacaklar.
- Duysunlar, ne olur?
Ben mahsus geride kaldım. Ayaklarıma dikenler batıyordu otluk gürüzlüktü oralar. Arka arkaya yürüyorduk. Biraz sonra ağaçların arasına girdik. Elma mı kayısı mı, el yordamı ile yokluyorduk.
- Hıh, dedi Hasan'ın sesi. Buraya gelin, buldum.
Yanaştık, uuff yumruk gibi kayısılar. Yumuşak yumuşak. Şeker gibi tatlı. Hem de kokulu. Ye babam ye... Çiğnemeden yutuyorduk.
Gaga Yakup ağaca çıktı. Hışım gibi topluyordu.
- Ula silkele, dedi Osman.
- Aman yavaş olun, duyulmasın.
- Duyulmaz, korkma.
Ağız şapırtısı geceyi doldurmuştu.
- Keşke birer torba getirseydik, dedi Yakup. Karşıya neyle götüreceğiz şimdi?
- Götürmeyi boşver. Yemeye bak.
- Ben doydum.
- Dur bakalım arslanım, daha elma yiyeceğiz.
- Hadi, çabuk olun.
Elma aramaya başladık. Ağaçların yere sarkan dallarını yoklaya yoklaya yürüyorduk. Ben birden bir ses duyar gibi oldum. Birisi öksürmüştü herhalde.
- Ula gelen var, diye fısıldadım. Kaçın!
- Yok be, dedi Yakup. Hani?
Durup ortalığı dinledik. Çekirgelerin cırlamasından başka ses duyulmuyordu. Ama ben işkillenmiştim. kıyıya doğru yürüdüm. Tam suya gireceğim sırada "güüm" diye bir tüfek atıldı. Sonra ayak sesleri, fısıltılar duyuldu. Ben ırmağa atladım. Hızlı hızlı yüzmeye başladım. Sekiz on adım gerimden de öbürleri atladılar. Şıpırtılarla yüzüyorlardı. Seslerini duyuyordum. Bir daha tüfek atıldı.
- Güüm!
- Anam anam, vay vay vay!... diye bağırmaya başladı birisi.
Heyecandan kalbim küt küt atıyordu. kim vurulmuştu acaba? Bir yandan yüzmeye çalışıyordum. zor yüzüyordum nedense. Geri döneyim dedim, korkumdan dönemedim. Bir an önce kıyıya çıkayım diyordum.
Gaga Yakup'un sesine benzettim, boyuna bağırıyordu,
- Oy oy oy!... Vuruldum anam anam, oy!...
Fakat dikkat ettim, sesi bir tuhaftı. Vurulmuş insan sesine benzemiyordu pek. Geriye baktım, yüzüyordu. Biraz sonra da sustu.
Ben kıyıya çıkıp beklemeye başladım. merak içindeydim.
- Ne oldu be? diye fısıldadım.
- Yok bir şey, dedi Yakup. Alın urbalarınızı, yürüyün! Tekrar ateş etmesinler diye öyle yaptım.
Sudan çıktılar. Urbalarımızı alıp hemen yürüdük. Kıyıdan biraz uzaklaşınca aramızda gülüşmeye başladık. Yakup bekçiyi işletmişti güzelce. Belki ırmağın aşağılarına gitmiş, cenaze arıyordu şimdi. adam vurdum diye korkuyordu bir de. Gülünecek bir işti.
Köye yakın kalınca durup giyindik.
- Oh, dedi Yakup. Amma yedik be... Zor yüzdüm valla.
- Ya ben, karnım patlayacak sandım, şuna bak.
- Kayısılar yamandı ha, lokum gibiydi.
- Elma yiyemedik yazık oldu.
- Yarın da elma yeriz. Kolayını aldık gayri.
- He. Yolunu öğrendik. Bir daha sefere torba götürüp dolduralım.
- Olur ama ırmaktan nasıl geçireceğiz?
- Kolay. Sırtımıza bağlar geçiririz.
- İyi. Öyle yapalım.
Köyde birkaç gün övündük. Gece Yasin ağanın bahçesine geçtiğimizi, doyuncaya kadar meyve yediğimizi, sonra da bekçiyi aldatıp kaçtığımızı köyde duymayan kalmadı. Büyükler "yapmayın, etmeyin" diyorlardı. Ama küçükler imrenerek bakıyorlardı yüzümüze. Ah onlar da bir büyüselerdi, bizim kadar olsalardı. Yüzmeyi öğrenip öte yakaya geçselerdi. Yasin ağanın bahçesine dalsalardı... cennet orası. Şurada hemen karşıdaydı işte. Görünüp duruyordu.
Birkaç gün sonra gene geçelim dedik. Bir şölen daha çekelim kara gövdelerimize.
Geçtik. Bu kez bekçi de yoktu. Belki uyumuştu. Gaga Yakup kocaman bir ekmek torbası almıştı. Elma, erik, kayısı... Tıka basa yedik. Torbayı da ağızına kadar doldurduk.
- Ee, nasıl geçireceğiz bunu?
- Geçiririm ben, dedi yakup. Korkmayın.
Boynuna çaprazlama astı. Irmağa vurduk. Fakat öyle yemişiz ki zor yüzüyoruz. Boğuşuyoruz sularla, arkada bir şeyler oldu. Ama ben önce fazla bir şey anlamadım. Yakup gene oyun yapıyor sandım. birtakım hırıltılar, "ula şey, yetiş, ığğ,... " gibi sesler. Karanlıkta kim yetişecek? Zaten herkes kendi derdinde. Hasan bir yandan. Kara Veli bir yandan bağırmaya başladılar.
- Ula Yakup boğuluyor, yetişin! Eyvah!
Karanlıkta bir şey görünmüyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Yorulmuştum bir yandan. Geri dönmeyi gözüm kesmedi.
- Siz varın be, yetişin! Torbayı çıkarın boğazından!
- Hani bulamıyorum, battı.
- Allah Allah, nerede bu oğlan?
- Yakup! Yakuup!
Yakup'u bulamadık.
Ertesi gün boynuna takılı meyve dolu torba ile bir kilometre aşağıdan ölüsünü çıkardılar.