Tarık Dursun K: Sevmek Diye Bir Şey

Tarık Dursun K’nın Tefrika Yayınları tarafından okurla buluşturulan “50 Muhteşem Kısa Hikaye” isimli kitapta yer alan “Sevmek Diye Bir Şey” öyküsünü okurlarımızla paylaşıyoruz.

19 Ağustos 2020 - 21:28

EDEBİYAT HAYATINDAN HATIRLAMALAR- 84

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... İyi okumalar diliyoruz.

TARIK DURSUN K (26 MAYIS 1931 - 11 AĞUSTOS 2015)

Asıl adı Tarık Dursun Kakınç olan yazar 1931 yılında İzmir’de doğdu. İlkokulu İzmir ve Ankara’da tamamladı; ortaokulu dışarıdan sınavlara girerek bitirdi. Bir süre gazete dağıtıcılığı, seyyar köftecilik, otobüs biletçiliği, muhasebe yardımcılığı, memurluk gibi işlerde çalıştı. İzmir “Anadolu” gazetesinde başladığı gazeteciliğini Ankara ve İstanbul’da sürdürdü. 1962’de “Aramıza Kan Girdi” adlı polisiye filmiyle yönetmenliğe başladı; daha sonra “Korkusuz Kabadayı” (1963), “Cehennem Arkadaşları” (1964), “Kelebekler Çift Uçar” (1964) gibi filmleri yönetti. 

Senaryo yazarlığı (Aşkın Dünü, Bugünü, Yarını, 1966) ve reji asistanlığı yaptı. “Cumhuriyet Ansiklopedisi”nde çalıştı. 1969’da Kurul Kitabevi’ni açtı, Milliyet Yayınları’nı yönetti (1973). “Günümüzde Kitaplar” isimli aylık bir dergi çıkardı. Koza Yayınları’nın kurucularından biri oldu ve yöneticiliğini üstlendi (1975). İlk şiiri 1949’da “Kaynak”ta çıktı. Öykülerini 1951’den itibaren “Yeditepe”, “Kaynak”, “Seçilmiş Hikâyeler”, “Mavi”, “Yenilik”, “Dost”, “Yelken”, “Ataç”, “Yeni Ufuklar”, “Varlık”, “Türk Dili”, “Adam Öykü”, “Gösteri”, “Milliyet Sanat” dergilerinde yayımladı. Senaryo, çocuk kitapları, öykü, roman gibi farklı türlerdeki ürünleriyle 1950 kuşağının verimli ve hareketli kalemlerinden biri olarak görüldü. Yapıtlarından “İnsan Kurdu” romanı (“Kara Gün” adıyla, yön. B. Olgaç, 1971) ve “Kurşun Ata Ata Biter” romanı (yön. Ü. Elçi, 1985) sinemaya aktarıldı. “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep” öyküsü (yön. Y. Çakmaklı, 1979), “Denizin Kanı” (yön. Y. Çakmaklı, 1980) ve “Alçaktan Uçan Güvercin” (1998) romanları televizyona uyarlandı ve dizi olarak gösterildi. 

“Haritada Beş Nokta” röportajıyla 1960 Gazetecilik Başarı Armağanı; “Güzel Avrat Otu” ile 1961 TDK Öykü Ödülü; “Yabanın Adamları” ile 1967 Sait Faik Hikâye Armağanı; “Ona Sevdiğimi Söyle” ile 1985 Sait Faik Hikâye Armağanı; “Kurşun Ata Ata Biter” ile 1984 Orhan Kemal Roman Armağanı; “Ömrüm, Ömrüm...” ile 1987 Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü; “Ağaçlar Gibi Ayakta” ile 1991 Yunus Nadi Yayımlanmış Roman Armağanı, “Hepsi Hikâye” ile 2006 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandı.

Tarık Dursun K’nın Tefrika Yayınları tarafından okurla buluşturulan “50 Muhteşem Kısa Hikaye” isimli kitapta yer alan “Sevmek Diye Bir Şey” öyküsünü okurlarımızla paylaşıyoruz.

SEVMEK DİYE BİR ŞEY

(“Niçin saklamalı: Irmak boyunca tek bir suçiçeği bile yoktu. Ama karanfillemek, güllemek; hele hele karanfillemek, yine de ırmağın elindeydi. Yapmadı bunu. Hiç yapmadı.”)

Aralarında yalnızca iki limonata bardağı duruyordu. Dışa vurmuş buğusu ağır ağır kesilmiş, uçup gitmişti. Erkeğin ellerli masanın damarlı köşeli koyu kara mermeri üzerindeydi, kalakalmıştı.

Kadının gözleri yorgundu. Yeşil, o eski dipdiri, o capcanlı yeşillik yoktu içlerinde. Yerini tembel, eğri, kıyıya denizin getirip hızla savurduğu kötü yosunların rengini almıştı.

(“Ne fena! Artık o yeşiller yok gözlerinde. Açılmış. Burulmuş. Kıpır kıpırdı eskiden. Şimdi sahipsiz bir sokak köpeğinin gözleri gibi. Usanç da veriyor.”)

Kadın işaretparmağını kendi limonata bardağının ağzında dolaştırıyordu. Beyaz ojeli tıknaz kadın parmağı, bardağın ağzını çevreleyemiyordu; başlıyor, dönüyor, yolun yarısında yine dönerek başlama noktasına geliyordu. İsteksizdi, sıkıntısı giderek büyüyordu. Erkeğin hiç bakmadığını (ama hep kendisine baktığını) biliyordu. Kızgındı ya, açığa vuracak güçten yoksundu bunu. 

Elini indirdi, masanın mermeri üzerine bıraktı. Hiç gürültüsüz; yumuşacık ve incitmesiz bıraktı. Bırakır bırakmaz da parmağındaki kahverengi yanık taşlı yüzük, ağırlığını yana kaydırıp düştü; küçük bir çıt sesi geldi mermerden. Kadın yüzüğü hiçbir şey olmamışçasına çevirdi; yine eski yerine getirdi. Elini (öbür elini) masaya bıraktı yeniden.

Konuşmadan oturuyorlardı. Pastanenin havası incelmiş olarak başları üzerindeki iri kollu, masallar canavarı bir vantilatörle bir savaşa tutuşmuştu. Yukarıdan aşağıya ölgün dökülüyorlardı.

Erkek içini çekti. Ansızın içi çekti; cıgara paketinden bir cıgara alıp ağzına koydu. Kadın onun aranmasına meydan vermeden kibrit kutusunu önüne sürdü. Çok yeni, üstü allı morlu resimlerle süslenmiş bir kutuydu.

Erkek, paketi kadına uzattı. Kadının elleri masadan cıgara paketine doğru kalktılar. Havadaki ellerin biri cigarayı aldı; öbürü boşlukta asılı durdu.

Erkek, önce onun cıgarasını yaktı, sonra kendisininkini. Masadan öne doğru eğilmişti; çekilmedi, hep öyle kaldı. Kadına bakıyordu: İnadına, kadının ağzına bakıyordu.

(“… Kıyılarında – altdudaktan çeneye doğru, üstdudaktan burnun altına doğru- ne kadar da çok çizgi var. Ne zaman oldu bunlar? Önceden vardı da ben mi görmüyordum? Bu kadar çok çizgi! Sonra, daha da derinleşecekler. Yarılmış gibi, bıçakla oyulmuş, açılmış gibi… Dudakları açılıyorlar. Eti geren deri gevşiyor, koy veriyor kendine. Öpüldükleri zaman katıdan yumuşaklığa dönüşleri artık yok olacak. Ne zaman öpülseler, hep yumuşaktırlar. Katılıktan ayrılmış, sıvıya varan yumuşaklıktadırlar. Katılıklarından ayrımlı, sıvıya varan yumuşaklıktadırlar. Artık yaşlanıyor. Bu benim doymadığım, doyarım umudunu sürdürerek öptüğüm ağız mı? Hayır, yaşlanıyor… Her kadın gibi önce yavaş yavaş, sonra insanı delirten bir hızlılıkta yaşlanıyor…”)

Bakıyor mu diye gözlerini bu kez kadına doğru ( kadının gözlerine doğru) kaldırdı. Bakıyordu. Acımasız, anlamsız, yavan gözlerdi.

(…. Kim bilir o da  benim için neler geçiriyor aklından! Ben de onun için artık çirkinleşmişimdir. Gözlerim ağarmıştır. Saçımı yandan ayırmadığımı – mahsustan, inadına- görüyor mu? Yok, hayır! Farkında bile değil. Sanmıyorum. Hiçbir şeyin farkında değil artık. Kravat takmadığımı, dişlerimi hiç fırçalamadığımı bilmiyor; görmüyor. Macunun kaygan tadını onsuz, dişlerimden ayırdım çünkü.”)

Cıgarayı ağzından alan eli az seğiriyordu. Kızardı. Seğiren elini indirdi. Cıgaranın arka ucundan taşan duman ip gibi uzaya uzaya masaya inmeye başladı. Ortaparmağı kıpırdıyordu. 

(“… Onu arayacağım, yokluğunu duyacağım. Ama o beni aramayacak. Biliyorum. Benimle olan bağı ne kadarlıktı ki zaten? Bir kuş evinin damından öbür evin damına yüksele alçala ne kadarlık bir sürede uçarsa, o kadarlık bir süreydi. Beni hiç sevmedi. Hiç sevmedi beni. Bana söylediklerine benim kadar o da inanmıyordu”)

Kadın cıgarasını yarımken tablada hızlı hızlı bastırarak söndürdü.

“Sıkıldın mı?” diye sordu erkek

Kadın kısa, kesin, “Bilmem..” dedi.

Biliyordu, sıkılmıştı.

(“… Benimle olmak sıkıyor onu. Oyun oynuyormuşuz, bu oyunda yorulmuş, sıkılmış gibi duruyor. Oysa, seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum. Hayır, beni sevmiyor, beni sevmiyor, beni sevmiyor! Benden bıktı. Belli. Benden sıkılıyor. Ne fena!”)

“Buradan sonra bir yere gidecek misin?”

“Eve gideceğim, “ dedi kadın. “Saçlarım yapış yapış, bir duş alacağım.”

“Sonra?”

Kadının sinirlerinin ağırdan ağıra yaylandığının farkında değildi, görmezden gelmiyordu.

“Hiç…” dedi. “Sonrası hiç!”

(“… Belki de eve gitmeyecek. Niçin gitsin hem? Bu saatler, onun eve gitme saatleri değildir ki!... İkimiz birlikte buradan çıkacağız, hemencecik kapı önünde ayrılacağız. O andan başlayarak iki yabancıyız artık. Karanlığa gömülü, düzen dışı bir ışık yokluğunda yüzen kalabalıkların yabancılığını karşılıklı duyacağız. İki yarım yabancı gibi kısa, kuru bir allahaısmarladık, bir güle güle ile ayrılacağız. Bir daha birbirimizi görmeyeceğiz. Görsek bile, görmezlikten geleceğiz.  Birbirlerini arık hiç tanımayan, tanımayacak iki ayrı, bölünmüş iki kişi olacağız…”)

Kadın hep aynı sıkıntısını sürdürüyordu. Elleri terden ıslanmıştı. 

Yanlarından yeni bir genç kadınla yeni bir genç erkek geçtiler. Köşede (en köşede) bir masaya oturdular. Kadın başını çevirip onlara baktı.

(“… Burnundan kaç kez öptümdü, sayısını bile bilmiyorum. Parmağımı üstünde gezdirirdim; sivri, düzgün ucuna giderdi, o ucundan öperdim.”)

Masadaki sessiz, suskun, kendi kendine duran kadının ellerine, ellerini yakıştırayım dedi; ama çabucak caydı bundan.

(“… Senden hiç bıkmayacağım…” diyordu, “hiç bırakmayacağım. Bana daha sıkı sarıl, daha sıkı. Beni sev! Beni sev!”

Onu benim kadar hiç kimse sevmedi. Hiç kimse! Bunu bir tek ben biliyorum, o bilmiyor. Onu benim kadar da hiç kimse sevmeyecek. Öyle doygun, öyle aç, her an aç! Dudaklarının etini dişlerdi. Bir küçük hayvan gibi benimle oynardı, dişlerini saklardı. Onu yalnız ben, bir tek ben mutlu ederdim”)

“Cıgara ister misin?”

“İstemem,” dedi kadın. “Ağzım acı. İstemem…”

(“… Işık pencereden tam sırtına vuruyor, sınırını aşaraktan da odayı dolduruyordu. Yalnız, küçücük kirli duvarlı, kirli tavanlı – tavandan boş bir kordon sarkardı da odayı geometrik bir biçimde havadan ayırıverirdi- bir odaydı. Yerde yoz bir halı vardı, bir de gaz sobası…  Döne dolana çıkıp duvara yaslanan borularıyla yaz gününde odayı, boş, tavandan sarkan o elektriksiz kordon kadar – belki de ondan çok- gülünçleştirirdi. Pencerede otururdu, sokağa bakardı. Gelirken – ben ondan sonra gelirdim- pencerede az uzanmış, eskimelere varmış yüzünü görürdüm. Kapıda durur zili çalardım. Vınlamayı duyunca kanadın birini iterdim; kapı açılırdı. Merdivenlerde karşılaşırdık. Elinden cıgarasını alırdım. Yeni yakılmış, benim için yakılış, dibi hafifçe ıslak, hafifçe boya lekeli, kırmızı…)

“Bir limonata daha söyleyelim mi?”

Kadın o bitip tükenmeyen sıkıntısı içinde;

“İstemem,” dedi yine.

Erkek dinlemedi onu, salonun bir köşesinde yarı uyur, yarı uyanık duran garsona işaret etti, boş bardakları gösterdi. 

“Tırnakların yeniden uzamışlar.”

Kadın da baktı, sonra telaşsız, parmaklarını kapadı, avuçlarını sakladı.

“Ama hep yiyorum yine…”

(“ … Ben engelliyordum ama. Ben yanımdayken tırnaklarını yiyemiyordu. Ellerini o eski alışkanlığıyla ağzına götürdü mü, sertçe – hiç mi hiç beceremediğim o gülünç serçeliğimle- yüzüne bakardım, utanırdı, kızarırdı, ağzından çekerdi ellerini.”)

Garson getirdi, dolularını bırakırken boşlarını da aldı, öyle gitti.

“Sen ne yapıyorsun şimdi?”

Kadın, gereksizce sormuştu bu soruyu. Erkek sezdi; karşılıksız, omuzlarını  kaldırıp indirdi.

(“… Benim ne yaptığımdan ona ne, peki? Artık hiçbir davranışım onu ilgilendirmez. Ne yapıyorsam yapıyorum. Ne yapıyorsam… Onu seviyorum. İşte bunu yapıyorum. Söylesem, güler. Seni seviyorum dediğinde, ben de ona gülüyordum. Çok gülünç geliyordu bana. Seni seviyorum, seni seviyorum! Bu iki kelime, bu iki kelimelik havada bir cümle, bir kadının ağzında çoğalıyor, gülünçlüğü büyütüyor, arttırıyor. Geri dönülmez çocuksuluğuna, kadınsılığına – ne kadar yoksul, ne kadar acınacak bir kadın yanıdır o - aç  hayvan yanına… Onunki kadar kendiminkine… Kendiminkilere….”)

Bardağı iki eliyle kavradı, parmakları soğukluğunu duyup hızla ete geçirdiler.

(“… İnce örtünün altında bacakları öylesine soğuktular ki… O yaz günlerinde bile … Sonra, yavaş yavaş, sevişme boyunca, sona doğru et ısınır, yanmaya başlardı. Sevişme bitti mi, öpüşler uzaklaşıp ağızlar acımaya, soluklar insansı kokmaya başladı mı; et yeniden kıskandırıcı soğukluğuna dönerdi. Benimse, tersine avuçlarım yanardı. Kıpkırmızı, bir kapı önü mangalına ellerimi bileklerime kadar sokmuşçasına…”)

“Çok çalışıyorum,” dedi.

Kadının durumunda değişme olmadı. Erkek de beklemiyordu.

Beklemiyor muydu?

(“…  Niçin sormuyor, niçin çok çalışıyorsun, neden çok çalışıyorsun: Gerekli değil, bırak şu çalışmaları bir yana… demiyor? Ah, bu benim onmaz güçsüzlüğüm…”)

Uzaklarda, çok uzaklarda bir yerde boğumlu ev saksıları içinde toprağına sımsıkı yapışmış, yumruk köklü karanfillerin tomurları açıyordu. Erkek bunu biliyordu, kadın da biliyordu. Boğumlu saksıların bellerine renkli krepon kağıtları sarılmıştı. Karanfiller akşamüstlerine doğru kopartılıyorlardı. Baylan ellerde, incecik, naylon kağıtlara desteklenerek yine baylan ellere götürülüyorlardı. Karanfiller hiç mi hiç eksilmiyorlardı. Onlar, hep uzaklardan çok uzaklarda bir yerlerden yine öyle boğumlu, belleri kırmızılı sarılı krepon kağıtlarıyla bezenmiş ev saksılarında açacaklar, ama baylan ellerden baylan ellere hiç gitmeyeceklerdi. 

Masanın duvardan yana olan kenarında bir su bardağı içinde sapsarı, bitkin, geçkin ağızlı bir aspirin karanfil vardı. Erkek, bardağı önüne çekti, içinden karanfili aldı, avucunda sıktı. Sıkı sıkıya sıktı. Kadın görmedi bunu, duvardaki kadransız saate bakıyordu.

(“… Kapıda karşılandığında ona kim karanfil getirecek bir daha? Hiç kimse. Onun karanfil sevdiğini bir tek ben biliyordum. Benim karanfil getirmeyi sevdiğimi de bir tek o biliyordu.”)

Sonunda kadın gördü. Erkeğin kapanmış avucunun üst yanından karanfilin sıska taçyaprakları dışarı uğramıştı.

“Yapma!” dedi. Sesi soluk, renksizdi.

Erkek, kadını dinledi. Onu dinlemek hâlâ hoşuna gidiyordu.

Alçaltıcı ama tat verici bir duyguydu getirdiği. Avucunu açtı, ölü karanfili bıraktı. Kadın aldı, taçyapraklarına üfürdü eğilip, karanfil canlanmadı. O zaman yine bardağına, tortulu suyuna indirdi.

“Kalkalım mı?” dedi sonra.

Gözleri, erkek yerine ölü karanfile bakıyordu.

Erkek, dayatmanın yersizliğini anlamıştı. Onun için “Kalkalım mı?” ya karşı durmadı. Cebinden bozuk para arandı.

(“… Her şey bitti işte. İşte kalkıyoruz. İşte o ayağa kalktı bile. İşte ben de kalktım. İşte limonata paralarını veriyorum. İşte yürüyor, önden yürüyor. İşte ben de arkasından yürüyüp ardı sıra gidiyorum. İşte kasadaki kızla son selamlaşması… O artık buraya bir daha gelmez. Ben de gelmeyeceğim. Konstantin, eski dostumuz bizim, allahaısmarladık! Bizi hep hatırlayacaksın sen. Benim bugünkü halimi, onun inik, köpeksi, itkin yosun gözlerini… Sana bundan sonrasında ihtiyacımız var asıl, sen olsun bizi hatırla!

İşte kapı önündeyiz. Otobüsler geçiyor, taksiler, dolmuşlar! İşte ülkenin bütün kadınları, bütün erkekleri: İşte küsler, işte bağsızlar, işte bağlılar, ilişkinler, işte ayrılmışlar; işte yalnız, yenik erkekler… İşte usta savaşçı, zaferi pırıl pırıl alınlarında taşıyıp götüren kadınlar!...

İşte elimi sıkıyor. Gözleri yok. Ağzı bir incir gibi buruşuk. Artık öpülmez, biliyorum. İşte…”)

Uzaklarda, ama hiç kimsenin bilmeyeceği, kestiremeyeceği kadar saklı, uzaklardan bir yerden, iki saksı karanfilinin ağzına kadar özsu yürümüş binlerce tomurcuğu, dünyayı tutan bir gürültüyle, o anda (ve) apansızın açıverdiler.


 


ARŞİV