Tayeb Salih: Zeyn'in Düğünü

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Tayeb Salih ile devam ediyor.

03 Şubat 2023 - 09:15

Afrika ve Arap edebiyatının önemli kalemlerinden biri olan Tayeb Salih Sudan’da doğdu. Hartum Üniversitesi’nde eğitim gördü. Ülkesinde öğretmenlik ve gazetecilik yaptıktan sonra İngiltere’ye yerleşen Salih, uzun bir süre BBC’nin Arapça bölümünü yönetti, ardından UNESCO’da çalıştı. 

Çok iyi İngilizce bilmesine rağmen romanlarını kendi dilinde kaleme aldı. 1966'da en çok tanındığı Mawsim al-Hicrah ila al-Shimâl (Kuzeye Göç Mevsimi) adlı romanını yayımladı. Eserlerinde Afrikalı veya Afrikalı Arap olarak toplumsal, dini ve politik kimliğini ele alan romanları pek çok dile çevrildi. Günlük yaşamdan alınan roman ve hikâye kişilerinin hayatlarını anlatmada gösterdiği başarı ile yalnız Sudan ve Arap dünyasında değil, dünya çapında tanınan Arap yazarlardan birisi haline geldi.

Kısa hikâyeleri de modern Arap edebiyatının en iyileri arasında sayılan Tayeb Salih’in Urs al Zayn (Zeyn’in Düğünü) romanından uyarlanan Arapça film 1976 yılında Cannes Film Festivali’nde ödüllendirildi. 1966 yılında Beyrut’ta yayımlanan “Kuzeye Göç Mevsimi” 2001 yılında Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20.yüzyılın en önemli romanı olarak ilan edildi. 

Tayeb Salih’in Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan Zeyn’in Düğünü isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

ZEYN’İN DÜĞÜNÜ

Her zamanki gibi güneş doğmadan gelen sütçü Halime kuruş hesabına göre sütü tartarken, Âmine’ye, “Haberi duydun mu?” diye sordu, “Zeyn evleniyor.”

Süt kabı Âmine’nin elinden düşüverecekti. Halime, Âlime’nin haberle meşguliyetinden istifade ederek sütü eksik tartmak suretiyle onu kazıkladı.

Ortaokulun avlusu, kuşluk vaktinde sakin ve boş idi. Öğrenciler sınıflarına geçmişlerdi. Uzaklardan nefes nefese koşuşturan bir çocuk göründü. Elbisesinin bir kenarını koltuk altına sokuşturmuştu. İkinci sınıfların kapısının önünde durdu. Okul müdürünün dersiydi.

“Seni eşek herif seni. Niye geç kaldın bakayım?”

Turifi’nin gözlerinde bir sinsilik beliriverdi:

“Efendim, haberi duydunuz mu?”

“Ne haberiymiş bu, davar?” Müdürün kızgınlığı çocuğun soğukkanlılığını bozamadı. Çocuk, kıkırdamasını gizleyerek “Zeyn’i yarın evlendiriyorlar” dedi. 

Şaşkınlıktan müdürün alt çenesi düşmüş, Turifi cezadan kurtulmuştu. 

(…)

Öğle saatlerinde haber herkesin ağzına sakız olmuştu. Zeyn ise belde meydanındaki kuyuda kadınların kaplarını dolduruyor ve her zamanki gibi onlarla şakalaşıp gülüşüyordu. Sonrasında çocuklar etrafında toplanıp “Zeyn evleniyor… Zeyn evleniyor…” diye tempo tutmaya başladılar. Zeyn, onlara taş atıyor, kızlardan birinin elbisesini çekiştiriyor, birinin karnını gıdıklıyor, bir diğerinin baldırını çimdikliyordu. Çocuklar gülüyor, kadınlar bağrışıp gülüşüyorlardı. Tüm bu gülüşlerin üstünde, dünyaya geldiğinden beri köyün alametifarikası haline gelen Zeyn’in kahkahası yükseliyordu. 

Çocuklar doğduğunda hayatı çığlıklarla karşılarlar. Normal olan budur. Ancak annesinin ve doğuma şahit olan kadınların uhdesinde olmak üzere, gülerek anasının rahminden dünyaya ayak basan ilk kişinin Zeyn olduğu rivayet edilir. Tüm hayatı boyunca da bu hal üzere devam etmiştir. Ağzında biri üst damağında, diğeri alt damağında olmak üzere sadece iki dişi ile büyüdü. Annesi, ağzının inci gibi bembeyaz dişlerle dolu olduğunu söylerdi. Ancak akrabalarını ziyarete giderken altı yaşlarında olan Zeyn’i de beraberinde götürmüş, gün batımında perili olduğu söylenen bir harabenin yanından geçtikleri sırada Zeyn aniden olduğu yere çivilenmiş gibi durmuş ve sıtma hastası gibi titremeye başlayıp çığlık atmıştı. Bu olayın akabinde günlerce yatağa düşmüştü. Hastalığından kurtulduğunda geriye biri üstdamağında, diğeri altdamağında sadece iki dişi kalmış ve diğer tüm dişleri dökülmüştü.

Zeyn’in yüzü uzuncaydı, elmacık kemikleri, çenesi ve gözaltıları çıkıntılıydı, alnı açık ve yuvarlaktı, gözleri küçük ve daima kıpkırmızıydı. Göz yuvaları, yüzündeki iki mağara gibi içeri göçüktü. Yüzü tamamen tüysüzdü. Ne kaşları, ne de kirpikleri vardı. Ergenlik çağına vardığında sakalı, bıyığı dahi çıkmamıştı.

Bu yüzün altında uzun bir boyun yer almaktaydı. (Çocukların Zeyn’e taktığı lakaplardan biri de “zürafa” idi.) Boynu vücudunun geri kalanına doğru üçgen şeklinde sarkık iki güçlü omuz üzerinde durmaktaydı. Kolları maymun kolları gibi upuzundu. Elleri kalındı, uzun sivri tırnaklarla biten çekik parmakları vardı.

(Syf 7-9)

Gün batımında tarlada iş bitip millet evlerine dönerken, Zeyn gençler, çocuklar ve küçük kızlardan oluşan bir konvoyun ortasında evine dönerdi. Etrafındakiler gülüşür, Zeyn de içlerinde mağrur bir şekilde hava atarak yürür, birinin omzuna dokunur, bir kızın yanağını sıkar, havaya hoplayıp zıplardı. Yol ortasında ne zaman bir akasya ağacı görse üzerine çıkar, yer yer en yüksek sesiyle güneşin batmakta olduğu köyün semalarında yankılanan sesiyle haykırırdı:

“Duydunuz mu belde ahalisi? Hısım akrabalar! Ben Mahcub’un avlusunda aşktan vurulmuşum…”

Aşk Zeyn’i ilk kez, daha ergenliğe varmamışken, on üç, on dört yaşlarında, kuru bir dal gibi zayıf ve sıskayken vurmuştu. 

İnsanlar her ne kadar Zeyn hakkında ileri geri konuşsalar da onun estetik zevkine güvenirlerdi. Zeyn şehrin en güzel, en ahlaklı ve en cilveli kızlarını severdi. Köy muhtarının on beş yaşındaki kızı Azze, susuzluktan sonra suya kanmış hurma fidesinin canlanıp budaklanması gibi güzelliğini ortaya dökmeye başlamıştı. Cildi, hasat mevsiminden hemen önceki buğday tarlaları gibi altın rengindeydi. Duru bir güzelliğe sahip ince hatlı yüzündeki gözleri kocaman ve kapkaraydı. Kirpikleri uzun ve karaydı. Kirpiklerini yavaşça kaldırdığında ona bakan kişi kalbinde bir çarpıntı hissederdi. Azze’nin güzelliğine gençlerin dikkatini çeken ilk kişi Zeyn’di. Günlerden bir gün, muhtarın tarlasını sürmeye yolladığı koca bir grubun ortasında, tan ağardığında horozun ötmesi gibi aniden boğuk ve kaba sesini yükselterek şöyle dedi:

“Duydunuz mu belde ahalisi? Hısım akrabalar! Muhtarın kızı Azze birini kalbinden vurmuş, Zeyn muhtarın avlusunda aşktan vurulup ölmüş.”

Oradakiler onun bu cüretine şaşırıp kaldılar. Muhtar, göğsünde harekete geçmiş içgüdüsel bir kızgınlıkla sertçe Zeyn’in olduğu tarafa dönüp baktı. Herkes aynı anda, kuru bir keçi derisi gibi bir köşecikte oturan Zeyn ile muhtarın kızı Azze arasındaki trajikomik tezatlığı kavramışçasına bir anda kahkahalar atmaya başladı. Böylece muhtarın göğsündeki kızgınlık sönüverdi. Muhtar, palmiye gölgesinde bir sandalyeye kurulmuş kıpkırmızı gözler ve kirli bıyıklarıyla işçileri çalışmaya yönlendiriyordu. Çok az görülen, ürkütücü ve resmi bir tipti. Ancak bu sefer Zeyn’in sözlerine kaba ve gürültülü bir kahkahayla gülmüş ve şöyle seslenmişti:

“Zeyn! Eğer akşama kadar çalışırsan Azze’yi seninle evlendiririz.”

İşçiler bu sefer muhtara eşlik ederek gülüştüler, Zeyn ise yüzünde ciddiyet ve ihtimam ile çapa darbelerinin artan ve şiddetlenen ritimlerini duymaksızın suskun kaldı.

Bu olay üzerinden geçen bir ay boyunca Zeyn sadece Azze’ye olan aşkından ve babasının evlendirme vaadinden bahsedip durdu. Bu duyguyu nasıl istismar edeceğini iyi bilen muhtar, cinlerin bile güç yetiremeyeceği meşakkatli birçok işinde Zeyn’i köle gibi kullandı. Âşık Zeyn’i, taşların bile hararetten inlediği öğle sıcağında sırtında su kırbacı taşırken görürdün. Oradan oraya koşturur, muhtarın bahçesini sulardı.  Kendinden büyük bir baltayla ağaç kestiğini veya odun kırdığını görürdün. Kimi zaman da muhtarın eşeğine, atına ve danalarına hevesli hevesli saman taşırken görürdün. Haftada bir kere de olsa Azze ona gülümsediğinde dünyası sevinçle dolardı. Üzerinden bir ay geçmeden, Azze’nin Ebu Uşer’de pratisyen doktor olarak çalışan dayı oğluyla nişanlandığı haberi yayılınca Zeyn kızmadı, bir şey demedi, tek yaptığı yeni bir aşk hikâyesine koyulmak oldu.

Belde bir gün Zeyn’in bağrışlarıyla uyandı: “Ben Koz halkı içerisinde aşktan vurulup ölmüşüm.”

Bu seferki aşkı Sudan’ın kuzeyinde, Nil nehrinin kıyısında ikamet eden bedevilerden bir genç kızdı. (…) Koz dilberi Halime bu olaydan sonra evlenene kadar Zeyn’de bir sevda olarak kaldı. Birçok kişi kızdan haberdar oldu. Beldenin zenginleri, tanınmış gençleri ve makam sahipleri varıp kızı babasından istediler. Nihayet Halime belde kadısının oğluyla evlendi. 

Muhtarın kızıyla Halime’nin evlenip gitmeleri Zeyn’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Kız anneleri, Zeyn’in kıymetinin farkına vardılar. Kızların erkeklerden gizlendiği bu muhafazakâr toplumda bir tellal gibi onunla kızlarına koca aramaya başladılar. Zeyn aşk elçisi gibiydi, aşkın güzel kokularını bir yerden bir yere taşıyordu. İlk başta aşk onun kalbine düşer, sonrasında ise çok geçmeden bir başkasının kalbine taşınırdı. Zeyn, fare gözünü andıran çukurlaşmış göz yuvasına gizlenmiş küçük gözleriyle güzel kızlara bakar, onlardan bir şeyler kapardı, belki aşk? Dilsiz kalbi bu aşkın ağırlığından bitap düşer, iki sıska ayağı da kendisini beldenin farklı köşelerine taşırdı. Yavrusunu kaybetmiş dişi köpek gibi oradan oraya koşturur, kızın ismini dillendirir, her yerde adını sayıklardı. Böylece çok geçmeden kulaklar dikkat kesilir, gözler farkına varırdı. Nihayet aralarından bir atlı uzanır, kızı onun elinden kapardı. Düğün töreni yapılırken Zeyn’i arayıp soruşturduğunda ona ya eğilmiş bir halde testi ve kaplara su doldururken bulurdun ya da avlunun ortasında bağrı çıplak bir halde elindeki baltayla odunları kırarken görürdün; kimi zamanda mutfakta kadınlarla oynaşırken bulurdun, kadınlar ara ara ağzına tıktıkları bir parça yemek verirlerdi ona. O ise eşek anırmasını andıran kahkahalarını patlatmaktan geri durmazdı. Sonra yeni bir aşk hikâyesi başlardı…  Zeyn tüm aşk hikâyelerinden, hiçbir değişim olmaksızın, başladığı gibi çıkardı. Kahkahası aynıydı, hiç değişmezdi. Dalgacı tavrı hiç eksilmezdi. Bacakları da vücudunu beldenin her köşesine götürmekten yorulmazdı.

Sevgi dolu, bereketli yıllar da Zeyn’e uğradı elbet. Kız anneleri onun sevgisine talip olurdu. Evlerine davet ederek ona yemekler ikram eder, çay kahve içirirlerdi. Zeyn bu evlerden birine girdiğinde başköşede kendisine döşekler serilir, kahvaltı veya öğle yemekleri tepsi ve tabaklarla takdim edilir, sonrasında eğer kuşluk vaktiyse naneli, ikindi vaktiyse sütlü, demli bir çay ikram edilirdi. Zeyn’in gönlünde bir yer edinen ve dışarı çıktığında adı Zeyn’in diline pelesenk olan kız şanslıydı. Bu kız bir veya iki ay içerisinde kocayı kapardı. Muhtemelen Zeyn, içgüdüsel olarak, bu yeni statüsünün öneminin farkına vardı ve kız annelerine naz yapmaya, birinin kahvaltı veya öğle yemeği davetine cevap vermeden önce gönülsüzmüş gibi davranmaya başladı.

Tüm bunlar olurken Zeyn’in mahallede kendisi hakkında hiç konuşmadığı ve şakalaşmadığı tek bir kız kalmıştı. Kız tatlı ve sert bakışlarıyla uzaktan onu gözetlerdi. Zeyn onun karşıdan geldiğini her gördüğünde susar, eğlence ve şamatasını bırakırdı. Uzaktan geldiğini gördüğünde de kaçışır, yolu ona bırakırdı. 

(Syf 7-17)

 
Etiketler; Tayeb Salih

ARŞİV