Tevfik Fikret: Jean

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Tevfik Fikret ile devam ediyor.

09 Aralık 2021 - 11:07

TEVFİK FİKRET (24 Aralık 1867- 19 Ağustos 1915)

24 Aralık 1867’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Tevfik olan yazar Galatasaray Lisesi’nin başarılı öğrencilerinden biriydi. Edebiyata ve özellikle şiire karşı yeteneği lise yıllarında ortaya çıktı. Hocalarının teşvikiyle yazdığı eski tarzdaki ilk şiirleri Muallim Feyzi vasıtasıyla Tercümân-ı Hakîkat’ta yayımlandı (1884-1885). Liseyi birincilikle bitirdikten sonra Hariciye’de çalıştı. 1894’te Galatasaray Lisesi’nde Türkçe öğretmeni oldu. Bir sene sonra Servet-i Fünun dergisinin başına geçerek yeni bir kadroyla dergi çıkarmaya başladı. Bir dönem Robert Kolej’de de Türkçe öğretmenliği yaptı. 1901’den 1908’deki Meşrutiyet’in ilanına kadar Aşiyan’daki evinde inzivaya çekildi. Meşrutiyet’ten sonra Galatasaray Lisesi’nin müdürü oldu, Robert Koleji’ndeki derslerine devam etti.

Doğu sanatına da hâkim olan Tevfik Fikret, Avrupai sanat anlayışının ve bilimselliğin memleketimizde yerleşmesi için en çok çabalamış isimlerdendir. Servet-i Fünun şiirinin en büyük şairi sayılan Fikret, muhalif duruşu ve güçlü edebî sezgisiyle de bir dönemin edebiyat neslinin yetişmesinde önemli paya sahiptir. Tevfik Fikret’in Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Küçük Aile” isimli öykü kitabından “Jean” öyküsünü paylaşıyoruz.

JEAN

Geçen gün Sirkeci’de Spiro’nun Birahanesi denilen ve temizlikten başka her şeyi hatta iki küçük köpeği bile bulunan yerde yemek yeme mecburiyetinde bulunuyordum. Bu birahanede sulu etler, sebzeler, tatlılar hemen hemen yenecek gibi değildir. İyi peynir bulunmaz, meyvelerin çoğu çürüğünden seçilidir. Birayı soğutmak için kar atarlar! Yazın bahçesinde hava almak mümkün olamaz, kışın içerisinde karanlıktan göz gözü görmez. Yemek kokuları kapısından girer girmez insanı rahatsız eder. Bu halleriyle beraber oldukça rağbet kazanmıştır. Daha doğrusu bir hayli müşterisi vardır. Çünkü o işlek Sirkeci Caddesi’nde bundan başka yemek yiyecek yer yapılmamış. İstasyon Birahanesi var ama öbürü kadar merkezde değil. İşte Spiro Birahanesi’nin mutfağa uzak bir köşesine çekilerek ısmarlamış olduğu külbastı pişinceye kadar küçük sarı köpeğin ağzına yiyemeyeceğinden emin olduğum ekmeğin parçalarını uzaktan atmakla eğlenirken karşıdan bir adamcağızın gelmekte olduğunu gördüm:

Uzun boylu, ak bıyıklı, sarı benizli, gözlerinde bulut altında kalmış gözlerinin nuru kadar donuk bir parlaklık görülüyor; cephesinde ruhani bir anlam dolaşıyor, beyaz dudaklarında hafif bir titreyiş var. Gayet yavaş yürüyor. Sağ kolu yanına sarkmış, hiç kımıldamıyor. Sol elindeki bastona yaslandıkça sağ ayağını atmaya muktedir değil. Bu zavallı adamın felçli olduğuna karar verdim. Hastalıkla ihtiyarlığın birleşmesinden oluşan yücelik ve hüzün anlamını taşıyan bu manzara gönlüme pek dokundu. Kim bilir şu yarım beden, ömrünün baharında ne kadar zinde, kim bilir şu vücut gölgesi sabah olduğunda ne kadar parlaktı? Kim bilir neler sevmiş, neler görmüş, neler duymuştur? Kim bilir arzular ve kederlerin takatini kıran hücumlarına nasıl göğüs germiştir? Acaba bahtiyar değil miydi? Olmamak mümkün mü? Elbette şu ihtiyar da hayatın tatlı uykusuna dalmıştır. Kim bilir ne kadar rüya gördü? Çocukluk, gençlik, sevgi, aile, servet, insaniyet gibi insanlığın başlangıcından sonuna kadar hükmünü gerçekleştiren nice hayali anlamın melek misali temsiliyle kim bilir ne kadar seneler kavuşma meclisinde bulundu? İşte artık uykudan uyanıyor! Artık tabiatın kendisi için yaratılmadığını belki kendisinin tabiatın horlanmış bir ferdi olduğunu anlamaya başlıyor! Ne dehşetli bir hal! Hayat uykusundan uyanmadan ölümün sonsuz uykusuna dalmak mümkün değil midir? Zavallı ihtiyar!

Ben şu acı fikirlerime dalıp gittiğim sıra ihtiyar, bulunduğum masanın yanındaki masaya kadar gelmiş, oturmuş. Garson yemek tabağını getirip de lokanta hizmetçilerine mahsus bir kayıtsızlıkla masanın üzerine atıverince sıçradım, etrafıma bakmaya başladım. İhtiyar hastanın yanımdaki masayı seçmiş olmasından dolayı pek memnun oldum: Durumunu gözlemek için kalbimde bir arzu meydana gelmişti. Böyle bir yaşta hastanın halini değil, bulunduğum yerlerde etrafımda gelişen olayların hepsini mümkün mertebe gözlemeyi öteden beri alışkanlık edinmişimdir. Çünkü bence roman, tiyatro, nouvelle (uzun hikâye) gibi şeyler yazmaya hevesli olanlar için insanları ve olayları uzaktan uzağa akıl ve his ile tasarlamak, hayal etmek yeterli olmaz. İşte bunun içindir ki Fransa’nın büyük hikâye yazarları ceplerinde bir cüzdan bulundururlar, gördükleri şeylere dair, daima “not” alırlar. Hakikat şu ki, dalgaları bulutlarla öpüşen, köpükleri ışıklara rekabet eden ummanlar; bulutlarıyla dağları koynunda sıkan, şimşekleriyle şeytanın gözlerini kamaştıran gökyüzü ne kadar tasavvur edilse, hakiki suretlerine fikren yaklaşma bile mümkün olamayacağı gibi insanlık denilen hayat dolu alemin de ihtiyaç dalgalarının birbirini takibini, düşünce bulutlarının hücumunu görmek için deryalarının karanlık derinliklerin yüzmekten, gökyüzünün sonsuz ufuklarına uçmaktan başka çare yoktur.

İhtiyarın yanına iki- üç hizmetçi gelmişti. Bir hürmetle masanın örtüsünü serdiler, tabaklarını, çatal bıçağını, bardağını, sürahisini getirdiler, kendisine gösterilen saygıya memnuniyetle bakıyordu. Garsonlardan biri yemek listesini öbürü ekmeği getirdi. Listeyi ihtiyarın önüne bırakmadılar, gözünün önüne tuttular. Şu muamele tuhafıma gitti: Ne demek? Bir müşteri listeyi istediği zaman okuyamaz mı? Hizmetçi gelir gelmez yiyeceği yemekleri söylemeye mecbur mudur? Hem böyle olsa bile yemek listesini burnuna sokmaya ne lüzum var? Hay terbiyesiz garson… Meğer benim hakaret saydığım muamele bir saygı göstergesiymiş: İhtiyarın dili de tutuk, lakırdı söylemiyor. Yemeklerin hepsini dikkatle belki mutlulukla gözden geçirdi. Parmaklarının derileri soyulmuş olan sol elini yavaş yavaş yukarı kaldırarak listede iki yemek işaret etti: et suyu, beyin tavası. O yemekleri seçerken hizmetçilerden biri ekmeğini doğramış, tabağına doldurmuştu. Biçare adamın iki eli yok ki ekmeğini doğrayabilsin. Karnını doyurmalı; çünkü çocuk kadar muhtaç. Yemeğini yemeye başladı. Bir suretteki haline acımamak mümkün olamaz. Sol elini yavaş yavaş kaldırıyor, bir lokma ekmek alıyor, et suyunun içine atıyor. Ekmek ıslanınca çatalını batırarak ağzına götürüyor. Sonra çatalı bırakıp kaşığını alıyor, et suyunu içiyor. Anlaşılan sol elinde de lüzumu kadar kuvvet yok ki hareketlerini pek ziyade tereddütle yapmaktadır. Bazen kendisinin şu halinin dikkat çekip çekmediğini anlamak istiyormuş gibi etrafına kederle bakıyor. Kimin ne vazifesi! Orada bir biçare varmış, yemek yiyemiyormuş, hastaymış, halk bunları düşünür, görür mü? Benim bulunduğum tarafa baktıkça gözlerimi çevirmeye mecbur oluyordum. Belki zavallı adam haline dikkat ettiğimden dolayı üzülür.

İhtiyar, et suyunu içinceye kadar ben yemeğimi bitirmiş, kahvemi bile içmiştim. Fakat kalkıp gitmedim. O hastanın yanında bulunarak haline acımak daha doğrusu yapacaklarını sonuna kadar görmek istiyordum. Meğer ne kadar isabet etmişim. Gitseydim sonrasında tasvir etmek istediğim ve tasavvurundan aciz olduğum olayı göremezdim.

İhtiyar çatalıyla tabağa vurdu, garsonlar koşuştular. Biraz zaman tereddütle düşündükten sonra, “Boyadaba, boyabada,” dedi. Ne manasız söz! Garsonlar anlamak için sormaya başladılar. Başka cevap vermiyor: “Boyabada! Boya!” Bu anlaşılmaz kelimeleri iki- üç defa tekrar ettikten sonra hiddetlendi. Kan başına sıçradı, yüzü kıpkırmızı oldu. Cebinden para çantasını çıkararak açtı. Bunu karşısındakilere göstererek yine o karışık sözleri şiddetle tekrar etti. Garsonlardan biri, “Efendim, adamınızı çağıralım, ne emrettiğinizi anlamıyoruz,” demeseydi biçare hastanın belki sağlam tarafına da felç inecekti, o kadar hiddetli. Adamın çağırmalarına izin verdiğini bir işaretle anlatınca hizmetçiler koştular. Birkaç dakika sonra uşağı geldi, sormaya başladı.

“Ne istiyorsunuz efendim?”

“Boyabada, boya bada.”

“Tütün mü, sigara mı, kağıt mı postaya mektup mu vereceğiz? Biraderinizi mi istersiniz?”

“Boyaba, boyaba”

İhtiyar bu sözden başka bir şey söylemiyor, daima para çantasını gösterip duruyordu. Adamı birçok soru sorduktan sonra nihayet maksadını anlayabildi: Para bozdurmak istiyormuş. Konuşma yetisinden de mahrum olmuş olan zavallı adamcağız bu kadar ehemmiyetsiz bir maksadını anlatmak için saatlerce uğraşmış olduğu halde meramını anlatabilmeye muktedir olabildiğini anlayınca adeta sevindi. Önüne getirilen beyin tavasını yine evvelki güçlükle yemeye başladı.

Bu sırda birahaneye bir aile giriyordu: İri kemikli, kırmızı yüzlü, ancak kırk yaşında temiz giyinmiş bir mösyö kolunda bir kadın ki kendisi gibi her halinden her tavrından dünyada en büyük saadet olan mükemmel bir sağlığa sahip olduğu anlaşılıyor. Güzel kadın, güzel giyinmiş, arkalarında diğer bir kadın ki kucağında nur topu gibi bir çocuk taşıyor. Aman ne ömür çocuk, ne sevimli yavru! Yanaklarında güller açıyor, dudaklarında goncalar gülümsüyor. Tombul tombul ellerini sütninesinin boynuna atmış, ayaklarını keyifli keyifli sallayıp duruyor. Geldiler. İhtiyar eli titreye titreye ağzına lokma götürmekteyken karşısında fakat yakında bulunan bir masanın etrafında toplandılar. Çocuğu ihtiyarın bulunduğu tarafa oturtmuşlardı. Aile reisi garsonu çağırdı. Üç biftek, üç makarna, iki şişe şarap ısmarladı. Makarnalar beş dakikada yutuldu, ihtiyar ikinci lokmasını ancak yutabilmişti! Biftekleri getirdiler. Aman nasıl iştahla yiyorlar. Hele mösyö ile sütnine birbirleriyle adeta yarış ediyorlar. Ya minimini? O biftek falan yiyemez ama et suyunu pekâlâ öyle uyduruyor. Hem yiyorlar hem gülerek konuşuyorlar. Bir ağız şapırtısı, bir çatal bıçak gürültüsü ki olur şeylerden değil.

Zıtlığın mükemmel örneğini görmek için bu aile ile bizim ihtiyara bakmak kâfidir. Bir tarafında gençlik, dinçlik, muhabbet, diğer tarafta ihtiyarlık, hastalık, ümitsizlik, o aile fertlerinin çehrelerinde uçan gülüşler ihtiyarın toplaşan gözyaşlarına karşılık geliyor.

Lakin ihtiyar yemeğini daha ziyade yavaş yemeye başladı, acaba bir rahatsızlık mı var? Yoksa karnı doymuş mudur? Hayır… Bir noktaya gözlerini dikmiş, pek meşgul görünüyor (…) Çocuğa bakıyor. İhtiyar çocuktan ne ister? Mezarın bir çukura yönelişi ne için olsa gerek?

Adamcağızın elinden çatalı birdenbire düşüverdi, ayağa kalktı, bastonunu aldı, lokantaya geldiğinden ziyade süratle çocuğun bulunduğu iskemleye doğru yürüyor. Şu hareketi endişelenmeme sebep oldu; felç geçirenlerde bazen fevkalade bir asabi heyecan ortaya çıkar da adeta ne yaptıklarını bilmezler. Acaba hasta, çocuğa bir fenalık mı edecek? Ayağa kalkıvermişim. Benim gibi çocuğun annesinde de telaş göründü. Lakin derhal ikimiz de müsterih olarak: İhtiyarın yüzünde iyiliksever, babacan bir tebessüm belirmişti; çocuğu sevmeye gidiyor. Geldi, masumun ellerini tuttu, yüzüne bakakaldı. Çocuk gülüyordu. Lokantada bulunanların hemen hepsi bu manzaraya baktılar.

İhtiyar bir dakika kadar hayran hayran çocuğun yüzüne baktıktan sonra yaralı kalbinden kopmuş kadar yakıcı, hazin bir sesle, “Jean!” dedi.

Dört-beş sene evvel dili tutulmuş olan şu zavallı adamın o zamandan beri birinci kez söylediği bu “Jean” sesi ağzından çıkar çıkmaz gözünden de bir damla yaş kopmuştu. O gam damlası, altın çehresinden yuvarlanarak ak bıyığının bir telinden süzüldü, çocuğun başına düşüverdi! “Jean” o zaman kahkahalarla gülüyordu.

İhtiyar artık arkasına bakmaya cüret edemeyerek geldiği gibi yavaş yavaş lokantadan çıktı, gitti. Çocuğun babası garsonu çağırmıştı:

“Bu adam kimdir?”

“Efendim, bu bizim pek eski bir müşterimizdir. Çelebi burasını tutmazdan evvel Beyoğlu’ndaki birahanemize de gelirdi. Zavallının kızı, torunu daima beraberindeydi. Allah bağışlasın sizin çocuğunuz kadar, torunu ‘Jean’ da bir gün ölüverdi.”

“Vah biçare vah! Demek çocuğumuzu kendi torununa benzetmiş!”

Herkesin yüzünde üzüntü izleri görüldü. Madam ecelin pençesinden kurtarmak istiyormuş gibi çocuğunu göğsüne bastırdığı zaman ben yaşlarımı güç halle zapt ederek lokantadan çıktım.

İhtiyar, düşünceler içindeki ümit kadar yavaş, beklenen ümitsizlik kadar hazin bir tavırla yolumun aksi yönüne gidiyordu.

Etiketler; tevfik fikret

ARŞİV