Theodore Sturgeon: İnsandan Öte

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Theodore Sturgeon ile devam ediyor

11 Nisan 2025 - 13:42

THEODORE STURGEON (26 Şubat 1918- 8 Mayıs 1985)

26 Şubat 1918’de doğdu. İlk adı Edward Hamilton Waldo’dur. Annesinin boşanması ve ardından William Dicky (“Argyll”) Sturgeon ile evlenmesinin ardından on bir yaşındayken adı yasal olarak Theodore Sturgeon olarak değiştirildi. 1835’te liseden mezun oldu ama üniversiteye gidemedi. Çeşitli işlerde çalıştı. 1944'te reklam metin yazarı oldu. Sturgeon'un kısa öykü çalışmalarının büyük kısmı 1940'lar ve 50'lere dayansa da, orijinal romanlarının hepsi 1950 ile 1961 yılları arasında yayımlandı. Fantazi, bilimkurgu ve korku türlerinde yazdığı öykü, roman ve eleştirilerle önemli bir yer edindi. Toplamda 400 eleştiri, 120’den fazla kısa öykü, 11 roman ve orijinal Uzay Yolu dizisi için birkaç senaryo kaleme aldı. Kariyeri boyunca Hugo, Nebula ve Uluslararası Fantazi Ödülü gibi önemli ödüller kazanan Sturgeon 8 Mayıs 1985’te hayatını kaybetti.

Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan İnsandan Öte isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

İNSANDAN ÖTE

Aptal, açlığın beyaz şimşeği ve korkunun tiz kahkahalarıyla bölünen, siyah ve gri bir dünyada yaşardı. Giysileri eskiydi ve delik deşikti. Bazen soğuk bir keski kadar sivri bir kaval kemiği aradan başını gösterir bazen de kaburgaları bir yumruğun parmakları gibi görünürdü yırtık paltosunun altından. Bedeni uzun ve düzdü. Gözleri durgun, yüzü ruhsuzdu.

Onu gören erkekler başlarını çevirir, kadınlar bakmaz, çocuklarsa durup izlerdi. Aptal önemsemezdi bunları. Hiçbirinden yoktu bir beklentisi. Beyaz şimşek çaktığı zamanlarda beslenirdi. Beslenebildiği zaman beslenir, beslenemediği zaman aç gezerdi. İkisini de yapamadığı zamanlarda karşısına çıkan ilk kişi beslerdi onu. Nedenini hiç bilmiyordu aptal, hiç de merak etmiyordu. Dilenmezdi. Öylece durup beklerdi. Biriyle göz göze gelince madeni bir para, bir parça ekmek, bir meyve belirirdi elinde. O yerken hayırsever kişi ne olduğunu anlayamadığı için tedirgin olur, yanından hızla kaçıp giderdi. Bazen çekine çekine konuşurlardı onunla; birbirleriyle de konuşurlardı onun hakkında. Aptal bu sesleri duyardı ama hiç anlam ifade etmezdi bunlar ona. Kendi içinde bir yerlerde, ayrı bir yaşam sürerdi o, söz ile anlam arasındaki o küçük bağlantı kopuktu. Görüşü mükemmeldi, bir tebessüm ile terslemeyi şıp diye ayırt edebilirdi; ama ikisi de empatiden bu kadar yoksun, hiç tebessüm etmeyip kimseyi terslemediği için neşeli ya da kızgın insanların ne hissettiğini algılayamayan bir yaratığı etkileyemezdi.

Ancak hayatta kalıp yaşamını sürdürecek kadar korku vardı içinde. Olacakları önceden görmekten acizdi. Kaldırılan bir sopa, fırlatılan bir taş onu gafil avlardı. Bunlar ona değince tepki verirdi ama. Kaçardı. Daha ilk darbede kaçmaya başlar, darbeler kesilene dek kaçmaya devam ederdi. Fırtınalardan da böyle kaçardı, heyelanlardan, insanlardan, köpeklerden ve açlıktan da.

Tercihleri yoktu. Şehirden çok ormanlık yerlere denk geliyordu hep; kendini nerede bulursa orada yaşadığı için, ormanda yaşardı daha çok.

(…)

Bir hayvan gibi, rahat ve hafif bir uykuyla, insanların tam tersi şekilde uyurdu; zira insanlar uykuya kaçmak üzere, hayvanlarsa uykudan kaçmaya hazır uyurdu. Kedi ve köpek yavruları gibi oynamanın artık amaç barındırmadığı bir hayvanın olgunluğuna sahipti. Neşeyi de bilmezdi, sevinci de. Duyguları dehşet ile rahatlık arasında bir yelpazede seyrederdi.

Yirmi beş yaşındaydı. 

Şeftalinin çekirdeği, yumurtanın sarısı gibi başka bir şeyi barındırıyordu içinde. Pasif bir şeydi bu, uysaldı, bilinçli ve canlıydı. Hayvan kabuğuyla arasında herhangi bir bağlantı vardıysa bile bu bağlantıları yok sayıyordu. Aptaldan özünü alıyor, gerisine bakmıyordu.

(…)

Aptala özgü bir işlevi yoktu. Dalak, karaciğer, böbreküstü bezleri – bunlar belirli işlevlere ve bu işlevler için ideal seviyelere sahiptir. Ama aptalın içindeki sadece almayı ve arşivlemeyi bilen bir şeydi. Sözler olmaksızın, bir kodlama sistemi olmaksızın yapıyordu bunu; tercüme, bozulma, kullanabileceği çıkış hatları yoktu. Aldığını alıyor, karşılığında bir şey vermiyordu.

(…)

Bay Kew iyi bir babaydı, babaların en iyisiydi. Kızı Alicia on dokuzuna bastığı gün ona da söyledi bunu. Alicia’ya dört yaşından beri aynısını söylüyordu. Küçük Evelyn’in doğduğu ve annesinin sonunda uyanan öfkesi, duyduğu ıstırap ve korkuyu aşınca kocasına lanetler okuyarak öldüğü gün Alicia dört yaşındaydı.

İkinci çocuğunu kendi elleriyle dünyaya getirmenin altından ancak iyi bir baba, babaların en iyisi kalkabilirdi. Sıradan bir baba, biri bebek ve biri de yeni doğmuş iki çocuğunu böyle şefkatli, böyle sağlıklı besleyip büyütemezdi. Alicia kadar kötülükten uzak tutulan bir çocuk yoktu, babasıyla güçlerini birleştirmesiyle Evelyn için sağlam bir saflık sahası yarattılar.

(…)

Ağaçlık bir tepedeki kasvetli bir evde kendi başlarına yaşıyorlardı. Evin önünde yol yoktu, kıvrıla kıvrıla giden bir patika vardı sadece, pencereden bakınca nereye çıktığı görülmüyordu bu yüzden. (…) Alicia’nın babası günde bir kez bu 14 patikadan geçip duvarın önüne gider, iki anahtarla panelin üzerindeki iki kilidi açardı. Paneli kaldırır, yiyecekleri ve mektupları çıkarıp paraları ve postaları koyar, ardından tekrar kilitlerdi.

Dışarıda, Alicia ve Evelyn’in hiç görmediği dar bir yol vardı. Orman duvarı gizlerken duvar da yolu gizliyordu. Duvar yol boyunca, doğu-batı yönünde yüz seksen metre kadar uzanıyor, tepeye tırmanıp sonunda eve bağlanıyordu. Burada duvar, insanın arasından yumruğunu bile sokamayacağı kadar sık, beş metrelik demir kazıklarla buluşuyordu.

(…)

Alicia’nın on dokuzuncu yaş gününde Evelyn kendi gölünde, tek başınaydı. Evi de, çobanpüskülü çalılarını da, kazıkları da göremiyordu ama işte gökyüzü oradaydı, yukarıdaydı, işte su da orada yanı başındaydı. Alicia, babasıyla birlikte kütüphanedeydi; babası, Alicia’nın doğum günlerinde kütüphanede onun için özel şeyler planlardı hep. Evelyn kütüphaneye hiç adımını atmamıştı. Kütüphane babasının yaşadığı, Alicia’nın da özel zamanlarda gittiği bir yerdi. Benekli 15 alabalık gibi su solumayı aklından geçirmediği gibi buraya girmeyi de hiç aklından geçirmemişti Evelyn. Okuma yazmayı değil, dinleyip itaat etmeyi öğretmişlerdi ona. Araştırmayı değil, kabul etmeyi öğretmişlerdi. 

Kıyıya oturup uzun eteklerini düzeltti. Ayak bileğini görünce korktu ve yanında Alicia olsaydı tıpkı onun yapacağı gibi örttü. Sırtını bir söğüt ağacının gövdesine dayayıp suyu izledi.

Mevsim bahardı, bitkilerin çiçek açması sona ermiş, kurumuş öz damarların ve reçineyle mühürlenmiş filizlerin içinde biriken basınç gitmişti; bütün dünya bir güzelleşme telaşı içindeydi. Hava ağır ve tatlıydı; dudakların üstüne konup aralanmalarını, zorlayıp gülümsemelerini, cesur bir hamleyle içlerine girip boğazlarının ikinci bir kalp gibi atmasını sağlıyordu. Bu hava bir muammaydı; durgun, rüyaların renkleriyle dolu ve kıpırtısızdı ama telaşlı bir yanı da vardı. Durgunluk ile telaş canlı ve birbirlerine bağlıydı, peki bu nasıl mümkündü? Muamma buydu işte. (Syf 9-15)

Psikiyatri benliğin soğanına saldırır, kabuklarını tek tek soyarak sonunda egonun o el değmemiş küçük parçasına iner. Ya da şöyle diyelim; psikiyatri petrol kuyusu gibi aşağıya, yanlara ve tekrar aşağıya doğru sondaj yapar, her türlü pisliği ve taşı aşarak sonunda verimli bir katmana ulaşır. Ya da şöyle; psikiyatri bir avuç cinsel gücü eline alıp hayatını bir pinball makinesi olarak varsayıp ona fırlatır, onlar da olaylara çarpıp durur. 

(…)

Sende ne sorun olduğunu ancak sen bilirsin; çaresini ancak sen bulabilirsin; bunun bir çare olduğunu ancak sen belirleyebilirsin ve bunu bulduğunda bununla ilgili olarak ancak sen harekete geçebilirsin. (Syf 94-95)

 

ARŞİV