Thomas Bernhard: Neden

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Thomas Bernhard ile devam ediyor.

31 Ocak 2025 - 08:10

THOMAS BERNHARD (9 Şubat 1931- 12 Şubat 1989)

Hollanda'da doğup Avusturya'da büyüyen Bernhard, büyükbabası olan yazar Johannes Freumbichler tarafından bir sanatçı gibi yetiştirildi. Seekirchen'de ilkokula gitti. 1943 sonbaharından 1944 sonbaharına dek Salzburg’da yatılı bir okulda okudu. 1947’de orta öğrenime devam ederken eğitimini bırakıp çıraklığa başladı. Gençliği boyunca yaşadığı solunum yolu rahatsızlıkları yüzünden 1949'da iki yıllığına sanatoryuma yatırıldı. İlk yazarlık denemelerini orada yazdı.1949 Şubatı’nda büyükbabasını, 1950’de annesini yitirdi.

1952'de Salzburg'daki Mozarteum'da müzik eğitimini sürdürürken Demokratisches Volksblatt gazetesinde muhabirlik yaptı. 1957'den sonra geçimini esasen yazarlıktan sağladı. İngiltere'de ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yaşadıktan sonra 1965'te yeniden Avusturya'ya döndü. Çok sayıda ödül alan ve Türkçe’ye pek çok eseri çevrilen Bernhard'ın otobiyografik beşlemesinin kitaplarının isimleri Neden, Kiler, Nefes, Soğuk, Çocuk’tur. 1970'te Georg Büchner Ödülü'ne layık görüldü. 12 Şubat 1989’da Gmunden’de (Yukarı Avusturya’da) öldü.

Yazarın Sel Yayınları tarafından yayımlanan “Neden” isimli kitabından bölümler paylaşıyoruz.

NEDEN

İki insan kategorisinin, iş yapanların ve onların kurbanlarının yaşadığı şehir, öğrenmek ve eğitim görmek için oraya gelen bir gence ancak acı dolu bir hayat sunabilir; zira orada yaşayan herkes, nasıl bir tabiatı olursa olsun, şehir tarafından huzursuz edilir, eninde sonunda dengesizleştirilir ve yok edilir, çoğu zaman da en ölümcül ve sinsice yollardan.  (Syf 7)

Gerçekler her zaman dehşet vericidir ve gerçeklerden duyulan korku hepimizin içine işler durur, ateşi sürekli beslenir; ama bu korku yüzünden gerçeklerin üzerini örtmemeli, haliyle doğa tarihinin bir parçası olan bütün insan tarihini çarpıtmamalı, sırf adettendir diye çarpıtılmış haliyle geleceğe aktarmamalıyız, çünkü tüm tarihin çarpıtıldığını ve yalnızca çarpıtılmış tarih olarak geleceğe aktarıldığını biliyoruz. (Syf 17)

Savaş çok uzaklarda yaşanan, Avrupa'nın tamamını etkisine alan ve pek çok insanı canından eden, ikinci elden duyduğum bir kâbus gibiydi, ama şimdi birdenbire, neredeyse her gün duyulan hava ya da uçak alarmlarıyla hepimizin yanı başına gelmişti. İki korku arasında ve içinde bu yurt zamanı giderek yaşamı tehdit eden bir korkuya dönüşmek zorundaydı. Öğrenmemiz gerekenler, bir yandan Nasyonal Sosyalist Grünkranz korkusundan ve diğer yandan her gün açık gökyüzünü karartan ve karanlıklaştıran, gümbürdeyerek tehdit eden yüzlerce, binlerce uçak biçiminde karşımıza çıkan savaş korkusundan arka plana itilmişti çünkü biz kısa süre sonra zamanın çoğunu artık yanımızda ders kitaplarıyla okulda, Andrä okulunda ya da etüt odalarında değil, sığınaklarda geçiriyorduk; bunlar aylarca gözlemlediğimiz üzere yabancı ülkelerden gelerek zorla çalıştırılan, daha çok da Rus, Fransız, Polonyalı ve Çekler tarafından insanlık dışı koşullarda şehrin iki tepesine inşa edilmiş olan, yüzlerce metre uzunluğundaki devasa sığınaklardı; şehir halkı buralara önce sadece meraktan ve tereddütle girerken, Salzburg semalarında da ilk bombardıman uçaklarının görünmeye başlamasının ardından, her gün binlerce kişi korku ve dehşet içinde oralara, o karanlık mağaralara hücum etti; orada gözümüzün önünde son derece korkunç ve çoğu zaman da ölümcül sahneler yaşandı, çünkü sığınaklara giren hava yetersizdi ve çoğu kez düzinelerce, hatta zaman geçtikçe yüzlerce bayılmış çocuk, kadın ve erkekle birlikte bu karanlık ve yaş sığınaklarda buluyordum kendimi. Bugün bile oralara sığınmış binlercesinin birbirlerine sokularak korku içinde ayakta durduklarını, diz çöktüklerini ya da uzandıklarını görüyorum. (Syf 19)

Gerçekler bizden saklanmıyordu, her gün her türlü kişisel anlatıdan ve hakikatin tüm korkunçluğu ile gazetelerden öğrendiğimize göre şehrimiz de bombalanacaktı; sonradan da, sanırım 17 Ekim'de, bombalandı. Tıpkı daha önce yüzlerce defa olduğu gibi, biz o gün de ya okula gitmek yerine doğrudan ya da okuldan çıkıp Wolf-Dietrich Caddesi'nden geçerek Glocken Sokağı'ndaki sığınağa girdik. Orada gençlerin sahip olageldiği sansasyon hevesiyle, artık alışkanlık haline gelmiş, ama hâlâ dehşet verici olaylara şahit olduk: Sığınakta ayakta duran, oturan ve uzanan, çoğunluğu çocuk, genç, kadın ve yaşlı olan insanlar korku içindeydi. Yaşamları uzun süredir tamamen savaşın dehşet verici olaylarının hakimiyetinde olmasına rağmen hepsi az çok afallamış haldeydi; mutlak bir çaresizlik içinde, savaşın yarattığı değişmez bir tetiktelik halinde sürekli birbirlerini süzüyorlardı. Onları hayatta tutan tek şey buymuşçasına hissizleşmiş, korku ve açlıktan feri sönmüş gözleriyle çevrelerini kolaçan ediyorlardı. Yetişkinler olaylara etki edemez bir halde olup biten her şeyi kayıtsızca kabulleniyorlardı. Onlar da tıpkı bizler gibi sığınaklardaki ölümleri kanıksamıştı; çoktan beri, gündelik alışkanlıkla ziyaret edilen bir zaman geçirme yeri olarak, varoluşlarının aşağılandığı ve yok edildiği sığınakların dehşet vericiliğini ve karanlığını kabul etmişlerdi. (Syf 21)

Öğrenme ve eğitim şehrim Salzburg, benim için, güzel bir şehirden, katlanılabilir bir şehirden, çarpıtarak anlatırsam affedebileceğim bir şehirden başka her şey oldu. Bu şehir her zaman bana azap veren bir şehir oldu ve bir çocuk ya da bir genç olarak sevinç, mutluluk ve esenlik duymama hiç izin vermedi. Kimilerinin ticari nedenlerden ya da sırf sorumsuzluktan iddia ettiği gibi, genç bir insanın iyi bakıldığı ve iyi yetiştiği, hatta halinden memnun ve mutlu olması gereken bir yer olmadı asla; bu şehirde halimden memnun ve mutlu olduğum anların sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve bedelleri de ağır olmuştur. Bu dönemi en karanlık ve her açıdan en ıstıraplı dönem olarak nitelememin nedeni yalnızca savaşla çakışması değildi; savaşın yeryüzünde ve insanlarda yarattığı tahribat, doğayı ve insanı kirletmeye adanmış savaş zamanı zihniyeti, Almanya'nın ve tüm Avrupa'nın çökmesi ve bütünüyle kararması değildi; tabiat koşulları karşısındaki aşırı hassasiyetimin o karanlık günlerde yoğunlaşarak beni tümden tabiatın insafına bırakması da değildi. Bu şehrin ve bölgenin, hem de hiç durmaksızın, son derece düşüncesizce ve aslında hiç de yakışık almayan bir biçimde bütün dünyanın sözünü ettiği güzelliği, bu ölümcül toprağın tam da öldürücü unsurudur. Bu şehre ve çevresine doğumları ya da sorumlu olmadıkları başka koşullar nedeniyle bağlı olan ve doğa gücüyle ona zincirlenen insanlar hiç durmadan bu dünyaca ünlü güzellik tarafından ezilirler. (Syf 38-39)

Spora her çağda ve özellikle de tüm hükümetler tarafından son derece büyük bir önem verilmiştir, kitleleri eğlendirir, sersemleştirir, aptallaştırır ve herkesten çok da diktatörler neden her zaman ve her durumda spordan yana olduklarını bilirler. Spordan yana olan, kitleleri yanına alır, kültürden yana olansa karşısına derdi büyükbabam, bu yüzden tüm hükümetler daima spordan yana ve kültüre karşıdır. Her diktatörlük gibi Nasyonal Sosyalist olanı da kitlesel spor üzerinden güçlenerek neredeyse dünyaya hükmeder olmuştu. Tüm devletlerde kitleler daima sporla güdülmüştür, hiçbir devlet her şeyi spora feda etmeyecek kadar küçük ve önemsiz olamaz.Oysa çoğu tamamen sakatlanmış yüzlerce ağır savaş yaralısının, tam anlamıyla can sıkıcı, baştan savma paketlenmiş birer mal gibi aktarma yapıldıkları garın önünden geçerek Gnigler Spor Sahası'na gidip başarı nişanı kazanmak için koşmak kim bilir ne kadar da gülünçtü. İnsanlarla ilişkili her şey hep gülünçtür, savaş ve onun koşulları ile halleri ise en gülünç olanlardır. (Syfa 46)

Dünyaya getirilir, ama yetiştirilmeyiz. Bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar. Doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk üç yılında mahvetmeyi başarırlar, üstelik bu başarılarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler. Hiç düşünmeden ve sorumsuzca dünyaya getirdiklerinden başka onun hakkında hiçbir şey bilmezler. Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir. Biz bir kere var olduktan sonra bizimle başa çıkamazlar, tüm başa çıkma denemeleri başarısızlığa uğrar ve çok geçmeden vazgeçerler, yine de bunu vaktinde yapmaz, bizi mahvetmeyi başarırlar. Hayatımızın ilk üç yılı tayin edici yıllardır, ama bizi dünyaya getirenler bu yıllar hakkında hiçbir şey bilmez, bilmek istemez, zaten bilemez çünkü korkunç cehaletlerini pekiştirmek için gereken her şey yüzyıllardır yapılmaktadır. İlk üç yılımızda işte bu cehalet tarafından ömür boyu sürecek şekilde sakatlanır ve mahvediliriz. (Syf 53)


ARŞİV