THOMAS HARDY
1840’ta Dorset’te doğdu. Eğitimini burada tamamladı ve baba mesleği olan inşaatçılığı öğrenerek on altı yaşında bir mimara çırak oldu. Kırsal yaşamla, mevsimlerin ritmi ve sözlü kültürle ilgili erken deneyimi, sonraki yıllarda yapıtları üstünde önemli bir etki bıraktı. 22 yaşındayken Londra’ya taşınıp ünlü mimar Arthur Blomfield’ın yanında teknik ressam olarak iş buldu. 1860’ların ortalarında çektiği para sıkıntısı onu üniversite fikrinden uzaklaştırdı ve Anglikan Kilisesi’nde papaz oldu. İlk romanlarının ardından Under the Greenwood Tree (Defne Ağacının Altında) çok daha özgün bir ses bulabildi. 1874’te yayımlanan Çılgın Kalabalıktan Uzak, Hardy’nin düşsel “Wessex” bölgesinde geçen ilk romanıydı. Hardy, The Return of the Native (Yuvaya Dönüş, 1878) adlı romanıyla çok sayıda hayran kazandı. Hardy’nin yazarlığının son ürünleri, Tess (1891) ve Asi Kalpler (1895) oldu. İngiltere’nin güneybatısındaki Wessex bölgesinde geçen romanlarıyla ünlenen Hardy, birçoklarınca 19.yüzyılın önemli bir romancısı olmanın yanı sıra 20. yüzyılın önemli bir şairi olarak da kabul edilir. 1928’de Dorset’ta öldü.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan “Çılgın Kalabalıktan Uzak” isimli kitabından bölümler paylaşıyoruz.
ÇILGIN KALABALIKTAN UZAK
Çiftçi Oak gülümseyince, ağzının iki ucu kulaklarına değmesine ramak kalacak gibi yayılır; gözleri kasılıp çizgileşir, göz uçlarında beliren kırışıklıklar, ilkel bir resimdeki doğan güneşin ışınları gibi, yüzünün üzerinde dört bir yöne doğru dağılırdı.
Çiftçi Oak’un ilk adı Gabriel’di. Kendisi çalışma günlerinde sağlam yargılı, rahat davranışlı, düzgün giyinen ve genellikle iyi ahlaklı bilinen bir genç erkekti. Pazar günlerindeyse, işlerini savsaklamayı huy edinen, bayramlık giysileriyle şemsiyesi rahat davranışını engelleyen, düşünüş ve görüşleri pusluca bir adam olur çıkardı. Bir bütün olarak diyebiliriz ki, Çiftçi Oak kendisini, ahlak yönünden, köy cemaatinin Komünyon’a giden kişileriyle içkicilerinin arasında bir yerde görürdü.
(…)
Bir insan değer kazanabilmek için dayanıklılığından çok dış görünüşüne güveniyorsa, böyle bir yürüyüş zararlı bir kusur sayılabilir. Gelgelelim Oak için böyle bir şey söz konusu değildi.
(…)
Kısacası Gabriel Oak yirmi sekiz yaşında ve bekârdı. Bu sabah içinde dolaştığı tarla, Norcombe Tepesi denilen bir yamaca doğru tırmanırdı. Bu tepenin bir tümseğinin yanından Emminster’den Chalk Newton’a giden şose geçerdi. Çitin üzerinden laf olsun diye yola bir göz atan Gabriel, önündeki yokuştan aşağı sarı boyalı, rengârenk süslerle donatılmış bir yaylı arabanın inmekte olduğunu gördü. Arabacı, elinde dimdik tuttuğu bir kırbaçla, arabanın yanı sıra yürüyordu. Arabaya ev eşyalarıyla çiçek saksıları yüklenmişti. Yükün en tepesinde de bir kadın oturuyordu: genç ve güzel. Gabriel daha bu manzarayı göreli yarım dakika bile olmamıştı ki, araba onun tam önünde zınk diye durdu.
Arabacı, “Arabanın arka tahtası düşmüş, küçükhanım,” dedi.
Kız yumuşak olmakla birlikte pek alçak sayılamayacak bir sesle, “Öyleyse duyduğum oymuş,” diye karşılık verdi. “Yokuşu çıkarken bir gürültü duydum da, neyin nesi olduğunu kestiremedim.
(…)
Geceleyin, bir can yoldaşı isteyip umduğu yerde kendini yapayalnız bulmak kimini ürkütür. Ne var ki, insanın içgüdüleriyle, duyuları, belleği, kıyaslama, kestirme, sonuç çıkarma yetenekleriyle görüş gücü –mantıkçının listesinde bulunan her tür kanıt– birleşerek onu yapayalnız olduğuna inandırmışken, birden gizemli bir can yoldaşının varlığını keşfetmek, çok daha sinir yıpratıcı bir durumdur.
(Syf 5-15)
Uyuşuk bir tan sökümü başlamıştı. Gabriel Oak gene ormana gitti. Bunun nedeni, doğrudan doğruya, buranın dün geceki olayın geçtiği yer olmasıydı. Düşünceli, dalgın, ağaçlar arasında oyalanırken, yokuş dibinde nal sesleri duydu. Çok geçmeden de, inek ahırının önündeki yolda, doru bir ata binmiş bir kız göründü. Dün geceki kızdı bu. Gabriel hemen onun, “Rüzgârda uçtu,” dediği şapkayı düşündü. Kız bunu aramaya gelmiş olmalıydı. Genç adam gözlerini telaşla hendekte gezdirdi, on-on beş metre gidince, yaprakların arasında şapkayı buldu. Eline aldı ve gene kulübesine döndü. Köşeye yerleşti, atlının yaklaştığı yöne bakan delikten dışarısını gözetlemeye koyuldu.
Atlı geldi, çevresine bakındı. Sonra çitin arkasına da baktı.
Gabriel Oak, “Bir şapka buldum,” dedi.
Kız, “Benim şapkam,” diye yanıtladı.
İçinden gelen kahkahayı bir ölçülülük duygusunun baskısıyla hafif bir gülümseyişe çevirerek, “Dün gece başımdan uçtuydu,” diye ekledi.
“Sabaha karşı saat birde, değil mi?” “Bilmem – evet.”
Kız şaşırmıştı. “Nereden bildiniz?” diye sordu.
“Ben de oradaydım.”
“Siz Çiftçi Oak’sunuz, değil mi?”
“Aşağı yukarı. Buraların yenisiyim.”
Kız, “Çiftliğiniz büyük mü?” diye sorarak gözlerini çevrede dolaştırdı ve saçlarını arkaya doğru attı. Kıvrımlarının gölgeli yerleri kapkaraydı bu saç yığınının. Ama doğalı şimdi bir-bir buçuk saat olan güneşin ışınları, saç kıvrımlarının dış yanlarına kendinden bir renk katıyordu.
“Yok – büyük değil...” (Syf 19-21)
Bu güzel kız, çok geçmeden genç Çiftçi Oak’un duygusal yapısı üzerinde gözle görülür izler bırakmaya başladı.
Aşk, son derece sömürücü bir tefeci olduğu için, (en temiz tutkuların temeli bile, bir yürek alışverişi yaparak aşırı bir ruhsal kâr sağlamak umuduna dayanır; nasıl ki daha aşağı düzeydeki tutkuların temelinde de aşırı bir bedensel ya da maddesel kâr sağlamak umudu yatarsa) her sabah Gabriel’in kızı kazanabilmek şansı konusunda yaptığı hesaplar, ticaret borsasının hesapları gibi inip çıkıyordu. Köpeğinin yemek bekleyişi kendisinin kız gelsin diye bekleyişine öyle benziyordu ki, bu benzerlik onun bile gözüne çarptı; genç çiftçi gurur kırıcı bir şey olarak gördü bunu; köpeğe bakamaz oldu. Gene de çitin arasından, onun hiç aksamayan gelişlerini gözlemekten geri kalmıyordu. Böylece, kıza karşı duyguları, kızda hiçbir yankı uyandırmaksızın derinleşti. Gabriel’in henüz kıza söyleyecek, şöyle derlenip toplanmış, hazırda bir sözü yoktu. Çünkü başladığı yerde biten sevda sözleri söylemesini ve Ses ve şiddetle dolu anlamı boş olan ateşli öyküler anlatmasını beceremezdi. Bu yüzden hiçbir şey söylemiyordu. (Syf 28)
Gabriel gene canlanarak, “Hadi öyleyse, düşünün birkaç dakika,” dedi. “Biraz beklerim, Miss Everdene, benimle evlenir misiniz? Ne olur, evlen, Bathsheba. Seni görülmedik derecede seviyorum.”
Kız, biraz daha ürkek, “Biraz kafamı toparlamaya çalışayım,” dedi. “Dışarıda düşünebilirsem... aklım öyle bir dağılıyor ki!”
“Az buçuk kestirebilirsin ya!”
“Öyleyse zaman ver bana.” Bathsheba, düşünceli gözlerle Gabriel’in durduğu yerin ters yönünde, uzaklara bakıyordu.
(…)
“Neden evet demiyorsun bana?” diye yalvararak çalının öbür yanına doğru birkaç adım attı.
Kız gerileyerek, “Elimde değil,” dedi.
Oak, “Ama neden?” diye direndi.
Kıza hiçbir zaman ulaşamayacağını anlayarak sonunda durdu.
Aralarında çalı, bakıştılar. “Seni sevmiyorum da ondan.”
“Öyle ama...”
Genç kız içinden gelen bir esnemeyi iyice bastırarak karşısındakini kırmayacak bir boyuta indirdi.
“Seni sevmiyorum,” dedi.
“Ama ben seni seviyorum. Bana gelince, sen benden hoşlan bana yeter.”
“Ah, Mr. Oak – dile kolay bu! Sonunda benden nefret edersin!”
Mr. Oak öyle içtenlikle, “Hiçbir zaman!” dedi ki, sözlerinin gücüyle çalıyı aşıp kızın kucağına atıldı sanki, “Dünyada tek bir şey yapacağım... kesin olarak tek bir şey, o da seni sevmek, seni istemek... ölünceye dek istemek seni.”
(…)
Kız üzgünlükle, “Sen beni bu kadar severken benim seni istemeyişim çok yanlış kaçıyor,” diyerek bu duygusal çıkmazdan kurtulabilmek için yol ararcasına, umutsuzlukla çevresine bakındı. (Syf 32-34)
Bir gün Gabriel Oak’un kulağına Bathsheba Everdene’nin yöreden ayrıldığı haberi geldi. Bu haberin onun üzerindeki etkisine şaşanlar, aşkta edilen tövbenin ne kadar vurgulu olursa, kesinlikten o kadar uzaklaşacağını hiç öğrenmemiş olanlardır.
Aşka düşmenin belirli bir yolu vardır da çıkmanın yoktur – bu, dikkatinizi çekmiş olabilir. Kimileri evliliğe kestirme bir çıkış yolu gözüyle bakarlar.
Ne var ki, bunun da insanı yaya bıraktığı görülmüştür. Bathsheba’nın ortadan yok olmasıyla kaderin Gabriel Oak’a sunduğu kurtuluş yolu, yani ayrılık, kimi yaradılışlar üzerinde kesin etki yaparsa da, kimilerinin uzaktaki sevgiliyi büsbütün gözlerinde büyütmelerine yarar. Oak da işte bu yumuşak huylu kişilerdendi. (Syf 36)
Gabriel Oak şimdi daha solgunlaşmıştı. Gözleri daha dalgın, yüzündeki anlatım daha hüzünlüydü. Çektiği çile bu genç adama, elinden aldığından daha çok bir şeyler vermişti. Ufak çapta bir Kırlar Kralı olmaktan Siddim’in çamurlu bataklarının ta dibine düşmüştü; ne var ki elinde, şimdiye dek bilmediği saygın bir rahatlık ve yazgısına karşı bir umursamazlık kalmıştı. Bu umursamazlık çoğu zaman insanı kötü, hain yapar, ama kötüleştirmediği zaman da yüceliğinin temeli olur çıkar. İşte böyle, Oak’un düşüşü gerçekte bir yükseliş, yitirdikleri de bir kazanç olmuştu. (Syf 41)
Sessizlik kimi zaman olağanüstü bir güçle kendini, duygunun kalıptan dışarı taşmış ruhu olarak benimsettirir; böyle zamanlarda sessizlik sözden daha etkilidir. Gene böyle kimi zaman az konuşmak, çok konuşmaktan daha çok şey söylemektir. (Syf 126)
Bir kararın en güçlü biçimde dile getirilmesi, her zaman kararın en güçlü anına rastlamaz. Böyle sözler, güçlüyken gücünü göstermesi bu tür yeminlere bağlı olmayan, çürümeye yüz tutmuş kararları ayakta tutabilmek çabasıyla, bir çeşit destek olarak ortaya atılır. (Syf 139)
Ne var ki insanoğlu, kendi kendisiyle baş başayken bile, üzerine iki kez yazı yazılmış bir sayfaya benzer: Bir gözle okunan yazısı vardır, bir de bunun altında gizli kalanı. (Syf 247)