THOMAS MANN (6 Haziran 1875- 12 Ağustos 1955)
1875’te Almanya’da doğdu. 1898’de yayımladığı ve Der kleine Herr Friedemann (Küçük Friedemann) adı altında topladığı ilk öykülerinde, daha çok Schopenhauer ve Nietzsche ile Wagner’in etkisi altında kalarak sanatçının yaratma sorununa odaklanmıştı. Bu ilk öyküleri, 1901’de yayımlanmasının ardından Mann’ı üne kavuşturan Buddenbrooklar adlı toplumsal roman izledi. 1903’te Tonio Kröger, 1912’de Venedik’te Ölüm yayımlandı. Daha sonra Büyülü Dağ’ı yazan Mann, Hitler iktidara gelince Almanya’dan ayrıldı. 1936’da ABD vatandaşlığına geçti ve Almanya’nın karanlık tablosunu çizdiği Yusuf ve Kardeşleri dörtlemesini yayımladı (1933-1942).
Dörtlemenin ardından yazmaya koyulduğu Doktor Faustus’ta ise besteci Andreas Leverkühn’ün yaşamöyküsünün ışığında, Alman kültürünün barbarlığa yenik düşmesini anlattı. 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Mann, 1955’te Zürich’te öldü.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlayanan “Büyülü Dağ” kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
BÜYÜLÜ DAĞ
Sıradan bir genç, doğup büyüdüğü Hamburg’dan Graubünden Eyaleti’ndeki Davos-Platz’a gitmek üzere yola çıktı. Yazın tam ortasıydı ve orada üç hafta kalmayı tasarlıyordu.
Uzun bir yolculuktu bu. Hamburg’dan o yüksekliğe çıkmak kolay bir iş değildi. Aslında böylesine kısa bir ziyaret için yolculuk fazla uzundu.
(…)
Hans Castorp –gencin adı bu– kendini, amcası ve babalığı olan –hemen adını söyleyelim– Konsül Tienappel’in armağan ettiği timsah derisinden bavulu, rulo yapılmış kareli battaniyesi ve bir kancada sallanan kışlık ceketiyle, oturma yerleri gri bir kompartımanda tek başına otururken buldu.
(…)
İki gün süren yolculuk bu genci –çok da genç, hayata pek öyle sağlam kök salmamış– günlük yaşantısından, özellikle de görevlerim, ilgi alanlarım, dertlerim ve tasarımlarım diye nitelendirdiklerinden, faytonla istasyona giderken düşündüğünden çok daha uzaklaştırıyordu.
(…)
Hans Castorp sık yapraklı ormanları ve varsayım olarak kuşları da nasıl geride bıraktığını düşündü ve bu tür şeylerin bitebileceği ve dünyanın onlarsız nasıl yoksullaşacağı düşüncesi önemsiz bir baş dönmesi ve bulantıya neden olduğu için eliyle bir-iki saniye gözlerini örttü. Sonra kriz geçti ve tırmanışın sona ermek üzere olduğunun farkına vardı. Geçit aşılmıştı. Tren artık vadinin düzlüğünde daha rahat ilerleyebiliyordu.
Saat neredeyse sekiz olmuştu ama hava hâlâ aydınlıktı. Uzaktaki manzaranın içinde, yüzeyi gri bir göl belirdi; kıyısından yamaçlara doğru tırmanan, tepeye doğru da giderek seyrekleşen ve sisle kaplı çıplak bir tepeyle biten, karaçam ormanlarıyla çevriliydi. Küçük bir istasyonda, biri dışardan yerin adını bağırdığı için Hans Castorp’un Davos Köyü olduğunu anladığı yerde durdular. Yolculuğu sona ermek üzereydi. Ansızın yanında kuzeninin o gür Hamburglu sesiyle, “Merhaba, burada ineceksin,” dediğini duydu ve dışarıya baktığında platformda pencerenin altında Joachim’in durduğunu gördü. Kahverengi bir palto giymişti, başı açıktı ve her zamankinden daha sağlıklı görünüyordu.
Gülerek bir kez daha, “İnsene. Nazlanıp durma!” dedi.
Hans Castorp yerinden kalkmadan, biraz şaşkın, ona, “Henüz varmadım ki,” diye yanıt verdi.
“Tabii ki vardın. Burası Davos Köyü. Sanatoryum buraya yakın. Araba var. Eşyalarını ver.”
Hans Castorp varışının ve kuzenini yeniden görmenin verdiği şaşkınlığı ve heyecanı ele veren bir gülüşle, bavulunu, kışlık paltosunu, rulo yapılmış battaniyesini, ayrıca bastonunu ve şemsiyesini ve en son da ‘Büyük Buharlı Gemiler’i yerlerinden alıp dışarıya uzattı. Koşarak dar koridoru geçti ve oldukça candan, doğru dürüst bir selamlaşma için platforma atladı. Selamlaşma biraz soğuk ve mesafeli insanların yapısına uygun olarak pek abartılı olmadı. Zaten garip olan, içtenliği fazla göstermekten korkmak gibi basit bir nedenden birbirlerine adlarıyla hitap etmekten her zaman çekinmiş olmalarıydı. Soyadıyla hitap etmeyi de doğru dürüst beceremedikleri için birbirlerine hitabı ‘sen’le sınırlandırıyorlardı ve bu, iki kuzen arasında artık kök salmış bir alışkanlığa dönüşmüştü.
Joachim ondan daha uzun boyluydu, omuzları da onunkilerden genişti. Enerjik gençliğin simgesi gibiydi ve sanki üniforma giymek için yaratılmıştı. Sarışın ülkesine aykırı kaçan simsiyah saçları vardı, koyu renk teni de güneşten neredeyse bronzlaşmıştı. İri kara gözleri ve düzgün hatlı dolgun dudaklarının üzerindeki koyu renkli küçük bıyığıyla pekâlâ yakışıklı sayılabilirdi; tabii kepçe kulaklı olmasa. Ömrünün büyük bir bölümünün tek derdi buydu ama şimdi başka dertler de binmişti. Hans Castorp, “Benimle aşağıya döneceksin, değil mi?” diye konuşmasını sürdürdü. “Bir engel olduğunu sanmıyorum.”
Kuzeni her zaman yumuşak bakışlı olan ama son beş aydır biraz bıkkın, hatta hüzünlü bir ifadenin çöktüğü iri gözlerini ona çevirerek, “Seninle aşağıya mı?” diye sordu. “Ne demek istiyorsun?”
“Yani üç hafta sonra.”
“Evet, anladım. Şimdiden eve dönmeyi düşünüyorsun,” diye yanıt verdi Joachim. “Dur, bakalım. Daha yeni geldin. Kuşkusuz, burada, yukarıda üç hafta bize bir şey ifade etmez ama sen burayı yalnızca ziyaret ettiğin ve tam üç hafta kalacağın için sana göre bu uzun bir zaman. İlk önce buraya alış, bunun o kadar kolay olmadığını anlayacaksın. Ayrıca yalnızca iklimimiz sıra dışı değil. Burada oldukça değişik şeyler göreceksin. Bak gör. Benimle ilgili söylediklerine gelince; işim senin sandığın kadar kolay değil dostum. ‘Üç haftada eve dönmek’ gibi laflar aşağıların işi. Evet, çok güzel yandım ama Behrens’in her zaman söylediği gibi bu kardan oluyor, fazla bir anlamı yok. Altı ay daha burada kalmamın neredeyse kesin olduğunu söyledi.”
“Ne, altı ay mı? Aklını mı kaçırdın?” diye haykırdı Hans Castorp, bir kulübeden pek farkı olmayan istasyonun önündeki çakıl taşı döşeli alanda bekleyen iki güçlü atın çektiği arabaya binip sert oturma yerlerine yerleşirlerken. Hans Castorp öfkeyle kuzenine döndü ve, “Altı ay mı? Burada aşağı yukarı o kadar kaldın zaten! İnsanın o kadar bol zamanı yok ki,” dedi.
Joachim kuzeninin içten öfkesine aldırmaksızın birkaç kez başını salladı. “Burada insanların zamanlarıyla nasıl rahat ve hızlı oynadıklarını anlatsam inanmazsın. Onlara üç hafta bir gün gibi geliyor. Göreceksin. Öğreneceğin çok şey var,” dedi, sonra da, “insan burada birçok düşüncesini değiştiriyor,” diye ekledi.
Hans Castorp gözlerini onun profilinden ayıramıyordu.
Başını sallayarak, “Ama inanılmaz düzelmişsin,” dedi.
(…)
Dr. Krokowski, sanatoryumun yeni sakinini, sanki onunla beraberken çekinmek gereksizmiş ve yalnızca karşılıklı güven önemliymişçesine içten ve yüreklendirici bir neşeyle karşıladı. Otuz beş yaşlarında, geniş omuzlu ve tıknazdı; boyu karşısında duranlardan oldukça kısa olduğundan onların gözlerinin içine bakabilmek için başını yukarı kaldırması gerekiyordu; yüzü olağanüstü soluktu, teninin neredeyse saydam, hatta fosforlu denebilecek niteliğini, kara kaşları, ışıl ışıl kara gözleri ve ikiye ayrılıp biten, birkaç tel ak düşmüş sakalı daha da iyi vurguluyordu. (…) Genç adamın elini sıkarkenki içten gülümsemesi, sakalının altından sararmış dişlerin görünmesine yol açtı ve yabancı aksanını az da olsa belli eden bariton sesiyle, “Hoş geldiniz Herr Castorp. Umarım kısa zamanda alışıp burada bizimle kendinizi evinizde hissedersiniz. Hasta olarak geldiniz değil mi? Sorumu bağışlayın,” dedi.
Hans Castorp’un nazik davranma ve uykusunu yenme çabası çok dokunaklıydı. Hiç formunda olmamasına kızıyor ve gençlerin o kuşkulu özgüveniyle asistanın gülümsemesinde ve güven verici tutumunda hoşgörülü bir alayın belirtilerini fark ediyordu. Üç haftaya, sonra da sınavlarına değindi ve Tanrı’ya şükür sağlığında bir şey olmadığını ekledi.
Dr. Krokowski boynunu öne uzatıp gülümsemesini artırarak, ona takılırcasına, “Öyle mi, demek ki siz incelemeye değer bir vakasınız. Biliyor musunuz şimdiye dek tam sağlıklı biriyle hiç karşılaşmadım. Sorumu bağışlarsanız, ne tür sınavlardı onlar?” diye sordu.
“Ben mühendisim, doktor bey,” dedi Hans Castorp, alçakgönüllü bir gururla.
“Ah, bir mühendis...” ve Dr. Krokowski’nin gülümsemesi bir anlığına enerjisini ve sıcaklığını yitirmişçesine yok olmuştu. “Takdir edilecek bir şey. Demek ki buradaki tedaviden ruhen ya da bedenen yararlanamayacaksınız?”
“Hayır hayır. Yine de teşekkür ederim,” dedi Hans Castorp, bir adım gerilememek için kendini zor tutarak.
Bunu dediğinde, Dr. Krokowski’nin o zafer kazanmış gülümsemesi geri geldi ve gencin elini sıkarken yüksek sesle, “Öyleyse, iyi uykular Herr Castorp, kusursuz sağlığınızın tadını çıkarın. Bir güzel uyuyun. Birbirimizi sıkça göreceğimize kuşkum yok,” dedi. Sonra gençleri yolladı ve gazetesine döndü.
(…)
Hans Castorp buraya geleli henüz iki hafta olmuştu ama ona daha uzun geliyordu. Joachim’in en ince ayrıntısına kadar uyguladığı Berghof’taki günlük program Hans Castorp’un gözünde öylesine kutsal ve dokunulmaz (kuşkusuz) olmaya başlamıştı ki, oradan, yukarıdan bakıldığında düzlükteki yaşam garip ve çarpık görünüyordu. Soğuk havada yapılan dinlenme kürlerinde iki battaniyeyi çok iyi idare edip düzgün bir paket yaparak kendisini tam bir mumyaya çevirmede usta olmuştu bile. Yakında onları tam usulüne göre sarma sanatında Joachim’e yetişecekti. Ayrıca aşağıdaki düzlüklerde hiç kimsenin bu sanatın kurallarından haberi olmamasına şaşıp kalıyordu. Evet, şaşılacak bir şeydi bu - ama şaşırmasına kendi de bir yandan şaşıyordu ve onu yardım ve dayanak aramaya iten o rahatsız edici duygu bir kez daha içini sarıyordu.
(…)
İnsanoğlu ne gariptir ve vicdanı onu ne kadar kolay aldatır. Görevin sesini dinler ama onu tutkuya izin gibi duyar. Adil ve dengeli olmayı görev edinen Hans Castorp, Herr Settembrini’yi dinledi ve onun akıl, Dünya Cumhuriyeti ve güzel üslupla ilgili düşüncelerini, her an etkilenmeye açık bir iyi niyetle inceledi ama her kez, ardından kendi düşüncelerinin ve düşlerinin tümüyle karşıt bir yöne doğru doludizgin gitmelerine de ses çıkarmadı. Kuşkularımızı ve işin içyüzünden ne anladığımızı söylemek gerekirse, Herr Settembrini’yi sırf vicdanından daha önce alamadığı bir izni koparmak amacıyla dinliyordu. Hans Castorp’un düşüncelerini ve eylemlerini yönlendirmesi gerektiğini sandığı karşıt yönde, yani, vatanseverliğin, insan onurunun ve güzel edebiyatın karşısında ne ya da kim vardı?
(…)
Joachim, bir kez daha iç çekerek. “Şimdi ne olacak? Kendimi de biraz sorumlu tutuyorum kuşkusuz. Buraya beni ziyaret etmek için geliyorsun, sana yukarıdaki yaşamı tanıtıyorum, sonra da burada kalıyorsun ve mesleğine başlamak için ne zaman döneceğin belli olmuyor. Bu durumun benim için ne kadar tatsız olduğunu anlamalısın.”
“Kusura bakma ama,” dedi Hans Castorp ellerini hâlâ ensesinde kavuşturmuş olarak, “sen bu işe neden kafa yoruyorsun ki? Basbayağı saçmalık. Buraya seni ziyaret etmeye mi geldim? Evet o da var ama öncelikli olarak Dr. Heidekind’in önerisi üzerine dinlenmeye geldim. Ama anlaşılıyor ki onun ve bizim sandığımızdan çok daha fazla dinlenmem gerekiyormuş. Buraya şöyle bir uğradığını sanırken durumu değişen ilk insan ben değilimdir kuşkusuz. Tous-les-deux’nün küçük oğlunu ve onun durumunun da nasıl değiştiğini düşün bir kez. Hâlâ sağ olup olmadığını bilmiyorum; bedenini bir gün yemek zamanında göz önünden kaldırmış olabilirler. Hasta olmama ben de biraz şaşırdım ama bütün yapacağım burada konuk olarak bulunmak yerine sizden biri olmaya alışmak. Çok şaşırmış da değilim çünkü kendimi çok da sağlıklı hissetmiyordum; annemle babamın genç yaşta öldüklerini göz önünde bulundurursak sağlıklı olma lüksüne nasıl sahip olabilirim ki? Senin de küçük bir sorunun var –her ne kadar oldukça düzelmişse de–, kendimizi kandırmaya da hiç niyetimiz yok. Demek ki biraz ailede var. Behrens de bunu ima etti. Her neyse, dünden beri burada yatıp bugüne dek kendimi nasıl hissettiğimi ve her şeye, anlıyor musun, yaşama ve onun getirdiği gereksinmelere karşı tutumumu gözden geçirdim. (…) Durum böyle olduğuna göre buraya gelmek ve muayene olmakla şanslı olduğumu söyleyebilirim. Kendini suçlamana hiç gerek yok. Sen de duydun, aşağıda kalıp eski yaşantımı sürdürseydim bütün ciğerim, ne yaparsam yapayım büyük bir olasılıkla hapı yutacaktı.”