LEV NIKOLAYEVIÇ TOLSTOY (1928- 20 Kasım 1910)
Rusya’nın ve dünyanın en büyük yazarlarından biri olan Lev Nikolayeviç Tolstoy 9 Eylül 1828 yılında Yasnaya Polyana’da soylu bir toprak ağasının oğlu olarak dünyaya geldi. Erken yaşlarda annesini ve babasını kaybeden yazar, halasının korumasına girdi.
16 yaşında Rusya’daki Kazan Üniversitesi’ne girdi ama bir süre sonra, resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle oradan ayrıldı ve topraklarını yöneterek kendi kendini eğitmeye karar verdi. 1852’de orduya katıldı ve burada boş zamanlarında yazmaya başladı. 1857’ye kadar Çocukluk, İlkgençlik ve Gençlik adlarında üç ciltlik otobiyografik romanını tamamladı.
Tolstoy, Shakespeare'den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır. Yirminci yüzyılın en önemli ahlakçı yazarlarından Lev Tolstoy, 1910 yılında, ıssız bir tren istasyonunda, zatürreden öldü.
Yazarın Sis Yayınları tarafından okurla buluşturulan İnsan Ne İle Yaşar öykü kitabından İnsana Ne Kadar Toprak Lazım” öyküsünden bölümleri paylaşıyoruz.
İNSANA NE KADAR TOPRAK LAZIM?
Şehirde yaşayan ve bir tüccarla evli olan abla, köydeki kız kardeşini ziyarete gitmişti; kardeşi ise bir köylüyle evliydi. Semaver başında toplandıklarında, abla kent hayatının güzelliklerinden, yaşamlarının ne kadar rahat olduğundan, ne kadar güzel giyindiklerinden, çocukların şık elbiseler giyinip kuşandıklarından, lezzetli yiyecekler yiyip tiyatrolara, eğlencelere nasıl gittiklerinden bire bin katarak söz etmeye başladı.
Kız kardeş, bu sözlere alındı ve sonra da alsatçı kocasının hayatını yerin dibine batırıp köy yaşamını ne çok beğendiğini anlatmaya koyuldu: “Yaşadığım hayatı sizinkiyle değiştirmem!..” dedi. “Kaba bir hayatımız olabilir ama en azından kafamız rahat. Bizden daha iyi yaşadığınız doğru, evet, ne var ki gereksinimlerinizden daha çoğunu kazanmanıza karşın, her şeyinizi bir anda yitirebilirsiniz. Atasözünü duymuşsundur: ‘Kârla zarar kardeştir.’ Bugün ekonomik durumu iyi olanlar, bir bakmışsın yiyecek ekmeğe muhtaç olmuş. Bizim hayatımız daha güvenli. Belki o kadar imrenilesi değil fakat çok varlıklı olmasak da yiyecekten yana sıkıntımız yok.”
Abla alaylı bir sesle:
“Elbette bu yiyecekleri domuzlarla ve ineklerle yemek istersen. Sen kibarlıktan ne anlarsın! Kocan ta şafaktan günbatımlarına kadar çalışsın, siz de çocuklarınızla beraber gübrelerin üzerinde yaşamaya devam edin!”
Küçük kardeş:
“O kadar önemli mi bu?” dedi. İşimizin kaba ve yorucu olduğuna sözüm yok; fakat güvenli. Kimselere avuç açmadan yaşayabiliyoruz. Peki siz? Kentleriniz türlü yüz kızartıcı şeylerle dolu; bugünlerde pek sorun yaratmaz ama peki ya gelecekte? Kocan kumarla, içki ya da kadınla yoldan çıkarsa?.. Her şey mahvolmaz mı o zaman? Böylesi şeylerle sık sık karşılaşmıyor musun?
Aile reisi Pahom, uzandığı şöminenin üstünden kadınların konuşmalarına kulak veriyordu.
‘Harfiyen öyle!..’ diye geçirdi içinden. ‘Biz köylü kısmı, çocukluktan başlayarak toprağı ekip biçmeye o kadar kaptırdık ki böylesi şeyler düşünmeye vaktimiz kalmıyor. Kaygılandığım tek şey, toprağımızın az olması. Eğer daha fazla tarlam olsaydı, kimselerden korkmazdım.’
(…)
Artık Pahom da arazi sahibi olmuştu. Borç aldığı tohumları ekti topraklarına. O yıl ürün iyiydi; bir yılı bile bulmadan bütün borçlarını temizledi. Artık kendi arazisinin efendisiydi; ekip biçiyor, sığırlarını kendi otlağına salıyordu. Boy atan mısırlarına veya çayırlarına bakmaya gittiğinde sevinçten yerinde duramıyordu. Orada yeşeren her şey, onun gözüne daha farklı, daha güzel görünüyordu. Önceleri bu arazilerin hiçbir özelliği yoktu; fakat şimdi durum tamamen değişmişti.
Pahom’un hayatından herhangi bir şikâyeti ve yakınması yoktu. Eğer komşu köydekiler onun mısır tarlasından ve otlağından geçmese keyfi mükemmel olacaktı. Kibarca uyardı birkaç kez fakat köylüler aldırış bile etmediler. Bu yetmezmiş gibi, köyün çobanı da ineklerini onun otlaklarına salıyor, hatta geceleri dışarıda bırakılan atlar onun mısırlarına dalıyordu. Pahom, kaç kez onları dışarı dehlemiş, sahiplerini ikaz etmiş, kimseciklere dava açmamak için kendini zor dizginlemişti. Günün birinde dayanamadı ve mahkemeye şikâyet dilekçesi verdi. Köylülerin topraksız olduğunu, bütün meseleye bunun neden olduğunu, özellikle yapmadıklarını aslında biliyordu; fakat şöyle düşünmeden edemiyordu:
“Ben buna göz yumamam; aksi takdirde iliğimi kuruturlar. Bir yolunu bulup onlara günlerini göstermeliyim.”
Onları mahkemeye verip günlerini gösterdi; yetmedi, tekrar mahkemeye yollandı ve bunun sonucunda birkaç köylü para cezası ödemeye mahkûm edildi. Aradan biraz zaman geçince Pahom’un komşuları kinlenmeye başladı. Kimi zaman hayvanlarını bilerek onun tarlalarına saldılar.
(…)
Pahom kavga etmedik kimse bırakmadı. Evini kundaklayacaklarına dair sözler de çalınıyordu kulaklarına. Elindeki araziler çoğalmasına karşın, toplumdaki saygınlığı zarar gördü.
(…)
Pahom, bir gün evinde otururken yolu köye düşen bir çiftçiyi konuk etti. Köylüyü ağırlayan Pahom, ona nereli olduğunu sordu. Köylü, Volga’nın diğer tarafından geldiğini, orada yaşadığını belirtti. Pahom bununla ilgilenince adam pek çok kişinin oraya taşındığını söyledi. Bu köyden de oraya taşınanlar varmış. Topluluğa katılmışlar; adam başı yirmi beş dönüm arazi dağıtılmış. Toprak bire bin veriyormuş. Oraya sadece üstündeki gömlekle gelen köylü, artık altı at, iki inek sahibiymiş. Pahom’un içine kıskançlık ateşleri dolarken “Farklı bir yerde de adam gibi yaşamak mümkünken burada neden sefil olayım? Buradaki arazilerimi satıp alacağım parayla orada yeni bir hayat kurarım. Bunca kalabalık bir yerde insanın başı hiçbir zaman dertten kurtulmaz. Yine de önceden gidip bir bakayım...” diye düşündü.
(…)
Pahom, yeni yurtlarına geldiği sıralarda, büyük bir köyün topluluğuna alınmaları için başvurdu. Gerekli evrakları düzenleyip ihtiyar heyetine verdi ve onlardan üyelik belgesini aldı. Kendisinin ve oğullarının işlemesi için beşer hisseden yüz yirmi beş dönüm arazi emirlerine verildi. Pahom, gereken bina eklentilerini yaptı. Artık eskisinden üç kat daha fazla araziye sahipti. Toprak, mısır ekmeye epeyce uygundu. Durumu eskisine göre çok daha iyiydi. Geniş meraları, ekilip biçilebilir toprakları vardı. Besleyebileceği inek sayısı sınırsızdı.
Pahom, ilk zamanlar hayatından memnundu; ama bir süre sonra, buradaki topraklarını da az bulmaya başladı.
(…)
Pahom, kendisine toprak aramaya başladı; bin üç yüz dönümlük toprağı olan fakat eli darda olduğu için bu toprağı satmak isteyen bir köylüyle tanıştı. Kıran kırana pazarlık edip yarısı peşin, yarısı senetle ödenmek koşuluyla bin beş yüz rublede karar kıldılar. Geriye sadece sözleşme yapmak kalmıştı. O sıralarda, yolu oradan geçen bir yabancı, atını yemlemek için Pahom’un evine geldi. Pahom yabancıyla konuştuğunda, onun hayli uzaktan, Başkır’dan döndüğünü, oralarda on üç bin dönüm toprağın sadece bin ruble olduğunu öğrendi. Daha fazla bilgilenmek isteyen Pahom’a şunları söyledi yabancı:
“Yapılacak en iyi şey, başkanlarla ahbap olmak. Ben yüz ruble eden bir kadın elbisesi, halı, bir kutu çayı hibe ettim, şarap verdim; bunlar karşılığında, arazinin her bir dönümü iki kapikten daha ucuza geldi bana.” Yanındaki tapuları gösteren yabancı:
“Topraklar bir ırmağın kıyısında; kan eksen can biter...” dedi.
Art arda sorular soran Pahom’a,
“Bir yıl yürüsen bile öbür ucuna gidemeyeceğin kadar, hepsi de Başkırlar’a ait uçsuz bucaksız topraklar var. Başkırlar koyun gibidirler. Yok pahasına toprak alabilirsin onlardan.”
“İşte...” dedi Pahom kendi kendine, “Bin ruble bayılıp buradan bin üç yüz dönüm alacağıma, hem de borçlanacağıma, oraya gidip buradan aldığımdan on kat fazla toprak sahibi olabilirim.”
Pahom, yabancıdan oralara nasıl gideceğini iyice öğrendi ve adam çıkıp gittiğinde o da yola çıkmak için hazırlıklarını yaptı.
(…)
Başkan bir süre dinleyip susmalarını işaret ederek Pahom’a, Rusça:
“Neyi istersen al; bizde toprak bol...” dedi.
‘İstediğim kadarını nasıl alabilirim?’ diye geçirdi içinden Pahom. ‘İşimi sağlam kazığa bağlamak için, tapu çıkarmalı, yoksa günün birinde orayı elimden alabilirler.’
“Kibarlığınıza teşekkür ederim...” dedi Pahom. Sizde toprak bol. Benim istediğim küçük bir bölüm. Fakat yine de aldığım bölümün tamamen benim olduğuna nasıl güvenebilirim? Gerekli ölçüm yayılıp tapusu verilemez mi acaba? Yarın ne olacağı belli değil; çocuklarınız orayı bir gün elimden almak isterse ne yaparım ben?”
“Haklısın...” dedi Başkan. Tapusunu da vereceğim sana.
Pahom, “Buralara bir alsatçı gelmiş” diye sürdürdü, “Ona da toprak vermiş, tapu çıkartmışsınız. Benim için de bunu yapmanızı isterim.”
Başkan, “O iş kolay...” dedi. “Muhtarımız seninle kasabaya gelir, imzalı damgalı tapunu alırsın.”
“Peki kaç para ödemem gerekecek?”
“Bizde fiyat sabittir, günde bin ruble.”
Anlamamıştı Pahom.
“Günde mi? Bu nasıl fiyat? Kaç dönüm ki?”
“Böyle hesaplardan anlamayız...” dedi Başkan, “bizde topraklar gün hesabıyla satılır. Bir günde yürüyerek sınırlarını çizdiğin kadar arazi senindir; bunun gündeliği bin rubledir.”
Pahom şaşakalmıştı:
“İnsan bir günde koca bir araziyi dolanabilir...” dedi.
Başkan kahkahalar atıyordu:
“Sen de yap; bütün arazi senin olsun!” dedi. “Ancak bir şartımız var; yürümeye başladığın yere aynı gün dönmezsen, verdiğin parayı unut.”
“Ama geçtiğim yerleri nasıl belirleyeceğim.”
“Kolay; senin istediğin bir uzaklığa kadar gidip orada dururuz. Sen de oradan başlayıp yanındaki kürekle daireni belirlersin. İstediğin yeri işaretlersin. Her dönüşünde bir çukur açıp otları üzerine yığarsın; aradaki yerleri de biz işaretleriz. Fakat unutma, ne kadar büyük bir daire yapsan da, gün batmadan başladığın yere dönmek zorundasın; o zamana dek ne kadar yeri işaretlediysen, kendi malın say.
Buna bayılmıştı, Pahom. Ertesi sabah erkenden başlamayı kararlaştırdılar.
(…)
Başkırlar uyanıp toplaştılar. Kımız içtiler, Pahom’a çay sundular; fakat o yerinde duramıyordu:
“Artık gidelim” dedi, “Vakit boşa geçiyor.”
Hepsi birden toparlanıp yola koyuldular; yarısı atlı, yarısı ise arabalıydı. Pahom da uşağıyla beraber kendi arabasındaydı. Yanına bir de kürek almıştı. Stepe çıktıklarında, gök bakır rengindeydi. Başkırların “Şıhan” adını verdiği bir yamaca çıktılar. Atlarından, arabalarından inip bir yerde toplaştılar. Başkan, Pahom’un yanına gelip dümdüz uzanan toprakları gösterdi:
“Gözünün görebildiği her yer bizim. Ne kadar istiyorsan alabilirsin.”
Başlığını çıkarıp yere bırakan Başkan:
“İşaretin bu... Başladığın ve bitireceğin yer burası. Çevresini dolanacağın her yer senin olabilir.”
Parayı çıkarıp başlığın üstüne bıraktı Pahom. Paltosunu da üstünden sıyırdığında ceketiyle kaldı. Kemerini çıkarıp beline doladı; yelek koluna ufak bir azık çıkını ve matara koyup uşağından küreği aldı. Artık dolanmaya başlayabilirdi. Bir zaman nereden başlamasının daha iyi olacağını düşündü. Hiçbir yer vazgeçilir görünmedi gözüne.
“Hepsi bir...” dedi, “Doğuya gideyim.”
Yüzünü doğuya çevirip güneşin yüzünü göstermesini bekledi.
“Oyalanmamalıyım...” dedi sonunda. “Sıcak bastırmadan daha rahat yürürüm.”
Güneşin ilk ışınları ufukta belirdiğinde Pahom, elindeki kürekle daldı stepe. İlk yürüyüş hızı tam kararındaydı. Yaklaşık bir mil gidip derin bir çukur kazdı ve yeri belli olsun diye ot yolup üstüne yığdı. Yürümeyi sürdürdü; uykulu hâlinden sıyrılınca hızlandı. Bir süre daha gidip başka bir çukur açtı.
Dönüp arkasına bakan Pahom bayırı, orada duran insanları, araba tekerlerinin parladığını görüyordu. Yaklaşık üç mil yürüdüğü kararına vardı. Sıcak iyiden iyiye bastırıyordu; ceketini çıkarıp omuzlarına atarak yürümeyi sürdürdü. Sıcak giderek dayanılmazlaşıyordu; güneşe şöyle bir bakıp kahvaltı vaktinin geldiğini düşündü.
“Şimdi geri dönmek için çok erken. Çizmelerimi de çıkarayım hele...” diye söylendi.
Çizmelerini çıkarıp kemerine asarak tekrar yürüdü. ‘Bir üç mil daha gidebilirim...’ diye düşündü, ‘sonra sola dönerim. Şurası ne kadar güzel, alamazsam üzülürüm. Topraklar giderek daha verimli görünüyor.’
Dosdoğru ilerlemeyi sürdürdü. Arkasına baktığında, bayırı ve oradakileri zor bela seçebiliyordu.
‘Tanrım, bu tarafa fazla gitmişim...’ diye geçirdi içinden. ‘Hemen dönmem gerek. O kadar terledim, susuzluktan o kadar kavruldum ki!’
Durup bir çukur açarak otları yığdı. Matarasından su içti. Ardından sola dönüp yürüdü. Otlar adam boyu, hava boğacak kadar sıcaktı.
Giderek yorulduğunu hissediyordu; güneşe bakıp vaktin öğle olduğunu tahmin etti.
“Yeter...” dedi, “Soluklanayım hele...”
Oturup ekmeğini yedi, su içti; uyuyakalmaktan korkup uzanmadı. Bir süre oturduktan sonra tekrar yola koyuldu. Önceleri zorlanmadan yürüyebiliyordu; dinlenip su içmek, yemek yemekle de gücü yenilenmişti; ancak hava o kadar ısınmıştı ki bayılacak gibi oldu. Birden uyku bastırdığını hissetti.
Yine de ‘Bir saat yorul, ömür boyu rahat et...’ diye düşünüp yürüdü. Tam sola dönecekti ki bir dere gördü. “Burayı topraklarıma katmazsam günah olur. Burada pamuk yetiştirebilirim...” diye düşündü. Derenin çevresini de dolandı ve öbür yakaya da bir çukur açtı. Pahom tepeye baktığında, hava sıcaktan buğulanmış gibiydi ve bir şeyler uçuşup duruyordu gözlerinin önünde; bayırdakiler görünmez olmuştu.
‘Buraları fazla tuttum...’ diye geçirdi içinden. ‘Şurayı daha kısa tutayım...’ Yürümesini hızlandırıp bir üçüncü kenarı da arşınlamaya başladı. Başını güneşe çevirdi; ufku yarılamıştı Pahom, fakat karenin üçüncü kıyısında iki mil bile yol almamıştı. Hedefi on mil daha uzaktaydı.
“Yo, yo...” diye düşündü. “Topraklarım eğri büğrü de olsa, artık dosdoğru bir çizgiye yönelmeliyim. Hayli uzağa gittim ve engin arazilerim var artık.”
Hemen bir çukur kazıp üstüne otları yığarak bayıra doğru yöneldi.
Pahom hemen bayıra yönelmişti fakat adımlarını büyük bir zorlukla atabiliyordu. Sıcaktan bitkin, diken ve çalıların daladığı ayakları çizikler içindeydi ve artık dermanı kalmamıştı. O kadar çok dinlenmek istiyordu ki! Fakat gün batmadan bunu yapamazdı. Güneşin hiç sabrı yoktu; giderek alçalıyordu.
“Tanrım...” diye içini çekti. “Ben hata ettim. Keşke eşşeklik edip daha çok toprak edinmek için çırpınmasaydım! Zamanında yetişemezsem ne olacak?..”
Bayıra baktı önce, sonra güneşe. Varacağı yere ne kadar da uzaktı! Güneş ufuk çizgisiyle neredeyse birleşecekti. Pahom hızlandı fakat öyle güçsüz düşmüştü ki... Derken koşmaya başladı, paltosunu, ceketini; azık çıkınıyla matarasını attı. Elinde sadece baston niyetine kullandığı kürek vardı.
‘Ne halt ettim ben...’ diye düşündü. ‘Açgözlülük edip bir sürü yer dolandım, hepsi benim olsun istedim. Oraya gün batmadan varmam imkânsız.’
Bunları düşünmek, onun son gücünü de tüketti. Koşmayı sürdürüyordu; yorgun, mutsuz, susuz... Göğsü kabarıp iniyor, kalbi deli gibi atıyor, bacaklarını hissetmiyordu. Birden ölüm korkusu sardı benliğini... Yine durmadı. ‘Onca yol teptikten sonra durursam, beni ahmak sanırlar...’ diye geçirdi içinden. Durmadı, koştu; öyle yakınlaşmıştı ki Başkırların seslenişlerini duyuyordu; bu sesleri duymak, tutkusunu biledi. Olanca gücüyle koşmaya başladı.
Güneş alabildiğine alçalmıştı; buğulu havada kan kırmızı bir görünüm vardı. Neredeyse bayılacaktı! Ama hedefine öyle yaklaşmıştı ki... Pahom, kendisini gayretlendirmek isteyenlerin işaretlerini fark ediyordu; yere bıraktığı parayı, kalpağı ve elleri belinde Başkan’ı seçebiliyordu. Pahom ansızın dün gece gördüğü düşü anımsadı.
“Yeterince toprak var...” dedi. “Ama Tanrı benim bu toprakları ekip biçmeme izin verecek mi? Oraya asla varamayacağım.”
İyice alçalmış güneşe baktı; bir bölümü artık görünmüyordu. Son güç kırıntılarıyla atağa geçti; bedeni ileri eğilmişti ve dizleri onu artık taşımıyordu. Tam bayıra varmıştı ki, ortalık bir anda karardı; güneş battı. ‘Olanca emeğim boşa gitti!’ diye inledi. Durmaya karar vermişken Başkırların seslenişlerinin kesilmediğini fark etti, kendisi bulunduğu yerden güneşi göremiyordu ama bayırdakiler görebiliyordu. Derince soluklanıp bayırı tırmandı. Burada gün ışığının kırıntıları vardı daha. Bayıra çıkıp kalpağı gördü; Başkan kalpağın önünde, böğürlerini tuta tuta gülüyordu. Bir kez daha düşü geldi aklına; inledi. Dizlerinde derman kalmamıştı, yere kapaklanıp kalpağa uzattı ellerini.
“Bir sürü toprağın oldu!” diye bağırdı, Başkan. Uşağı hemen koşup yetişti; onu yerden kaldırmaya uğraştı, ama Pahom’un ağzından kan sızıyordu; son nefesini vermişti!
Uşağı, küreği alarak Pahom’a uygun bir mezar kazıp gömdü.
İki metrelik toprak doyurmuştu Pahom’un gözünü.
5