Turgenyev: İlkbahar Selleri

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta İvan Sergeyeviç Turgenyev ile devam ediyor

21 Şubat 2025 - 12:31

IVAN SERGEYEVIÇ TURGENYEV (9 Kasım 1818- 3 Eylül 1883)

28 Ekim 1818’de, Rusya’nın Oryol şehrinde doğdu. 1833 yılında Moskova Üniversitesi’ne girdi. Ertesi yıl babasını kaybetti ve kaydını St. Petersburg Üniversitesi’ne aldırdı. 1838-1841 yılları arasında Berlin Üniversitesi’nde eğitim gördüğü dönemde birçok araştırmacı, filozof ve edebiyatçıyla arkadaş oldu. 1842 yılında gayri meşru bir çocuğu olan Turgenyev, aynı yıl yüksek lisans tezini tamamladıysa da üniversitede bir kürsü edinemedi. Ertesi sene İçişleri Bakanlığı’nda işe başladı. 1844’te ilk öyküsü “Andrey Kolosov” yayımlandı. Ertesi yıl bakanlıktaki görevinden istifa etti. “Hor ve Kaliniç” adlı öyküsü 1847 yılında Sovremennik’te (Çağdaş) yayımlandı. 1850’de annesini kaybetti, Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü ve Köyde Bir Ay eserlerini kaleme aldı.

16 Nisan 1850’de Gogol’ün ölümü üzerine yazdığı bir yazıdan sonra aynı yıl yayımlanan Avcının Notları eserinin de etkisiyle tutuklandı ve bir ay hapiste kaldıktan sonra Spasskoe’ye sürüldü. 1856’da ilk romanı Rudin, Sovremennik’te yayımlandı. Bu dönemde yurt dışına seyahat etmeye başlayan Turgenyev, Paris, Berlin, Londra gibi şehirleri dolaştı. 1859’da Asilzade Yuvası yayımlandıktan sonra ertesi yıl Arefe ve İlk Aşk’ı kaleme aldı. Babalar ve Oğullar’ın baş karakteri olan Bazarov’u bu dönemde düşünmeye başlasa da, roman 1862’de yayımlandı. Bu dönem Rusya’dan uzaklaşıp sırasıyla Baden-Baden, Londra ve Bougival’de yaşadı. 1867’de Duman’ı, 1870’de Bozkırda Bir Kral Lear’ı, 1872’de Bahar Seli’ni, 1877’de ise Ham Toprak’ı yazdı. 3 Eylül 1883 günü Bougival’de öldü. Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan İlkbahar Selleri isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

İLKBAHAR SELLERİ

Gece saat ikide çalışma odasına döndü. Mumları yakan uşağı yollayıp kendini şöminenin yanındaki koltuğa bıraktı, yüzünü elleriyle kapadı. Daha önce böyle ruhsal ve bedensel bir yorgunluk hissetmemişti hiç. Akşamı hoş kadınlarla, kültürlü adamlarla geçirmişti; kadınların bazıları güzeldi, erkeklerin hemen hepsi akıllı, yetenekliydi. Onlarla oldukça başarılı hatta parlak sohbetler etmişti. Romalıların “taedium vitae” dedikleri “yaşama karşı duyulan nefret” karşı konulamaz bir güçle ele geçirmemişti onu, bunaltmıyordu.

Biraz daha genç olsaydı üzüntüden, sıkıntıdan, öfkeden ağlardı: pelin otu gibi acı, yakıcı bir keder dolduruyordu ruhunu. Sırnaşık-iğrenç, pis-ağır bir şey, baygın bir sonbahar gecesi gibi her yandan kuşatmıştı onu. Bu karanlıktan, bu kederden nasıl kurtulacağını bilmiyordu. Uykudan da bir şey beklemiyordu, uyuyamayacağını biliyordu.

Yavaş, uyuşuk, öfkeli düşüncelere daldı.

Koşuşturmaları, gereksiz şeyleri, insanların bayağı sahtekârlıklarını düşünüyordu. Tüm yaşları (kısa bir zaman önce elli iki yaşına basmıştı) tek tek gözlerinin önünden geçiyordu ve hiçbirine merhamet duymuyordu. Hepsinde ya ardı arkası kesilmeyen gereksiz uğraşlarla meşgul olmak, ya havanda su dövmek ya da ağlayan bir çocuğu bile teselli etmeyecek yarı dürüstçe, yarı bilinçli kendini aldatmalar vardı. Ama birden başa düşen kar tanesi gibi çıkagelmişti yaşlılık ve bununla birlikte günbegün büyüyen, insanı yıpratan, gücünü tüketen ölüm korkusu... ve sonra dipsiz bir uçuruma yuvarlanmak! Yaşam böylece sona eriverse gene iyiydi! Ama sona yaklaştıkça demir nasıl zamanla pas içinde kalıyorsa insan da zayıflıklar, acılar içinde kalıyordu. Yaşam denizini, şairlerin betimlediği gibi, dalgalı, fırtınalı olarak görmüyordu. Hayır! O kendi denizini sakin, durgun ve en karanlık yeri bile gözle görülebilecek kadar berrak hayal ediyordu. Hafifçe sallanan küçük bir kayıkta oturuyordu, karanlık, çamurlu dipteyse neredeyse çirkin canavarlara benzeyen iri balıklar yüzüyordu: günlük sıkıntılar, hastalıklar, acılar, çılgınlıklar, yoksulluklar, körlükler... O denizi izlerken karanlığın içinden bir canavar fırlıyor, gittikçe yükseliyor, gittikçe belirginleşiyor, belirginleştikçe iğrençleşiyordu. Bir dakika sonra kayığa alttan vurup alabora ediyordu onu. Sonra yine karanlık dibe çöküp gözden kayboluyor, kuyruğunu hafifçe sallayarak öylece kalıyordu. Ama günü gelince kayık yine eski halini alıyordu.

Başını şöyle bir salladı, koltuktan fırladı, odanın içinde iki kez gidip geldikten sonra çalışma masasına oturdu, art arda çekmeceleri açarak büyük çoğunluğu kadınların yazdığı mektuplardan oluşan eski kâğıtları karıştırmaya başladı. Bunu neden yaptığını kendi de bilmiyordu, bir şey aradığı yoktu. Yalnızca ona acı veren düşüncelerinden uzaklaşmak için bir uğraş arıyordu. Rastgele eline aldığı birkaç mektubu açtı (bunlardan birinin içinde rengi solmuş kurdeleyle bağlı kuru bir çiçek vardı.) omuz silkti yalnızca, şömineye baktı ve büyük olasılıkla bu gereksiz kâğıt yığınını daha sonra yakmak üzere bir kenara attı. Ellerini çabuk çabuk bir o, bir öteki çekmeceye sokarken birden gözlerini kocaman açtı, sekizgen eski bir kutuyu hiç acele etmeden çıkarıp yavaşça kapağını kaldırdı. Kutuda sararmış iki kat kâğıda sarılmış grena taşından küçük bir haç vardı.

Bir süre şaşkınlıkla baktı bu küçük haça sonra birden cılız bir çığlık atıverdi... Yüzünde ne acı ne de mutluluk ifadesi vardı. Bu ifade insanın yüzünde ancak uzun yıllar görmediği, bir zamanlar çok içten sevdiği, geçen yılların çok değiştirdiği dostuyla ansızın karşılaştığında belirirdi. Kalkıp şöminenin yanına gitti, yine koltuğa oturup yüzünü elleriyle kapattı... “Neden bugün? Özellikle bugün?” diye düşünüyordu. Geçmişte kalmış çok şeyi anımsadı.

İşte bunları anımsamıştı:

Ancak önce onun adını, baba adını ve soyadını söylemek gerekiyor. Adı Dmitri Pavloviç Sanin’di.

 İşte bunları anımsamıştı:

1840 yazıydı. Sanin yirmi iki yaşına basmıştı. İtalya’dan Rusya’ya dönüş yolunda Frankfurt’a uğramıştı. Küçük bir serveti vardı, ama bağımsız, handiyse yapayalnız biriydi. Ölen uzak bir akrabasından birkaç bin ruble miras kalmıştı ona, o da memurluğa başlamadan, onsuz kendini güvence altına alamayacağı devlet prangasını ayağına takmadan önce bu parayı yurtdışında yemeye karar vermişti. Sanin hedefine ulaşmıştı, parasını öyle ustalıkla harcamıştı ki Frankfurt’a geldiği gün cebinde onu ancak Petersburg’a götürmeye yetecek kadar parası kalmıştı. 1840 yılında demir yolları yok gibi bir şeydi, turistler büyük arabalarla giderlerdi. Sanin kendine beiwagendan (at arabasına takılan ek araç) bir yer almıştı, ancak araba akşam on birde kalkacaktı. Çok zamanı vardı. Şansına hava da çok güzeldi, Sanin o zamanların ünlü oteli Beyaz Kuğu’da yemek yedikten sonra şehri gezmeye çıktı. Pek hoşlanmadığı AriandaDannekerova’yı gördü, eserlerinden yalnız Fransızca çevirisinden Werther’i okuduğu Goethe’nin evini ziyaret etti, Main Nehri’nin kıyısında dolaştı, saygın her yolcu gibi sıkıldı,sonunda akşam altıya doğru tozlanmış ayaklarıyla, yorgun Frankfurt’un en küçük sokaklarından birinde buldu kendini. Bu sokağı daha sonra uzun süre unutamayacaktı. Sokaktaki az sayıdaki evlerden birinde bir tabela gördü: “Giovanni Roselli’nin İtalyan Pastanesi”. Bir bardak limonata içmek için içeri girdi. Eczaneyi anımsatan sade tezgâhın arkasındaki boyalı dolabın raflarında yaldızlı etiketleri olan birkaç şişe ve içinde galeta, çikolata, şekerleme olan cam kavanozlar vardı. İçeride kimse yoktu. Yalnızca pencerenin yanındaki yüksekçe hasır sandalyede oturan gri bir kedi gözlerini kısmış, mırlayarak patileriyle oynuyordu. Devrilmiş ahşap bir sepetin yanında kocaman, kırmızı bir yün yumağı akşam güneşinin parlak ışınları altında yerde yatıyordu. Yan odadan belli belirsiz bir ses duyuluyordu. Sanin durdu, kapıdaki çıngırağı çaldı, handiyse bağırarak seslendi: “Kimse yok mu?” Yan odanın kapısı açıldığı an Sanin şaşkınlıktan donup kaldı.

Siyah kıvırcık saçları çıplak omuzlarına dağılmış, çıplak kollarını öne doğru uzatmış on dokuz yaşlarında bir kız daldı pastaneye. Sanin’i görünce hemen ona doğru atıldı, soluk soluğa konuşarak elinden tutup çekti: “Çabuk, çabuk, buraya gelin, kurtarın onu!” Sanin isteksizlikten değil de şaşkınlıktan hemen kızın peşinden gitmedi. Öyle kalakalmıştı, ömründe böyle güzel bir kız görmemişti. Kız ona doğru döndü, bakışlarında, solgun yanağına götürdüğü sıkılı elinin hareketinde, sesinde bulunan umutsuzlukla şöyle dedi: “Hadi gelin, gelin!” Sanin kızın hemen ardından açık kapıya doğru koştu.

Kızın ardından girdiği odada at kılından eski moda divanın üstünde yüzü balmumu ya da eski mermer gibi soluk sarıya çalan on dört yaşlarında bir çocuk yatıyordu. Kıza çok benziyordu, besbelli kardeşiydi. Gözleri kapalıydı, gür siyah saçlarının gölgesi kaskatı kesilmiş alnının, hareketsiz ince kaşlarının üstüne düşmüştü, morarmış dudaklarının arasından sıkılı dişleri görünüyordu. Nefes almıyor gibiydi, bir eli yere doğru uzanmış, öteki başının altındaydı. Çocuk giyinikti, gömleğinin düğmeleri ilikliydi, kravatı boynunu sıkıyordu .

Pantaleone adlı ihtiyar, “Kanını akıtmak gerek,” dedi.

“İnme inmiş.”

 Sanin tıpla ilgili en ufak bir bilgi sahibi olmamasına karşın şunu kesinlikle biliyordu: On dört yaşındaki bir çocuğa inme inmezdi. Pantaleone’ye döndü,

 “İnme değil bu, yalnızca bayılmış,” dedi.  (Syf 37-42)

Büyük güzellikler yaşamın monoton akışında eriyip giderler. Sanin bugünden özel bir şey beklemeden, geçmişi anmadan, yarını düşünmeden kendini bu güzelliklere bırakmıştı Gemma gibi bir kızın yanında olmanın değeri paha biçilemezdi! (Syf 65-66)

Kim ne derse desin, dünyada sözden güçlü de... güçsüz de bir şey yoktur. (Syf 92)

İlk aşk bir devrimdir: o zamana kadar tekdüze ilerleyen yaşam bir anda altüst olur, parlak bayrağı gençlerin nöbet tuttuğu barikatlarda yükseklerde dalgalanır, sonrasında ne olacağını düşünmeden -ölüm ya da yeni bir yaşam- herkese o mağrur selamını yollar. (Syf 120)


ARŞİV