TURGUT ÖZAKMAN (1 EYLÜL 1930- 28 EYLÜL 2013)
1 Eylül 1930’da Ankara'da doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre avukatlık yaptı. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü’ne devam ettikten sonra Devlet Tiyatrosuna Edebi Kurul raportörü olarak girdi. TRT’de Program Müdürlüğü, Merkez Program Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı ve Genel Müdürlük yaptı. Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu’nda üyelik ve Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. DTC Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde 30 yıl “dramatik yazarlık” dersi öğretim görevlisi olarak çalıştı.
1998’de, “üstün hizmetleri dolayısıyla” Anadolu Üniversitesi’nce Fahri Doktor unvanı verildi. Birçok oyun, senaryo, roman, tarih konusunda araştırma kitapları yazdı. Çeşitli ödüllerin yanı sıra 1999’da, “Türk toplumunun kültür ve sanat hayatına katkı ve hizmetlerinden dolayı” Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne değer görüldü. 2005’te yayımlanan ve büyük yankı uyandıran Şu Çılgın Türkler adlı belgesel romanı dolayısıyla pek çok kuruluştan özel ödül aldı. “Türkiye Üçlemesi”nin diğer kitapları Diriliş-Çanakkale 1915 2008’de, Cumhuriyet-Türk Mucizesi 2009’da ve Cumhuriyet-Türk Mucizesi/2 2010’da yayımlandı. 2012’de ise Çılgın Türkler Kıbrıs okurla buluştu. Ordu ve İnebolu fahri hemşeriliğine kabul edildi. İnebolu’da Turgut Özakman parkı açıldı. Yeni birçok ödül arasında Afife Jale, Muhsin Ertuğrul, Sadri Alışık, Türkân Saylan Ödülü, İstanbul Barosu’nca Cumhuriyete Hizmet Ödülü, Antalya Eğitim-İş şubesince Başöğretmen Atatürk Ödülü verildi. Senaryosunu yazdığı Dersimiz: Atatürk’ün kitabı filmiyle birlikte 2010’da okurlarıyla buluştu. Çanakkale 1915 filmi 2012’de gösterime sunuldu Tiyatro oyunları ve senaryolarıyla çok geniş bir izleyici kitlesine; kitaplarıyla milyonlarca okura ulaşan, Özakman, 28 Eylül 2013’te hayatını kaybetti. Yazarın Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan “Şu Çılgın Türkler” kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
ŞU ÇILGIN TÜRKLER
İstanbul'da İkdam gazetesindeki odasında, Yakup Kadri Karaosmanoğlu başmakalesini yazmaktaydı:
“.Bir yükselişin başlangıcındayız. Bir yücelme, bir yeniden doguş, bir şafak! İsmet Paşa adındaki bir serdarın kılıcı tarihi ikiye böldü. Dört beş günden beri bütün Doğu âlemi ve bütün Asya için yeni bir devir açılmıştır.”
İdare Memuru Mahmut odaya daldı:
“Yakup Kadri Bey!”
“Evet?”
“Kızılay İkinci Başkanı Hamit Hasancan'dan bir duyuru geldi efendim.”
Dikkati dağıldığı için canı sıkılan Yakup Kadri söylendi:
-“İyi. Gerekeni yapınız”
“İstanbulluları, Anadolu mücahitlerine para yardımı yapmaya çağırıyor.”
Yakup Kadri toparlandı:
“Yok canım”
“Bağışların Kızılay'a ya da gazetelere verilmesini istiyor”
Gözleri büyüdü:
“Oo.. İşgal kuvvetlerine bir çeşit meydan okuma bu. Öyleyse duyuruyu birinci sayfada yayımlayalım. İstanbul'da doğru dürüst çalışan tek kurum Kızılay”
(…)
SABAH İstanbullular, Kızılay'ın çağrısına uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri gazetesinin dar idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi göründü. Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman kenara çekilerek yol veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola inerek geçip gitti.
İçerde, daha afyonu patlamamış olan huysuz idare memuru, bir deftere, söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış miktarını yazıyordu.
“Kahveci Ali, 100 kuruş.”
“Eskici Yusuf, 50 kuruş”
“Hallaç Asım, 75 kuruş.”
“Bakkal Ahmet, 100 kuruş”
“Terlikçi Adem, 200 kuruş.”
Sırada, küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın üzerine bıraktı:
“Hasan, 5 kuruş.”
Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına saklayarak gürültü ile burnunu sildi.
(…)
ÇEVİRME HAREKETİNİN geliştiği saatlerde, Ankara Öğretmen Okulu'nun konferans salonu kadınlarla dolmaktaydı. Önde sıkma başlı, uzun mantolu, iskarpinli İstanbullular, onların arkasında rengârenk çarşaflı, potinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık Ankaralılar oturuyordu. En arkada ise, köylü kadınlar. Ankaralı hanımlar, ilk defa böyle bir toplantıya katıldıkları için çok tedirgindiler. Ama Halide Edip'e duydukları merak, çekingenliklerini bastırmıştı. Gözleri kapıda, hâlâ Halide Edip'i bekliyordu.
O ise, sahnedeki masada yer alan Kızılay Kadınlar Kolunun Başkanı Zehra Müfit Hanım ile Belediye Başkanı Kütükçüzade Ali Bey'in eşi Cazibe Hanım'ın arasında oturuyordu. Başkan Zehra Müfit Hanım, toplantıyı kısa bir konuşma ile açarak sözü Halide Edip'e bıraktı.
(…)
Halide Edip, “Hanımefendiler!” dedi, sesinde hafif bir heyecan titriyordu. Çok tutumlu olduklarını duyduğu Ankaralı hanımları yardıma çağıracaktı.
“Tarih Türkü ateşle imtihan ediyor. Bu imtihandan, yalnız erkeklerimizin cesareti ile başarılı çıkamayız. Artık biz kadınlar da bu ateşe yüzümüzü çevirmek, ellerimizi uzatmak zorundayız. Ordumuzun hepimize ihtiyacı var.”
Kadınların, büyük bir dikkatle dinlediğini fark edince, heyecanı azaldı, daha sakin bir sesle devam etti:
“…Bir hafta önce Eskişehir'deydim. Gördüklerimden birini sizlere de anlatmak istiyorum. Uçakların gövdesi ve kanatları, özel bir keten kumaşla kaplanırmış. Bulunamadığı için bizimkiler, kaput beziyle kaplıyorlar. Özel yapıştırıcısı olmadığı için, kaput bezini uçakların gövdelerine, kanatlarına nal mıhı ya da zamkla tutturuyorlar. Bezin gerginliği ve kayganlığı emayit denilen özel bir sıvı ile sağlanırmış. Getirtemedikleri için beze, kaynatılmış patates kabuğu ve paça suyuna tutkal, kola karıştırarak yaptıkları bir pelteyi sürüyorlar. Sonra da gözlerini bile kırpmadan bu uçaklara binip uçuyorlar.
Kardeşlerim!
Sizleri, milletinin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul orduya yardıma çağırıyorum!”
Kısa bir sessizlikten sonra, kadınlar ağır ağır ayağa kalkmaya başladılar ve hiç konuşmadan ilerlediler, masanın önünde sıraya girdiler. Masanın üstü parayla dolmaya başladı. Yanında para olmayanlar, yüzüklerini, bileziklerini bırakıyordu.
(…)
M. KEMAL PAŞA ile Fevzi Paşa, gece Eskişehir'de kaldılar, sabah İsmet Paşa'yı da alarak, Kütahya'ya, Güney Cephesi karargâhına geldiler. Bütün gün mevzileri gezdiler. Akşam toplandılar.
M. Kemal kısa bir görüşmeden sonra, kararını açıkladı: Güney ve Batı Cepheleri birleştirilecek, İsmet Paşa Batı Cephesi komutanlığını üstlenecekti. Açıkta kalan Refet Paşa'ya Milli Savunma Bakanlıgını önerdi. Paşa'nın askerliğine değil, kıvrak zekâsına ve pratikliğine güvenirdi. Ama Refet Paşa, Genelkurmay Başkanlığını istediğini sezdirdi. Daha bir ay önce, sekiz tümeni birarada yönetmeyi becerememiş olan Refet Paşa'nın bu isteği, M. Kemal Paşa'nın canını sıktı:
“Genelkurmay Başkanlığı, bizim teşkilatımıza göre, bugün fiilen Başkomutanlık makamıdır. Siz henüz Türk ordusuna Başkomutan olacak nitelikleri kazanmış değilsiniz. Bunu aklınızdan çıkarınız!”
Bunun üzerine Refet Paşa da Milli Savunma Bakanlığını kabul edemeyeceğini mırıldandı. M. Kemal, “O sizin bileceğiniz iş.” dedi, İsmet Paşa'ya döndü, “.Paşam, komutayı hemen devralın. Dönmemiz gerekiyor”
“Başüstüne!”
Geç vakit Kütahya'dan ayrıldılar.
Vagonun loş ışığında konuşarak yemek yediler. Sofraları pek sadeydi: Zeytin, peynir ve ekmek. M. Kemal'in hizmet çavuşu Ali Metin çayları getirip bıraktı. Sessizce çıktı.
Batı Cephesi, Söğüt'ten Söke'ye kadar genişlemişti. Cepheye bağlı bütün tümenleri artık bir elden idare etmek mümkün değildi. Kolordu düzenine geçmek ise zordu. Kalabalık bir karargâh örgütüne gerek vardı. Geçici bir zaman için, kalabalık bir karargâha gerek göstermeyen ‘grup’ düzenine geçmek doğru olacaktı. :
Bir süreden beri tartışılan bu konuyu bir sonuca bağlayarak, ilk adımda üçer tümenli dört grup kurulmasına karar verdiler. M. Kemal, “Grup komutanlıkları için kimleri düşünürsün?” diye sordu.
“Albay İzzettin, Kemalettin Sami, Halit ve Arif Beyler”
M. Kemal ve Fevzi Paşalar başlarını sallayarak isimleri onayladılar.
“Asıl sorun asker ve silah sayımızın çok düşük olması. Buna karşılık Yunanlılar seferberlik ilan etti.”
Ankara seferberlik ilan edemiyordu. Çünkü seferberliğin gerektirdiği ne para vardı, ne malzeme, ne de silah Fevzi Paşa homurdandı:
“Dostluk Antlaşması imzalanalı hayli oldu. Rus yardımı hâlâ ciddi olarak başlamış değil”
M. Kemal sigara yaktı:
“Ne yapalım, biz de kendi kaynaklarımızı kazımaya devam ederiz”
(…)
İNEBOLU mermi ve fişek sandıklarını, silah ve gereçleri, yakın uzak bütün çevreden sağlanan kağnılarla, at arabalarıyla, ağır yükleri de demir dingilli öküz ve manda arabalarıyla ardarda Ankara'ya yolluyordu. Bu sabah da elli arabadan oluşan bir kolu yolcu ettikten sonra Zafer Kemal ve menzil subayları kayıkçılar kahvesinin yolunu tuttular. Toplantı vardı. Geniş kahve az sonra tıklım tıklım doldu. Yöneticiler, subaylar, öğretmenler, İnebolu'nun ileri gelenleri, Kâhya İlyas Kaptan ve kayıkçılar yerlerini aldılar.
Kahvenin baş duvarında M. Kemal Paşa'nın bir büyük resmi asılıydı.
Yarbay Nidai ayağa kalktı, katılanları selamladıktan sonra kayıkçılara seslenerek, “Yaz-kış demeden ordu malını karaya taşıdınız.” dedi, “..bugüne kadar bu hizmetinize karşılık bir kuruş bile almadınız. Ama bombardıman sırasında kayıklarınız tahrip oldu. Pek azı kurtuldu. Bunu öğrenen Ankara son taşıma hizmetinizin bedeli olarak biraz para yolladı.”
Bir subaya baktı. Subay içi kâğıt ve madeni para dolu küçük bir torbayı Nidai'ye uzattı.
“Bugüne kadarki hizmetleriniz için yürekten teşekkür ederek, 1.680 lirayı kâhyanız İlyas Kaptan'a teslim ediyorum”
Torbayı Kaptan'ın önündeki masaya bıraktı. Kayıkçılar bozuldular. İlyas Kaptan hayal kırıklığı içinde ayağa kalktı. Nidai telaşla, “Yaranızı sarmaya yetmeyeceğini biliyorum” diye durumu idare etmeye çalışınca, İlyas Kaptan, “Dur beyim.” diye terslendi, “.yanlış anladın. Bizim itirazımız miktarına değil, parayadır. Para istemeyiz. Yeni kayıklar yapılıyor. Evellallah hizmeti aksatmayız. M. Kemal Paşa'nın ellerinden öperiz. Bizi sevindirmek istiyorsa, şu alçak düşmanı tepelesin.”
(…)
M. Kemal Paşa, Çankaya'daki çalışma odasında, ertesi gün Kongrede yapacağı konuşmayı hazırlıyordu. Manevi çocuğu Abdurrahim de bir koltuğa yan oturmuş, resimli bir dergiye bakıyordu. (…)Fikriye sessizce içeri girdi, bekledi.
“Bir şey mi var Fikriye?”
Fikriye'nin yüzünden bütün kanı çekilmiş gibiydi:
“Evet Paşam, kötü bir haber var. Salih Bey üzülürsünüz diye söylemeye cesaret edemiyor”
“Nerde o?”
“Kapıda”
M. Kemal Paşa, “Salih, gel!” diye seslendi. Salih Bozok içeri girdi. Durdu. ;
“Ne var? Ne oldu?”
“Şimdi Fevzi Paşa telefon etti. 4. Tümen karargâh kadrosu felakete uğramış.”
“Ne demek o?”
“Kurmay Başkanı Binbaşı Şerafettin Bey yaralı olarak düşman eline esir düşmüş. Çoğu şehit olmuş efendim. Askerler ancak birkaç yaralı subayı kurtarabilmişler”
M. Kemal korkarak sordu:
“Nâzım?”
Salih ağlamaya başladı.
M. Kemal Paşa donup kaldı, sonra zorlukla, “Gel biraz yürüyelim” dedi, bahçeye çıktılar. Büyük ağaçların altında yürüdüler.
Uzun bir sessizlikten sonra M. Kemal Paşa, “ “Yarınki Kongreye birkaç kadın öğretmen de katılacak.” dedi, “… bunu duyan bazı milletvekilleri karşı çıktılar. Şu zavallı kafaya bak! Bu çağ dışı, dünyaya kapalı, alaturka, ilkel kafalar yüzünden bugün bu haldeyiz. Başka yolu yok, kendimizi yenilemek, ilerlemek, günümüz uygarlığına ayak uydurmak, onlarla eşit duruma gelmek, bunu sağlamak için de bu donmuş, durmuş, uyuşmuş kafaları değiştirmek zorundayız. Yoksa bugün kurtulsak bile, yarın yine ayak altında kalırız, kurbanlık koça döneriz, yem oluruz, yine rahat rahat sömürürler, bugün yaptıramadıklarını ilerde yine yaptırmaya çalışırlar, yine bir sürü işbirlikçi bulurlar. Uğrunda birçok çocuğumuz gibi Nâzım'ın da canını verdiği bu büyük mücadele, boşa gitmiş bir gayret olur”