VEDAT TÜRKALİ (13 Mayıs 1919 - 29 Ağustos 2016)
Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olan yazar 1919 yılında Samsun’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nü bitirdi. Maltepe ve Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1951’de siyasi eylemlerde bulunmakla suçlanarak tutuklandı. Askeri mahkeme tarafından dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yedi yıl sonra koşullu olarak serbest bırakıldı. 1944 -1950 yılları arasındaki ağır baskı döneminde devrimci sanat çevrelerinde ilk kez el altında dolaştırılan gizli şiirleriyle (özellikle “İstanbul” şiiri ile) tanındı. Şiir uğraşlarını hapishane süresince de sürdürdü. Bütün şiirleri Bekle Bizi İstanbul (Eski Şiirler Yeni Türküler) 1979 yılında yayımlandı. 1958 yılında cezaevinden çıktıktan sonra sinema alanında çalıştı. 40’ın üzerinde senaryo yazdı ve üç filmin yönetmenliğini yaptı. Senaryolarını Vedat Türkali takma adıyla yazdı. Yeşilçam sinemasında önemli izler bıraktı.
1974 yılında yayımlanan ilk romanı Bir Gün Tek Başına’da 27 Mayıs askeri darbesi öncesindeki Türkiye aydınlarının bunalımlı çıkmazını sergiledi. Dokuz yıl sonra 1983’te ikinci romanı Mavi Karanlık’ı yazdı.
Türkiye Yazarlar Sendikası ve Barış Derneği yöneticilik ve üyeliklerinde bulundu. Aydınlar Dilekçesi ve Barış Derneği davalarından yargılandı.
Vedat Türkali, senaryoları, oyunları ve romanları ile ulusal ve uluslararası alanda birçok ödül aldı. Bir Gün Tek Başına adlı romanı ile 1974 Milliyet Roman ödülü ve 1976 Orhan Kemal Roman ödülü; Çekoslovakya’da Karlovy Vary Film Festivali’nde Bedrana filmiyle, 1982 Cidale, Güneşli Bataklık ile 1982 sendika ödüllerinden başka, Dallar Yeşil Olmalı oyunu ile de 1970 TRT Sanat ödüllerini aldı. Son olarak 2016’da Sarıyer Belediyesi’nin düzenlediği, “Beyaz Martı Edebiyat Onur Ödülü”ne layık görüldü.
Yazarın Ayrıntı Yayınevi tarafından okurla buluşturulan Tüm Yazıları Ve Konuşmaları 1 kitabından “Güzel Türkiye” isimli yazısını paylaşıyoruz.
GÜZEL TÜRKİYE
Güzel Türkiye mi? Televizyonların, radyoların, gazete manşetlerinin kusar gibi yüzümüze çarptığı Türkiye’nin bunca çirkinliği ortadayken bu da nerden çıktı diyeceksiniz. Bu karanlık toplumun yiyip bitiremediği güzellikleri de var Türkiye’nin; aman onu gözden kaçırmayalım diyorum ben de… Yoksa nasıl ayakta kalabilirdi bu ülke; nasıl dayanılırdı bu çirkefe bulanmış yaşama? Çağın adı “globalizm”; mafyaların uzantısı iktidarlarla, iktidarın uzantısı mafyalar çağı. Paranın eşkıyalığı tüm yeryüzünü tutmuş. Yapısı gereği bu rezil dünyayla uyum peşine düşmüş. Ülkenin acısına yazgılı olmuşuz bizler de. Ağlayıp sızlayarak eli kolu bağlı mı kalacağız bu kokuşma içinde? Çirkini vuracak en güçlü silah güzel’dir. Çirkinlerin suratına çarpar gibi güzeli yaratma gücümüz yoksa, yolumuzda bulduğumuz tüm güzellikleri baş üstünde taşıyıp yaymaya çalışmak da mı elimizden gelmez?
Az onurlu görev midir bu? Özel gösterimde izlediğim bir filmden gireceğim. Filler ve Çimen filmin adı. Yakında sinemalarda oynayacak sanıyorum. Lütfen gidin, iğrençliklerimizden nasıl güzel bir sanat ürünü çıkarabileceğini siz de görün. Ülkeye karabasan gibi çökmüş mafya, gizli polis örgütleri, devlet çetesi bataklığında kıvranıp duran insanlarımızın kanamalı serüvenini ibretle izleyin! Ülkemizde böyle film yapılmış olmasından, umarım siz de benim gibi onur duyacaksınızdır. Eleştirmen olmadığım için, sözgelimi, gizli devrimci örgütlerin yansıtılma biçimini, o çok güzel düşünülmüş “final”in nasıl daha çarpıcı bir anlatım gerektirdiğini tartışmaya girişmeyeceğim. Siz de takmayın kafanızı, keyifle seyredin filmi! Geniş düş gücüne dayalı “çekim”lerle iyi seçilmiş “mekan”larda özgün resimleme zevkiyle etkileyici atmosfer yaratabilen filmin senarist yönetmeni Derviş Zaim adını da aklınızda tutun! Kanımca sinema dilinin daha çok güzel ürünler bekleyebileceğimiz ustalarından biri, Derviş Zaim.
Yazın alanında o kadar çok saldırıya uğramışımdır ki, kimi yanıtları da içeren düzyazıları topladığım kitabın adı Savunmalar’dı. Ruh hastalarıyla zeka özürlüleri içinde yaşadığımız toplumda bu tür saldırılardan ancak ölünce kurtulabileceğimin bilinciyle sonraki kitabın adını da Ölmedikçe koymuştum! Savunmalar’ın önsözünde, üstesinden gelemeyecekleri sorunların koynuna itilen gençleri, ergin kızlarla evlendirilip de yatağı ıslatmaktan öte bir şey yapamayan çocuklara benzetmiş, “Gerçeği görecek yetenekli gençler, günü geldi mi, yatağı ıslatanları uyaracaklar nasıl olsa. Ben iyimserin” demiştim.
Son romanım Güven’le ilgili saldırılar başlayınca bir de baktım ki, o günler gelmiş Türkiye’de! Yalnız yatağını ıslatan çoluk çocuğu değil, altını kirleten yaşlıları da uyaran kuşaklar yetişmiş. Bir ülke için az güzellik mi bu? Gene o önsöz’de, “İş yapıyorsanız yolunuzu bekler birileri. Yürüyorsanız ayağınıza saldıracaklardır… Sağdan, soldan hangi yönden gelirse gelsin düzeyleri birbirine yakın saldırılardır bunlar” diyordum. Bu gerçeği görüp “insan kızıyor” demekten kendilerini alamasalar da, bir sürü düzeysiz sava hiç kızmadan, incelikle yanıtlar veriyor genç yazar arkadaşlar. 1946 yılı yazında, ilk trenin oraya vardığı gün, bir rastlantı Palu’daydım. Şalvarlı, poşulu insanlar arasında, ütülü pantolonu, özenli giyim kuşamı, saçı başıyla yakışıklı bir genç hemen göze çarpıyordu. Kim bu delikanlı? Dedim. Gülerek “Hoştunuz” dediler! Üstüne, başına olduğu kadar dilindeki inceliğe de öylesine özen gösterirmiş ki, şaşırıp sokaktaki köpeğe “Hoştunuz” demiş bir gün; adı da “Hoştunuz” kalmış böylece. Bu gülünç görülebilir. Cenaze namazı deyişiyle “Hatun Kişi-Er kişi siyle kuduz it gibi saldıranlara “Hoştunuz!” inceliğiyle yanıt vermek, hele bir genç için soylu bir davranıştır, olgunluktur; kendine güveni gösterir. Genç yazarların yanıt biçimlerindeki inceliği de bu yüzden çok sevdim. Yaşamımda ilk kez abuk subuk saldırıları, gençler benden yazı bekler diye yanıtlamak zorunda kalmıyorum. Ötesi, okurlar da dikilmeye başlamış bu yumurtladıklarını cevahir sananların karşısına, yalnız genç yazarlar değil. Dergiye yolladıkları, saldırıya yayını yayınevine fakslamışlar adıma. Aynı biçem inceliği bu yazıda da var. Bir grup arkadaşı adına Kamber Aydın imzalı yazı dört dörtlük bir ders, saldırıyı bile yüzüne gözüne bulaştırmış muhtereme; anlayabilecekse! Kişiliği kof yaratıklara söz anlatmak sorundur. Yeteneksizlikleri ölçüsünde küstah da olurlar. Saldırganın önerdiği “V. Kitab’ı “saçma’’ bulmuş sayın Kamber Aydın! Bence değil! Tam o kafa düzeyine yakışır bir tasarı! Güven’in sonunda yer alan test de işlevselliğini kanıtlamış oluyor böylece. Sağ olsunlar tüm genç arkadaşlarımız! Ülkemde bu güzellikleri görmek az mutluluk mu?
Bütün bu anlattıklarımdan sonra, Divan Edebiyatımızdaki kaside düzeniyle bir tür “bahariye!”nin ardından, gelelim asıl maksadımıza deyip yeni baştan gireceğim söze! Son günlerde okuyup bitirdim Mehmet Fuat’ın Nazım Hikmet’ini. Gerçeklerden, doğrulardan şaşmadan kıvamında bir roman tadıyla kendini okutan bizde az rastlanır güzellikte yaşamöyküsü. İlk aklıma gelen, “Tanrı tüm yazarlara Mehmet Fuat gibi bir üvey evlat nasip etsin!” oldu. Nazım gibi bir üvey babası olmak kaç yazara nasip olur, denecektir ya; o yazgıyı onurlu bir kalıta çevirip böylesine değerlendirecek de kaç Mehmet Fuat vardır acaba? Bizim eski devrimci kuşaklar kitaptaki, Nazım’ın özel yaşamını da içeren olayların çoğunu bir biçimde duymuştur. Abartılan, çarpıtılan, giderek uydurulan kimi şeyler de karıştırıldığı olmuştur bu duyumlara. Kitabı okurken inanıyorsunuz ki, süzerek, eleyerek en doğruları, asıl doğruları Mehmet Fuat anlatıyor. Bir yazarın, okurunun güvenini böylesi kazanabilmesi için nasıl dengeli bir anlatım açıklığı içinde olması gerektiğini, o sınavdan alnının akıyla çıkmanın da nasıl güç bir iş olduğunu bilen bilir! Çok sevdiği, bağlı olduğu annesi ile gene çok sevgiyle çok saygıyla baktığı Nazım Hikmet arasında anlayışlı, sevecen, hem de nesnel kalabilmenin olgunluğu içinde sergiliyor yaşamöykülerinde yer alan olguları. Usta bir romancı gibi, eksik, kusurlu yanlarını ne örtbas ediyor, ne de abartıyor tarihsel kahramanlarının. Roman yazmaması edebiyatımız için kayıp olmuş diye düşünüyorsunuz Mehmet Fuat’ın.
Gene Mehmet Fuat’ça yayımlanan, cezaevinden oğluna yazdığı mektupları okumuştum Nazım’ın. Komünist militan bir yazar olarak, yanlış çizgideki kimi yazarlar konusunda uyarıyordu oğlu Mehmet Fuat’ı. Batı’dan aklımda yanlış kalmadıysa, Proust’u, Kafka’yı; bizim edebiyatımızda da Orhan Veli kuşağını, bu arada Oktay Rifat’ı gösteriyordu çıkmaz yolda olarak ‘40’lı yıllarda. Proust’a, Kafka’ya, Picasso’ya bu bakış biçimi tüm Marksist devrimci dünyanın ortak yargısıydı o günler.
(...)
Yaşamın doğurgan diyalektiğiyle ileri de gitti; Oktay Rifat gibi bir şiir kalesi kazandı Türk edebiyatı. İlerici çizgide gelişmiş Türk şiirinde, edebiyatında, genellikle sanatında sonradan ortaya çıkmış hemen de tüm ilerici akımlar gibi “Garip”çilerin de -şiir, dize yapısı da içinde- Nazım’ın, köhne değerleri silkeleyip sarsan tohumundan geldiklerini, baskıların yarattığı ürküyle bir süre dışarılarda kaçak dolansalar da, sonunda, tam bilinçli ilericilerin ortak “baba evi”ne döndüklerini düşünmek ters mi olur dersiniz? Belki bu tanıya, “baba evi” nin kapısında bir günler sallanıp duran paslı kilidin sökülüp atıldığını da eklemek gerekir! Dağ dağa böyle kavuşabilirdi ancak! Mehmet Fuat’ın kitabını okurken, son döneminde Nazım’ın, sanatçılara, “Devrim inancınızı yüreğinize yerleştirin, yaratıcılığınızı gönlünüzce sürdürebilirsiniz” sözleri geldi aklıma; çağa uygun böyle bir yaklaşım duyumsadım kitapta da. O da güzel göründü bana.
Ülkemizin çirkinliği yağmalar, soygunlar, çetelerse, varsıllığı bu güzellikler. Aman gözden kaçmasın!