Victor E. Frankl: İnsanın Anlam Arayışı

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Viktor Emil Frankl'in "İnsanın Anlam Arayışı" kitabı ile devam ediyor.

03 Haziran 2021 - 12:26

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Viktor Emil Frankl ile devam ediyor.

VIKTOR EMIL FRANKL (1905- 2 Eylül 1997)

Holokost'tan kurtulan Yahudi nörolog ve psikiyatr Victor Emil Frankl Viyana’da doğdu. Psikiyatri eğitimini Viyana’da tamamlayan Frankl, psikanalizin kurucusu ve babası sayılan Sigmund Freud'dan çok etkilendi. 1933-1937 yılları arasında Viyana Üniversitesi’nin psikoloji kliniğinde psikiyatr olarak çalıştı. 1939’da Viyana’daki Rotschild Hastanesi’nin Nöroloji Bölümü Başkanı oldu.

1941 yılında Tilly Grosser ile evlendi. Nazi Almanya’sında Yahudilerin evlenmesi ve çocuk sahibi olması yasaklanmıştı. Nazi’ler Tilly- Viktor ikilisinin bebeğini kaybetmesine neden oldu. 1943 yılında diğer pek çok Viyanalı Yahudi gibi Frankl, karısı, babası, annesi ve kardeşi ile birlikte Nazi SS subaylarınca tutuklanarak ölüm kampları olarak anılan toplama kamplarına nakledildiler. 1946 yılında özgürlüğüne kavuşan Frankl, kız kardeşi dışında tüm ailesini toplama kampında kaybetti.

Toplama kampında yaptığı gözlemlerin sonucunda bir yaşam amacına ya da anlama sahip olmanın bireyin varlığını sürdürmesindeki önemini fark ederek bir terapi yöntemi olarak Logoterapi’yi geliştirdi.

Hayatına 24 yabancı dile çevrilen 31 kitap, yüzlerce konferans, seminer ve onlarca makale sığdıran Frankl'ın Öteki Yayınevi tarafından okurla buluşturulan Nazi toplama kampında yaşadıklarını anlattığı “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabından kısa bölümleri paylaşıyoruz.

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

Garip bir mizahın yanı sıra, bir başka duygu daha benliğimizi sardı: Merak. Daha öncesinde bu tür bir merakı, bazı garip durumlara karşı temel bir tepki olarak hissetmiştim. Bir tırmanma kazasında hayati bir tehlikeye girince, o anda tek bir duyguya kapılmıştım: Kazadan sağ mı kurtulacağım, yoksa kafatası parçalanmış vs. şekilde yaralanmış olarak mı çıkacağım konusunda yoğun bir merak.

Auschwitz ölüm kampında bile soğuk merak hüküm sürüyor, adeta çevresini nesnel olarak değerlendiren zihni, bu çevreden koparıyordu. O dönemde zihnin bu durumu, bir koruma aracı olarak geliştiriyordu. Bir sonraki anda ne olacağını ve örneğin güz sonunun dondurucu soğuğunda, duştan yeni çıkmış ve çırılçıplak bir şekilde açık havada durmamızın sonuçlarının ne olacağı konusunda kaygılıydık. Birkaç gün içinde merakımız bir sürprize dönüştü: Üşütmemiştik.

Yeni gelenleri benzer birçok sürpriz bekliyordu. Aramızda tıp mesleğinden olanların ilk öğrendiği şey buydu: “Kitaplar yalan söylüyor!” İnsanın, şu kadar saat uyumaksızın yaşayamayacağı söylenirdi. Kesinlikle yanlış! Kesinlikle yapamayacağım şeyler olduğuna inanırdım: Şunsuz uyuyamam ya da şununla veya bununla yaşayamam. Auschwitz  kampındaki ilk gece yattığımız yataklar, ranzalar halinde düzenlenmişti. İki –iki buçuk metre olan her bir ranzada, kuru tahtanın üzerinde dokuz kişi yatmıştık. Her dokuz kişi için iki battaniye verilmişti. Elbette sıkışıklıktan ötürü sırt sırta, üst üste yatıyorduk, bu da acı soğuk nedeniyle avantajlı bir durumdu. Ranzalara çıkarılması yasaklanmış ve gün boyunca çamura bulanmış olmasına karşın, bazıları ayakkabılarını yastık niyetine kullanmıştı. Bunun dışında, kafalarımızı neredeyse çıkık hale gelen kollarımızın üzerine dayamak zorundaydık. Yine de uykumuz gelmiş ve birkaç saatliğine acıları alıp götürmüştü.

Nelere dayanabileceğimize ilişkin birkaç benzer sürprizden daha söz etmek isterim: dişlerimizi yıkama olanağımız yoktu, yine de buna ve ağır vitamin eksikliğine rağmen, diş etlerimiz her zamankinden çok daha sağlıklıydı. Aynı gömleği, ta ki gömlek görünümünü tamamen yitirene kadar, altı ay giyiyorduk. Su borularının donması nedeniyle günlerce yıkanamamamıza rağmen, toprakta çalışmaktan kirli ellerimizin üzerinde oluşan yara ve sıyrıklar (soğuk ısırması olmadığı sürece) iltihap kapmıyordu. Ya da örneğin yan odadaki en hafif bir gürültüyle uyanacak kadar uykusu hafif olan birisi, kulağının dibinde gürültüyle horlayan bir yoldaşa yaslanıp deliksiz bir uyku çekebiliyordu.

Şimdi bize insanı kabaca her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlayan Dostoyevski’nin sözlerinin doğru olup olmadığı sorulacak olursa, cevabımız, “Evet, insan her şeye alışabilir, ama nasıl olduğunu bize sormayın,” olacaktır. Psikolojik araştırmalarımız henüz oraya gelmedi; biz tutsaklar da o noktaya ulaşmış değildik. Henüz ruhsal tepkimizin ilk evresindeydik.

İntihar düşüncesi, kısa süreyle de olsa, hemen herkesin kafasını kurcalıyordu. Bu düşünce, durumun ümitsizliğinden, hergün ve her saat gölgesi üstümüzde olan kesintisiz ölüm tehlikesinden ve diğer birçokları tarafından yaşanan ölümün yakınlığından doğuyordu. Daha sonra değinilecek olan kişisel inançlarımdan ötürü, kampa vardığım ilk akşam, “tele  koşmayacağıma” yemin ettim. Bu deyim, en popüler intihar yöntemini anlatmak için kullanılıyordu: Elektrik yüklü dikenli tel çitine dokunmak. Bu kararı vermek benim için çok zor olmamıştı. İntihar etmenin pek bir anlamı yoktu, çünkü nesnel bir açıdan hesaplandığı ve olasılıkların tamamı dikkate alındığı zaman, ortalama kamp sakini için yaşam beklentisi son derece cılızdı. Bütün elemeleri geçip yaşamayı başaran küçük yüzde arasında olmayı rahatlıkla bekleyemezdi. Auschwitz kampındaki bir tutsak, şokun ilk evresinde ölümden korkmuyordu. İlk birkaç günden sonra gaz odaları bile dehşetini kaybediyordu. Ne olursa olsun, bu dehşet onu intihar etmekten alıkoyuyordu.

(Syf 26- 28)

Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir. Ama her an her yerde acı bulunmasına karşın, bir toplama kampında bile yaşama sanatını uygulamak olasıdır. Bir benzetme yapacak olursak, bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer. Boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, acı da insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır. Dolayısıyla insanın çektiği acının “büyüklüğü” kesinlikle görecelidir.

(Syf 48)

Aktif bir yaşam, insana, değerlerini yaratıcı çalışmayla gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder; buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşam ise ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir. Ama ayrıca hem yaratıcı çalışmadan hem de eğlenceden hemen hemen yoksun olan ve yüksek ahlâki davranış olasılığından başka bir şeyi kabul etmeyen bir yaşamda da; yani insanın, dışsal güçlerle kısıtlı varoluşuna yönelik tutumunda da bir amaç vardır. Yaratıcı yaşamda eğlence (haz) yaşamı da ona yasaktır. Ama anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.

Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşam yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da keskin kendini koruma kavgasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir. Burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlâki değerlere ulaşma fırsatlarından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır. Bu da, o insanın acılarına değip değmediğini belirler.

Bu varsayımların, dünyalık olmaktan ve gerçek yaşamdan çok uzak olduğunu düşünmeyin. Ancak az sayıda insanın böylesine yüksek ahlâki standartlara ulaşma yetisine sahip olduğu doğrudur. Onca tutukludan sadece birkaçı içsel özgürlüklerini tamamen koruyabilmiş ve acılarının sağladığı değerlere ulaşabilmiştir, ama bu türden bir örnek bile, insanın içsel gücünün, onu dışsal kaderinin üstüne çıkarabileceğini kanıtlamaya yeterlidir. Bu insanlar sadece toplama kamplarında görülmez. İnsan, kendi acıları yoluyla bir şeye ulaşma şansıyla birlikte, her yerde kaderle karşı karşıyadır.

(Syf  66-67)

Daha önce de söylediğimiz gibi, kamptaki bir insanın içsel gücünü yeniden kazanmasını sağlamaya yönelik bir çabanın, ilk önce ona gelecekte bir hedef göstermeyi başarması gerekiyordu. Nietzsche’nin şu sözleri, tutuklularla ilgili her türden psikoterapi ve koruyucu ruh sağlığı çabalarının yol gösterici parolası olabilir: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasılsa katlanabilir.” Fırsat bulunur bulunmaz, varoluşlarının ürkütücü nasıl’ına katlanmalarını sağlayacak bir güce ulaşmaları için, yaşamlarında  bu insanlara bir neden -bir amaç- göstermek gerekir. Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline! Kaybetmesi uzun sürmeyecektir.

(…)

Yaşamın anlamına ilişkin sorular, genel ifadelerle yanıtlanamaz. Tıpkı yaşamdaki işlerin son derece gerçek ve somut oluşu gibi, “yaşam” da bulanık bir şey değil, son derece gerçek, son derece somut bir şey anlamına gelir. Bunlar, her bireyde farklı ve eşsiz olan kaderi oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir. Bazen insanın kendini içinde bulduğu bir durum, eylem yoluyla kendi kaderini şekillendirmesini gerektirebilir. Diğer zamanlarda kişinin düşünce yoğunlaşması fırsatlarından yararlanıp bu yolla değerlerini gerçekleştirmesi daha avantajlıdır. Bazen insanın sadece kaderini kabul etmesi, kendi talihsizliğine katlanması gerekebilir. Her durum, kendi eşsizliğiyle ayırdedilir ve eldeki durumun getirdiği soruna her zaman için sadece tek bir doğru yanıt vardır.

(Syf 74-  75)

Kuşkusuz insanın anlam arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. Ne var ki, ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu da işte bu gerilimdir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyada, kişinin en kötü şartlarda bile yaşamını sürdürmesine, yaşamında bir anlam olduğu bilgisi kadar etkili bir şekilde yardımı olan başka hiçbir şey yoktur. Nietzsche’nin şu sözlerinde bilgelik vardır: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir.”  Bu sözlerde her psikoterapi için geçerli olan bir parola görebiliyorum. Nazi toplama kamplarında, yerine getirilmesi gereken görevleri olduğunu bilen insanların, yaşama şansı en yüksek olan insanlar olduklarını gözlemek olasıydı. O günden beri, toplama kamplarına ilişkin yazılan diğer kitapların yazarları, ayrıca Japon, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam savaş tutuklusu kamplarında yapılan psikiyatrik araştırmalar da aynı sonuca varmıştır.

(Syf  94)

Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya uğruna çaba harcanacak bir misyonu yerine getirilmeyi bekleyen somut bir görevi vardır. Ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşam tekrarlanabilir. Bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir.

Yaşamdaki her durum insana meydan okuduğu ve çözülecek bir sorun getirdiği için, yaşamın anlamı sorunu gerçekte tersine çevrilebilir. Nihai anlamda kişinin, yaşamın anlamının ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu kavraması gerekir. Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir; sadece sorumlu olarak bunu yapabilir.

(Syf 97-98)

Bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve dahası, ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Ayrıca sevgisi yoluyla kişi, sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. Sevdiği insanın, ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak, potansiyellerini gerçekleştirmesini sağlar.

(Syf 100)


ARŞİV