Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Virginia Woolf ile devam ediyor.
VIRGINIA WOOLF (25 Ocak 1882- 28 Mart 1941)
20.yüzyılın ve feminist edebiyatın en önemli yazarlarından olan Virginia Woolf 1882’de Londra’da doğdu. Hiç okula gitmeyen yazar, editör, eleştirmen ve biyografi yazarı olan babasının kütüphanesi sayesinde kendini geliştirme olanağı buldu. Özel öğretmenlerden Latince ve Yunanca dersleri aldı. 13 yaşında annesini grip nedeniyle kaybetti. 1904’te babasını da kaybeden yazar 1912 yılında Leonard Woolf ile evlendi.
Çocukken yazar olmaya karar veren Woolf, profesyonel anlamda yazmaya 1905 yılında başladı. Çeşitli dergi ve gazetelerde eleştiriler de yazan Woolf’un ilk kitabı olan ”The Voyage Out (Dışa Yolculuk)” 1915'te yayımlandı. 1919’da yayımlanan “Gece ve Gündüz” kitabıyla kadın hakları, sınıfsal farklılıklar, aşk, özgürlük gibi meseleleri karakterlerin yaşamları aracılığıyla anlattı.
1925 yılında okuyucularla buluşan “Mrs. Dalloway” bilinç akışı tekniğinin en başarılı örneği oldu.
1929’da “Kendine Ait bir Oda” kitabı yayımladı. Kadınların yazarlık veya başka mesleklerde söz sahibi olabilmeleri için kendilerine ait bir odaya ve bir gelire sahip olmaları gerektiğini anlatan kitap bir başyapıt olarak nitelendirildi.
Kitapları elliden fazla dile çevrilen Virginia Woolf, 28 Mart 1941’de evlerinin yakınlarındaki bir nehre atlayarak yaşamına son verdi.
Feminist literatürde oldukça değerli bir yere sahip yazarlardan biri olan Virginia Woolf’un Kırmızı Kedi Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Kendine Ait Bir Oda” kitabından birkaç bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.
KENDİNE AİT BİR ODA
Akşam eve elimde önemli bir açıklamayla, hakiki bir olguyla dönmemiş olmak umut kırıcıydı. Kadınlar erkeklerden daha yoksuldur, çünkü – filan falan. Belki de artık gerçeğin peşinde koşmaktan vazgeçip başıma lav kadar yakıp kavurucu, bulaşık suyu kadar bulanık bir sel halinde fikirlerin yağmasına razı olmalıydım. Perdeleri kapatmak daha iyiydi, dikkatimizi dağıtacak şeyleri dışarıda bırakmak, lambayı yakmak, araştırmayı daraltmak ve fikirleri değil de gerçekleri kayda geçiren tarihçiden, kadınların, bütün çağlar boyunca değil de İngiltere’de, örneğin Kraliçe Elizabeth döneminde hangi koşullarda yaşadıklarını anlatmasını istemek daha iyi olacaktı.
Görünüşe göre her iki erkekten birinin elinden şiir ya da sone yazmak gelirken neden hiçbir kadının edebiyatın o olağanüstü türünde tek bir kelime bile yazmadığı bugüne dek yanıtı bulunamamış bir muammadır. Kadınlar nasıl koşullarda yaşadılar, diye sordum kendime; çünkü kurmaca yazı, yani imgelemin ürünü olan bir çalışma, çakıl taşı gibi atılmaz yere, bilimse öyle olabilir; kurmaca, örümcek ağı gibidir, çok hafif de olsa yine de dört bir köşesinden hayata tutunur. Çoğunlukla pek fark edilmez bu tutunuş; Shakespeare’in oyunları örneğin, o köşelerde kendiliklerinden asılı gibidirler. Ama örümcek ağını kenara çekince, ağ kenarından takılı kalıp, ortasından yırtılınca, bu ağların soyut varlıklar tarafından havada örülmediğini, acı çeken insanlar tarafından yapıldığını, sağlık ve para ve içinde yaşadığımız evler gibi somut şeylere bağlı olduklarını hatırlarız.
(Syf 48-49)
(…)
Kadınların Elizabeth döneminde neden şiir yazmadıklarını soruyorum ancak nasıl bir eğitim aldıklarını bilemiyorum; yazı yazmak öğretiliyor muydu onlara; kendilerine ait bir oturma odaları var mıydı; yirmi bir yaşına gelmeden kaç kadın çocuk doğuruyordu; kısacası sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ne yapıyorlardı. Görünüşe bakılırsa paraları yoktu; Profesör Trevelyan’a göre, çocukluktan çıkmadan, on beşinde ya da on altısında, hoşlansalar da hoşlanmasalar da evlendiriliyorlardı. Bunları gördükten sonra, içlerinden birinin ansızın Shakespeare’in oyunlarını yazmasının son derece garip olacağına karar verdim ve artık hayatta olmayan o yaşlı beyefendiyi düşündüm, sanırım piskopostu, geçmişteki, şimdiki ya da gelecekteki hiçbir kadının Shakespeare’in yeteneğine sahip olamayacağını söylemişti. Bu konuda gazetelere yazılar göndermişti. Bilgi almak için kendisine başvuran bir hanıma, bir tür ruha sahip olsalar bile kedilerin cennete gitmediklerini söylemişti. Şu yaşlı beyefendiler insanı fazla düşünmekten nasıl da kurtarıyorlardı! Onlar yaklaşınca cehaletin sınırları nasıl da geriliyordu! Kediler cennete gitmez. Kadınlar Shakespeare’in oyunlarını yazamaz.
Böyle de olsa, rafta duran Shakespeare’in eserlerine bakarken elimde olmadan piskoposun en azından bu konuda haklı olduğunu düşündüm; bir kadının Shakespeare’in yaşadığı çağda Shakespeare’in oyunlarını yazması kesinlikle ve asla mümkün olmazdı. Gerçeklere ulaşmak pek zor olduğundan, hayal kuralım ve diyelim ki Shakespeare’in çok yetenekli bir kızkardeşi vardı, adı da Judith’ti. Çok muhtemeldir ki Shakespeare ortaokula gitmiştir –annesine para kalmıştı–, orada Latince –Ovid, Vergilius ve Horace–, ayrıca gramerin ve mantığın esaslarını öğrenmiştir. Yaramaz bir çocuk olduğunu biliyoruz, tavşan avlar, belki geyik de vururdu ve çok genç yaşta yöredeki kadınlardan biriyle evlenmişti, kadın da ona yakışık almayacak kadar kısa bir sürede bir çocuk doğurmuştu. Bu çılgınlığın arkasından, şansını aramak için Londra’ya gitmişti. Anlaşıldığına göre tiyatrodan anlıyordu; işe sahne kapısında nöbet tutarak başladı. Çok geçmeden tiyatroda bir iş buldu, başarılı bir oyuncu oldu, hayatın içinde yaşamaya başladı, herkesle tanışıyor, herkesi tanıyor, sanatını sofralarda icra ediyor, yaratıcılığını sokaklarda uyguluyor, hatta kraliçenin sarayına bile girebiliyordu. Olağanüstü yetenekli kızkardeşinin de o arada evde kaldığını varsayalım. O da ağabeyi kadar maceraperest, hayalperestti ve dünyayı görmeye can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti. Dilbilgisi ve mantık öğrenme şansı yoktu, nerede kalmış Horace ve Vergilius okuması. Ara sıra eline bir kitap alır, belki de ağabeyinin kitaplarından birini, ve birkaç sayfa okurdu. Ama sonra annesiyle babası gelir, çorapları yamamasını, ya da ocakta pişen yahniye bakmasını, kitaplarla kâğıtlarla oyalanmamasını söylerlerdi. Kesin ama nazik konuşurlardı, çünkü bir kadının hayatının hangi koşullar altında geçtiğini bilen ve kızlarını seven düzgün insanlardı – gerçekten de büyük olasılıkla babasının gözbebeğiydi kız. Belki de elma deposunda gizli gizli birkaç sayfa doldurmuştu yazılarıyla, ama dikkatli davranıp onları saklıyor ya da yakıyordu. Ancak çok geçmeden, daha yirmi yaşına varmadan, komşularından bir yün tüccarının oğluyla nişanlanacaktı. Evlilikten nefret ettiğini haykırdı ama bu yüzden babasından sıkı bir dayak yedi. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kızından kendisinin kalbini kırmamasını, bu evlilik yüzünden kendisinin yüzünü kara çıkarmamasını istedi. Ona bir dizi inci ya da güzel bir iç etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar vardı bunu söylerken. Nasıl itaat etmesindi babasına? Kalbini nasıl kırsındı? Ama yeteneği zorluyordu onu, bu yüzden işe girişti. Nesi varsa küçük bir çıkın yaptı, bir yaz gecesi iple penceresinden aşağı indi ve Londra’nın yolunu tuttu. On yedisine bile basmamıştı. Çalılarda şakıyan kuşlar ondan daha ahenkli değildiler. Çabucak hayal kurabiliyordu, tıpkı ağabeyi gibi o da sözcükleri ezgiye dönüştürebiliyordu. Onun gibi tiyatrodan anlıyordu. Tiyatronun kapısına dikilip rol almak istediğini söyledi. Erkekler yüzüne güldüler. Şişman, boşboğaz bir adam olan tiyatro müdürü ağzı açık bakakaldı. Dans eden kanişler ve sahneye çıkan kadınlar hakkında bir şeyler geveledi, hiçbir kadın, dedi, bir aktris olamaz. Neler ima ettiğini tahmin edebilirsiniz. Yeteneğini geliştiremedi Judith. Bir handa akşam yemeği yiyip geceleri sokaklarda dolaşabilir miydi peki? Onun kurmacaya yeteneği vardı, kadınlarla erkeklerin hayatlarını ve hareket tarzlarını inceleyip beslenmek için yanıp tutuşuyordu. Sonunda –çünkü çok gençti, şair Shakespeare’e çok benziyordu yüzü, aynı kurşuni gözler ve kavisli kaşlar–, sonunda oyuncu menajeri Nick Greene ona acıdı; o beyefendiden bir çocuğu oluverdi ve böylece –eğer bir kadının bedenine hapsolursa ve oraya karışırsa, şairin kalbindeki sıcağı ve coşkuyu kim ölçebilir?– bir kış gecesi kendini öldürdü, şimdi otobüslerin Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür.
Eğer Shakespeare döneminde bir kadın Shakespeare’in yeteneğine sahip olsaydı hikâye aşağı yukarı böyle olurdu, diye düşünüyorum. Ancak ben merhum piskoposla aynı fikirdeyim – Shakespeare’in zamanında bir kadının onunki gibi bir yeteneğe sahip olması mümkün değildi. Çünkü Shakespeare gibi dâhiler çalışan, eğitimsiz, alt sınıftan insanların arasından çıkmazlar. İngiltere’de, Saksonların ve Britonların arasından çıkmadı. Bugün de işçi sınıfından çıkmaz. O zaman, Profesör Trevelyan’ın anlattığına göre çocukluktan çıkar çıkmaz işleri başlayan, aileleri tarafından buna zorlanan, yasaların ve geleneklerin zoruyla bundan kaçamayan kadınların arasından nasıl çıksın?
(Syf 53-56)
(…)
İtiraflardan ve kendini çözümlemelerden oluşan bu devasa modern edebiyata bakınca, dahice bir şey yazmanın hemen hemen her zaman muazzam bir güçlük içerdiğini öğreniyoruz. Yazılanların, yazarın zihninden eksiksiz ve bütün olarak çıkma olasılığı pek zayıf. Genellikle somut koşullar engeller bunu. Köpekler havlar; insanlar çalışmayı böler; para kazanmak gerekir; sağlık bozulur. Ayrıca, bütün bu güçlükleri hızlandıran ve tahammül etmeyi zorlaştıran başka bir şey de dünyanın açıkça görülen kayıtsızlığıdır. Dünya, insanlardan şiir, roman ve öykü yazmalarını istemez; bunlara ihtiyacı yoktur. Flaubert’in doğru sözcükleri bulup bulmadığı ya da Carlyle’ın şu ya da bu olguyu titizlikle doğrulayıp doğrulamadığı umurunda değildir. Doğal olarak, istemediği şeyin bedelini de ödemez. Böylece yazar, Keats, Flaubert ve Carlyle, özellikle gençliğinin yaratıcı yıllarında, her açıdan umutsuzluğa kapılır, cesareti kırılır. Ruh çözümlemeleriyle, itiraflarla dolu o kitaplardan beddualar, ıstırap çığlıkları yükselir. ‘Büyük şairler acılarında ölürler.’ O şairlerin şiirlerindeki ana konu budur. Bütün bunlara rağmen ortaya bir şey çıkması mucize olur ve herhalde hiçbir kitap, kitap olarak doğarken, yazarın aklına düştüğü anki kadar eksiksiz ve sağlam değildir.
Ama kadınlar için diye düşündüm, boş raflara bakarak, bu güçlükler çok daha fazla ürkütücüydü. Bir kere, aile gerçekten varlıklı değilse, ya da soylu değilse bırakın sakin bir odayı ya da ses geçirmez bir odayı, kendine ait bir odası olması bile söz konusu değildi kadının, on dokuzuncu yüzyılın başına kadar durum buydu. Evleneceği erkeğe verilen para, ki kızın babasının iyi niyetine bağlıydı bu, sadece üstüne başına yeterdi kızın, hepsi de yoksul erkekler olan Keats, Tennyson ya da Carlyle’ı avutan şeylerden bile yoksundu kız, bir gezintiden, Fransa’ya kısa bir yolculuktan, ne kadar perişan olsa da kendisini ailesinin taleplerinden ve baskılarından koruyan ayrı bir evden. Bu tür maddi zorluklar çok ürkütücüydü; ama maddi olmayanlar çok daha kötüydü. Keats ve Flaubert ve diğer üstün yetenekli adamlar dünyanın kendilerine kayıtsız kalmasına güç dayanıyorlardı, ama kadınlara baktığımızda bu kayıtsızlığın yerini düşmanlık alıyordu. Dünya kadına, erkeklere dediği gibi ‘İstersen yaz, umurumda değil’, demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek, ‘Yazmak mı?’ diyordu. ‘Yazman ne işe yarıyor?’
(Syf 60-61)
(...)
Bir Dr. Johnson, Goethe, Carlyle ya da Voltaire olmasak da, bu büyük adamlardan çok farklı olarak bile, bu entrikanın yapısını ve kadınların bu son derece gelişmiş yaratıcı yetisinin gücünü hissedebiliriz. Odaya gireriz – bir kadın bir odaya girdiğinde neler olacağını söylemeye fırsat bulana kadar İngilizcenin olanakları fazlasıyla uzatılıp genişletilmiş, havada küme küme uçuşan sözcükler izinsizce hayatiyet kazanmış olur. Odalar birbirinden öyle farklıdır ki; sakin olabilirler ya da gürültülü; denize bakarlar ya da tam tersi, bir hapishanenin avlusuna; yıkanmış çamaşırlar asılı olabilir; ya da opal kumaşlar ve ipekler canlandırır içlerini; at kılı kadar sert ya da tüy gibi yumuşaktırlar – kadınlığın bu aşırı karmaşık gücünün insanın suratına çarpması için herhangi bir sokaktaki herhangi bir odaya girmek yeterlidir. Zaten başka türlü olabilir mi? Çünkü kadınlar milyonlarca yıldır evlerinin içinde oturdular, artık onların yaratıcılıkları o evlerin duvarlarını delmiştir, bu güç tuğlaların ve harcın kapasitesini öylesine zorlamıştır ki, artık kalemlere ve fırçalara, iş hayatına ve politikaya yönelmek ihtiyacındadır. Ancak kadınların yaratıcılığı erkeklerinkinden çok farklıdır. Asırlar süren çok katı bir disiplin sonunda kazanılmıştır, yerini de hiçbir şey alamaz, bu yüzden eğer engellenirse ya da ziyan edilirse çok yazık olur, diye düşünürüz. Kadınlar erkekler gibi yazsalardı ya da erkekler gibi yaşasalardı, onlar gibi görünselerdi çok yazık olurdu, dünyanın ne kadar geniş ve çeşitli olduğunu düşünürsek, iki cins bile pek yetersiz kaldığına göre sadece tek bir cinsle nasıl idare edebilirdik?
(Syf 98-99)